Ana Sayfa Yönetmen Sineması Gravity (2013): Hayatta Kalış mı Yeniden Doğuş mu?

Gravity (2013): Hayatta Kalış mı Yeniden Doğuş mu?

Gravity (2013): Hayatta Kalış mı Yeniden Doğuş mu? 8.0
1
2013 yılında Akademi’nin ödüle boğduğu Gravity, Oscar tarafından bilim kurgu türüne karşı oluşturulmuş tabuların kırılması bakımından oldukça önemli bir film olarak sinema tarihine geçti. Öncelikle Alfonso Cuaron’un büyük başarısını biraz değerlendirmek gerek. Filmin yapısı incelendiğinde Akademi’nin ne tarzda bir bilim kurguyu ödüle değer gördüğünü anlayabiliriz. Özellikle yazının devamında yine vurgulayacağım filmin başat özelliği onu ödül sezonunun ortasına çekmeyi başarmıştı: Bilim kurgunun kurgu kısmının dozajını olabildiğince azaltıp, bilime, gerçeklere dayanan oldukça soğuk bir gerilim yaratmak. Gravity’den daha etkileyici bir sürü bilim kurgu filmi akla gelebilir. Bu filmi özel kılan, belli bir bilimsel teori etrafında şekillenen hikâyenin yönetmenin harika yönetimiyle oldukça gerçekçi gerilime dönüşmüş olmasıydı. O dönem tek bir filmi sinemada izleme hakkım olsa bunu Gravity’den yana kullanırdım. Yapım teknik açıdan da güçlü olunca ödülleri toplaması kaçınılmaz oldu.

Film, uzayda yaşamın imkânsız olduğunu kanıtlayan bazı gerçeklerle başlıyor (Oksijenin olmaması, sesin iletilmemesi vs…). Bunların filmin başında yazılması öylesine bir başlangıç yapmak için değil. Yönetmen filmin başında aslında seyirciye bir mesaj veriyor: ‘‘Bu filmdeki gerilimin tek kaynağı uzayın bilimsel gerçeklerle ispatlanmış özellikleri!’’. Öyle ki, Dr. Ryan Stone ve deneyimli astronot Matt Kowalsky‘nin rutin bir keşif yürüyüşü sırasında yaşadıkları felaket, onları uzaydaki hayatta kalan ve kalmaya devam edebilmek için birbirlerine destek çıkması gereken bir ikiliye dönüştürdüğünde sürekli azalan oksijenin yarattığı gerilimi iliklerimize kadar yaşıyoruz. Uzayın ortasında belirli bir hızda sürekli dönen ve panik yapan, dolayısıyla da oksijenini fazla harcayan Dr. Stone ne zaman bir uzay istasyonuna giriyor, onla beraber seyirci de tahmin ediyorum rahat bir nefes alıyor. Ayrıca uzayda sesin iletilememesi yüzünden yaşanan patlamalar o kadar ani gelişiyor ve beklenmedik sonuçlar doğuruyor ki bu sessiz bilinmezlik, uzayı oldukça korkunç gösteren bir başka nitelik.

Cuaron zaten filmin başından sonuna kadar uzayı iğrenç bir yer olarak göstermek için elinden geleni yapıyor. O kadar iğrenç bir yer ki zaten buraya ancak Dünya’yla bağlantısını koparmış insanlar iş yapmaya gelmek ister. Çünkü Ryan Stone karakterini tanıdıkça anlıyoruz ki Stone sessizlik düşkünü, pek bir seveni olmayan, çocuğunu kaybettikten sonra kendini bir yere ait hissedemeyen bir karakter. Yönetmen, ancak ve ancak Dünya’da boşluğa düşmüş bir karakter uzay boşluğuna gitmek isteyebilir diyor adeta.

Tüm bu gerçekçi gerilim ögeleri, uzun süren sahnelerle pekiştiriliyor. Filmin ilk 12 dakikasındaki kamera yönetimi alkışı hak edecek cinsten. Görsek efektlerinin gerçekçi duruşa olan katkısı ile inanılmaz güzellikteki Dünya manzaraları ve dozunda kullanılan müzik, uzayın dingin ortamıyla dengeli bir şekilde bir araya gelince teknik açıdan kusursuza yakın bir film ortaya konmuş oluyor.

Dediğim gibi filmin geriliminin bu denli hissedilmesinin altında yatan gerçekliği sağlayan teori ise Kessler Sendromu. Kısaca bu teori şu şekilde tanımlanıyor: Dünya yörüngesi çevresindeki olası bir patlama (Filmdeki gibi mesela bir uydu patlaması) sonucunda ivme kazanan yüzlerce parçacık aynı hızla aynı yörüngedeki diğer tüm uyduları parçalayabilir. Bu durumda yörünge oldukça tehlike bir hal alır ve tabir-i caizse uzay çöplüğüne dönüşür. Yani filme dönecek olursak yine bu sendromun gerçeklik payının bir hayli fazla olması ve geçmişte buna benzer olayların yaşanmasından dolayı Cuaron bilim kurgusunu olabildiğince bilime yaklaştırmaya çalışmış. Bu durum Akademi’nin filme gönlünü kaptırmasındaki en önemli neden olarak göze çarpıyor. Önceden de belirttiğim gibi Alfonso Cuaron uzayı kötüleyerek başladığı filmini Dünya’nın güzelliklerini överek devam ediyor. Stone’un uzayda yaptığı arama Dünya’dan bir kişinin cebine denk geliyor. Yardım için yalvardığı sırada telefondan gelen köpek ve bebek sesleri, hayattaki amacını sorgulayan birisi için bile bir huzur kaynağı aslında. Pes etmeyip Dünya’ya varmak için elinden geleni yapan Doktor Ryan, Dünya’ya nihayet vardığında sırt üstü okyanusta yüzüyor ve bu sahnede inanılmaz bir ferahlık hissediyor insan. Sonrasında karaya çıkıp toprağı elinde hissetmesi gibi detaylar yine Cuaron’un huzuru sessizlikte bulmak isteyen karakterine daha az tehlike barındıran Dünya’nın uçsuz bucaksız ve insansız yerlerini gösteriyor. Bu haliyle filmin bir hayatta kalma öyküsü olmasının yanında Stone’un karakter değişimleri dolayısıyla onu bir yeniden doğuş hikayesi olarak da görebiliriz.

Son olarak, Gravity sinema tarihine saygı duruşu barındıran detaylara sahip olması bakımından gönlümü çalmasını iyi bildi. Bugs Bunny çizgi filmi karakteri The Martian’ın patlama sonucunda uzay boşluğuna doğru -tabiri caizse ait olduğu yere doğru- savrulması, uzay istasyonunda Georges Méliès’in sinemaya bilim kurgu türünü getirdiği filmi ‘‘Ay’a Yolculuk’’ filminin afişi sinema severlerin fark edince yüzünde tebessüm ettirecek güzel detaylardı. Özetle bana göre Gravity, özel ve başarılı bir bilim kurgu filmi.

Puanlama

8.0

8.0
Kullanıcı Oyu: ( 1 oy ) 7

Yorum(1)

Bir Cevap Yazın