Site icon birdunyafilm.co

2010’ların Gözden Kaçabilecek 30 Filmi

2010’lu yılları kısa bir süre önce iyisiyle kötüsüyle geride bıraktık, hatta 2020’li yılların ilkini de oldukça sansasyonel bir yılın ardından geride bırakmak üzereyiz. 2010’lu yıllarda sinema, yine her zaman olduğu gibi belki de asla göremeyeceğimiz ülkelerin insanlarının hikâyelerini evlerimize kadar getirmeye devam etti. Yepyeni vizyonlar, yönetmenler, bakış açıları, denemeler de görücüye çıktı bununla birlikte. Sinemanın yedinci sanat olmayı nasıl hak ettiğine, sınırlarının asla olmadığına birçok filmle tanıklık ettik. Bütün bunları karşılayıp birçok insana ulaşmayı başaranlar kadar bir de bütün sinema aşkına ve yeniliğine rağmen arkada kalanlar vardı. Kimisi genç bir yönetmenin ilk filmi olduğu için, kimi fazlaca bölücü olduğu için, kimi kendisini el üstünde tutacak kitlelere yeterince ulaşamadığı için… Bunları göz önüne alınarak 2010’lu yıllarda gözden kaçırmış olabileceğinizi düşündüğüm ufuk açıcı sinema olaylarından otuz tanesini derledim.

Violent (Andrew Huculiak, 2014)

Violent, Kanadalı bağımsız yönetmen Andrew Huculiak’ın ilk filmi. Violent; ismindeki şiddetini fışkıran kanlar veya birbirini tekme tokat döven insanlardan değil, izleyicileri üzerinde yaratmaya niyetlendiği duygusal tahribattan alıyor ve bunu başarıyor da. Film, Norveç’in kusursuz pastoralliğinden aldığı güçle yalnızlık, hatıralar, anılar ve genel olarak insan hafızası üzerine incelikli sözler söylüyor. Çok yalnız, çok soğuk, insanlara çok uzak geçirsek de insan olma deneyimi büyük bir ihtişam ve şans değil mi? Huculiak’a göre öyle. Kanadalı gencecik bir yönetmen henüz ilk filminde Otto e mezzo’yu Norveç soğukluğuyla yeniden kurgularken epey iddialı ancak bir o kadar başarılı bir iş yapıyor.

Petal Dance (Hiroshi Ishikawa, 2013)

Petal Dance, farklı üzüntüleri ve farklı üzüntülerinin yarattıkları geçmişleriyle debelenen dört kadının filmi.  İçlerinden bir arkadaşlarının başarısız intihar girişimi sonrası ona yaptıkları ziyaretle açılıyor ve dört kadının hikâyesi burada birleşiyor. Film, melankolik, kişisel bir film gibi başlayıp meselesini büyüterek toplumsal sorunlara da temas ediyor. Yaşam/intihar ikilemi, depresyon, insan ilişkileri gibi konuları fazlasıyla yoğun ve estetik sinematografisiyle, incelikli bir biçimde işleyip bir buçuk saat gibi kısa bir sürede terapi hâline geliyor. Bu sırada ataerkil bir düsturu olan Japon toplumu üzerine de bir çift söz söylemeyi ihmal etmiyor.

Despite the Night (Philippe Grandrieux, 2015)

Philippe Grandrieux, modern Fransa sinemasının ekstrem kanadının en önemli yönetmenlerinden biri. Tam bu noktada Gaspar Noé’den çok daha yaramaz olduğunu eklemekte fayda var. Despite the Night, tekinsiz kamerasıyla karanlık bir cinsel sömürü ağına ışık tutuyor. Aşkın belki de en karanlık hâlini gözlemlediğimiz bu filmde bizi adeta bir röntgenci gibi hikâyenin içine sokuyor. Rahatsız edici şehveti ve Grandrieux’un sinemasının geneline hâkim olan insan vücuduna, sahip olduklarına, adeta her bir kırışıklığına kadar en yakından bakma tutumuyla (bunu özellikle tamamen insan vücuduna odaklandığı deneysel orta metraj üçlemesi Unrest üçlemesinde en saf hâliyle görmek mümkün) eşsiz bir deneyim sunuyor. Bu bağlamda Despite the Night, izledikten sonra kesinlikle aynı insan olarak kalmayacağınız Grandrieux filmlerinden yalnızca biri ve sinemanın hâlen bükülebilip kendine özgü bir dil yaratma şansının olduğunu gösteren yegâne örneklerinden.

Ana, My Love (Cãlin Peter Netzer, 2017)

Ana, mon amour; geçtiğimiz yıl The Souvenir ile en iyi örneklerinden birini izlediğimiz yıkıcı ‘’toksik ilişki’’ filmlerinden. Birbirine âşık olan iki edebiyat fakültesi öğrencisinin, Ana’nın sahip olduğu mental rahatsızlıkla yavaş yavaş çöküşünü izliyoruz. Derek Cianfrance’in Blue Valentine filmini çokça sevenler için Ana, mon amour’un o filmin Balkan perspektifi olduğunu söylemek mümkün. Bağımlılık ve geçmiş travmalarla meydana gelen boşluğu doldurma ihtiyacıyla kurulan ilişkilerin insanları getirebileceği noktayı Bergmanvari bir ustalıkla çizen, bunu yaparken kendi dilini yaratmayı da geri plana atmayan ve bunu Blue Valentine’den çok daha iyi yapan incelikli bir drama. Üstelik kendisini sadece spesifik bir ilişkiyi anlatmakla sınırlandırmayıp hikâyesine dinî bir eleştiri merceği de sunan ağzına kadar acı dolu bir iş.

House with A Turret (Eva Neymann, 2012)

House with A Turret; Tarkovski’nin Solaris’inin senaristliğini yapan Friedrich Gorenstein’in aynı isimli romanından uyarlanan, yönetmen Eva Neymann’ın ikinci filmi. II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği sıralar 8 yaşında bir çocuğun gözünden savaşı, dönemim Sovyet Rusya’sının portresini çiziyor. Yaşamın tamamen bir şans hâline geldiği, geleceği pamuk ipliğine bağlı kaotik bir ülkede 8 yaşında bir çocuk da dâhil kimse bir başkasının hayatını dert edemeyecek kadar bıkkın. Epik Rus romanlarının atmosferini birebir yaşatan filmde, çevresindeki dünya batarken buna karşı koyan bir çocuğun hikâyesini izliyoruz. Yarattığı atmosfer bir kenara filmin en önemli inceliklerinden biri, hikâyesini izlediğimiz çocuğumuzun bu tarz filmlerin genelinin düştüğü büyümüş de küçülmüş, samimiyetsiz, inandırıcılıktan uzak çocuk karakteri gibi yazılmamış olması. Bu yüzden gösterdiği acıları abartarak fetişist bir duygusal sömürü hâline getirmiyor, yapaylığa asla yer vermeden realist bir bakış açısıyla resmediyor.

Goltzius and the Pelican Company (Peter Greenaway, 2012)

Goltzius and the Pelican Company; The Cook, The Thief, His Wife, and Her Lover filmiyle yakından tanıdığımız gerçeküstücü usta İngiliz yönetmen Peter Greenaway’in göz ardı edilen filmlerinden. 16. yüzyılda Hollandalı bir erotik oyma sanatkârının hayatına ve eserlerine ışık tutuyor. Greenaway, filmi kendi stiliyle 6 farklı hikâyeye bölüyor. Cinsel tabulara dair 6 hikâye, radikal bir din karşıtı kumpanyayı ilan ediyor. Sinemayı yalnızca araç olarak kullanarak tiyatrodan resime sanatlararası seyreden bir portfolyo da sunuyor film. Pasolini’yi, Il Decameron’u anımsatan ama bir bütün olarak hepsinden bağımsız bir görüntü çizen Goltzius and the Pelican Company; modern dönemin en önemli anti-sinema filmlerinden.

Milla (Valérie Massadian, 2017)

Milla; yitip giden bir aşk ve ardından gelen hesapta olmayan bir hamileliğin getirdiği nevrozun filmi. Massadian’ın örmüş olduğu kadife yumuşaklığında hikâye, doğa ile insanın ayrılmaz bir ikili olduğunu kanıtlar nitelikte. Milla’nın hayatında gerçekleşen olaylar, aynı zamanda doğanın spontane döngüsü şeklinde ilerliyor. Alabildiğine vahşi ama şefkatli, şiirsel bir sinema. Bazen hayatınızın gereğinden fazla monoton olduğunu düşünür müsünüz? Hiçbir şeyin düzelmeyeceğini düşündüğünüz çıkışsızlıklarla boğuşur musunuz? Öyleyse, tanıdık bir şeyler izlemeye hazır olun. Hesapta olmayan olaylar sandığımız kadar korkunç olmamakla birlikte bize yeni kapılar açabileceği ihtimalini de göz önünde bulundurarak elbette.

The Ornithologist (João Pedro Rodrigues, 2016)

The Ornithologist, Portekiz’de bir nehir fiyordunda mahsur kalan kuş bilimcisinin içsel yolculuğuna kamera tutuyor. Geniş pitoresk çekimlerle örülen filmde baş karakterimiz Fernando bir tablonun içine yerleştirilmiş bir figür gibi duruyor. Yönetmenimiz Fernando’yu insanın geldiği başlangıç noktası olan doğayla sınarken bir yandan insan yapımı her şeyi çirkin ve estetikten uzak göstermeye özen gösteriyor, aynı zamanda Fernando’nun yolculuğunun gidişatında da doğanın kaotik hareketi insan mekaniğinden üstün geliyor. En nihayetinde doğa hep vardı, insan üzerine sonradan geldi ve işgal ettiği mekânlarda yalnızca kiracı. Modern sinemanın en başarılı ülkelerinden Portekiz sinemasının göz bebeklerinden João Pedro Rodrigues’in filmi insan-doğa savaşını nefes kesici bir biçimde tasvir eden gerçek anlamda saklı bir başyapıt.

 

36 (Nawapol Thamrongrattanarit, 2012)

36, Tayland sinemasının en az Apichatpong Weerasethakul kadar değer görmeyi hak eden Nawapol Thamrongrattanarit’in ilk uzun metrajlısı. Film; bir film kamerasının formatını ifade ediyor, ismini de buradan alıyor. Genç yönetmenin tamamen durağan kompozisyonlardan oluşturduğu filmi, otuz altı farklı uzunluktaki otuz altı kompozisyonu boyunca sadece yarattığı biçimle kalmayıp saf biçimciliğin ötesine uzanan bir hikâye de sunmayı başarıyor. Deneysel sinemayı geleneksel sinema anlatısıyla harmanlayan 36, güçlü biçimini alt metniyle birleştiriyor; kameranın bir araç olarak rolünü, hafıza/insan ilişkilerinin değişken kontrolleri, melankoli gibi kavramları filmin akışı içerisinde karakterlerimizle tanımlayıp karakterimizin müdahaleleriyle bu kavramları daha da keşfederek yapısını oluşturuyor. Fotoğrafçı bir ana karakterimizin etrafında tıpkı bir fotoğraf çerçevesine girip çıkan fotoğraflar gibi insanlar ve ilişkiler girip çıkıyor; deklanşör açılıp kapanıyor, bakış açısı değişiyor ve otuz altı perdede otuz altı fotoğraflık bir hikâye ortaya çıkıyor.

Archipelago (Joanna Hogg, 2010)

Joanna Hogg, Türkiye sinema çevreleri tarafından daha çok geçen yıl The Souvenir filmi ile tanınmaya başlandı veyahut hak ettiği ilgiyi görmeye başladı da diyebiliriz. İnsan üzerine eğilerek minimalist ilişki filmleri yapan Hogg, bundan on yıl önce aile ilişkilerinin yıkıcılığını da göstermişti. Mutlu ve beraber görünen bir ailenin çıktığı tatilde, sahip oldukları kırıklık ve çatlakların ortaya çıkmasıyla krize giren bir film var karşımızda. O dönem kariyerinin henüz başlarında olan Tom Hiddleston’ın bu filmde en iyi performanslarından birini gösterdiğini söylemek yanlış olmaz. Hogg’un Hiddleston’ı ilk kullanan yönetmenlerden biri olduğunu ve The Souvenir hariç bütün uzun metrajlarında oynattığını da söylemekte fayda var. Sonuç olarak Archipelago; Britanya soğukluğu çalınmış bir orta sınıf aile draması ve bu dramayı modern bir Tokyo Story olarak selamlayıp Ozu’nun bu filmi görse gurur duyacağını düşünmek mümkün.

The Fifth Season (Peter Brosens & Jessica Woodworth, 2012)

The Fifth Season; sonsuz bir döngüye girmişçesine devam eden kışa gömülen bir kasabadaki köylülerin içine düştüğü çıkışsız durumu ele alıyor. Bu basitmiş gibi görünen olaydan kendini açarak genişliyor ve iklim değişikliği probleminin aileleri, hayvanları ve hatta toplumun ahlaki yapısını nasıl tahrip ettiğini anlatan iddialı bir manifestoya dönüşüyor. Yarattığı ambiyansla da bu manifestonun altından başarıyla kalkıyor. The Fifth Season, Roy Andersson’ın paletini hatırlatan görsel estetiğiyle hikâyesine yer yer gerilim ögeleri de ekleyerek janrlar arası geçişkenliği de etkileyici bir biçimde gösteren doyumsuz bir sinema şöleni.

Mysteries of Lisbon (Raoul Ruiz, 2010)

Usta yönetmen Raoul Ruiz’in, 19. yüzyılda etkin olmuş ünlü Portekizli yazar Camilo Castelo Branco’nun aynı isimli güçlü eserinden uyarladığı Mysteries of Lisbon, 4.5 saatlik bir göz banyosu. Süresi sizi korkutmasın, zira bu 4.5 saatte şu da atılsaymış keşke denilecek tek bir sekans dahi barındırmıyor içerisinde. Visconti’nin kostüm dramalarını da hatırlatan bir teatral stille, bu teatralliğinin abartıya kaçıp duyguları yapaylaştırmasına asla izin vermeden, anlattığı çevre üzerinden birçok sosyal ikilemin sorgulandığı tarifsiz bir yolculuğa çıkarıyor. Şaşaalı da bir film Mysteries of Lisbon ancak bu görkeminin farkında olan bir kamera stili kullanmasına karşın ipin ucunu kaçırsa komik bir parodiye dönüşecek hikâyesini bir an olsun gösterişe dönüştürme gafletine düşmeden çiziyor. Mysteries of Lisbon, içinde kaybolmaktan hoşnut olacağınız ve sonunda sizi epey sersemletecek duygusal bir labirent.

Araby (João Dumans&Affonso Uchoa, 2017)

Andre, Brezilya’nın işçi sınıfından genç bir çocuk. Bir gün evinin yakınındaki alüminyum fabrikasında kaza geçiren bir işçi olan Cristiano’nun günlüğünü buluyor, burada başlıyor hikâyemiz. Andre’yle beraber Cristiano’nun çalkantılı hayatında ‘’görsel roman’’ olarak nitelendirilebilecek bir estetikle sürüklenmeye başlıyoruz. Cristiano, Brezilya’nın çeşitli yerlerinde günübirlik veya mevsimlik çalışarak yaşamını idame ettirmeye çalışan bir işçi ve günlüğü nazarında onun gibi insanlarla olan hikâyelerine tanıklık ediyoruz. Bunu yaparken yüksek bir tansiyon ve drama vadetmiyor bize film. Üstenci bir bakışla çok rahatça samimi olmayan bir politik taşlamaya dönüşebilecek filmde görünürde politikacılar, sınıf mücadelesi veyahut bunun üzerinden edilen büyük ama içi boş sözler yok. Bütün bunlar tamamen kendine ve çevresine yabancılaşan Cristiano’nun birincil derdi olamayacak kadar yersiz, yönetmen taşlamayı bunu yapmak yerine size alan açarak bunu sizin içinize bırakıyor. Arábia, Andre günlükte ilerledikçe beraber bilinç kazanacağınız ama bu bilinci yüksek sesle, gevezece bağırmayan ve bittiğinde size yabancılaşmanın köklerini iliklerinize kadar hissettirecek eşsiz bir ‘’gerçek’’ deneyim.

Caniba (Verena Paravel&Lucien Castaing-Taylor, 2017)

Caniba, insan varoluşunun derinliklerinde kaybolmaya yüz tutmuş yamyamlık güdüsünü, Japon Issei Sagawa’nın kardeşi olan Jun Sagawa ile esrarengiz ilişkisi üzerinden gün yüzüne çıkartan rahatsız edici, etkileyici bir belgesel. Kasıtlı olarak odağı bozuk ve bolca zoom çekimlerden iki kardeş arasındaki iletişimsizliğin getirdiği aralıklı diyaloglarla seyirciyi olduğu yerden soyutlayıp tamamen dünyasına bağlıyor. Bu soyutlama klasik bir sinema anlatısıyla değil, yamyamlık özelinde arzunun saplantıya dönüşümüne dair bir fenomenolojiyle yapıyor. Arzunun dengesini bulmanın zorluğu ve sürüklediği hayatlar tüm saflığıyla önünüzdeyken uzun süre aklınızdan çıkmayacak sarsıcı bir iş.

A Woman’s Revenge (Rita Azevedo Gomes, 2012)

Modern Portekiz sinemasından bir başka filmimiz çağımızın en etkileyici yönetmenlerinden Rita Azevedo Gomes’in A Woman’s Revenge’i. Bir 19. yüzyıl melodramı olarak teatral bir dille sergilenen film, zamanının ötesinde bir sinematik zekânın ürünü. Bir kitabı izliyormuş hissi (evet, kesinlikle yanlışlıkla yazılmış bir benzetme değil) veren anlatıcısıyla beraber bizi benzeri olmayan bir masalın içine sokuyor. Alışılmışın tamamen dışında anlatı dizaynı, son derece şık ve katmanlar hâlinde anlatılan bir rüya atmosferi sunuyor. 

Celestial Wives of Meadow Mari (Aleksey Fedorçenko, 2012)

Celestial Wives of Meadow Mari, Rusya’da Volga Nehri’nin kıyısındaki kırsal topraklarda (Meadow Mari: Çirmiş Ovası) pagan inanışlarla şekillenen yerel töreleri çarpıcı hikâyelerle anlatıyor. Kökleşmiş, kalıplaşmış inancın ve hurafelerin hüküm sürdüğü bölgede kadınların yaşam biçimine dair belgeselvari bir niteliğe de sahip. Tanımadığımız insanların ışığında bilmediğimiz zorluklar ve inançlarla yüzleşiyoruz. Buna benzer dogmatik toplumlarda kadın olmak ve cinselliğin yaşanışıyla da alakalı ufuk açıcı bir içeriğe sahip. İnançlarını yaşamasına ancak 1990’daki Rus hükümeti döneminde izin verilen Avrupa’daki son otantik paganların dünyası, yepyeni bir kültüre tanıklık etmek isteyenler için gizli bir hazine.

Jonaki (Aditya Vikram Sengupta, 2018)

Modern Hindistan sinemasına dair Bollywood’tan ibaret algısını yıkıp geçecek nitelikte bir film Jonaki. 80 yaşına gelmiş Jonaki’nin çürümekte olan bilincinin bir anlamda hayat bulmasıyla şekilleniyor. Ömür boyu yerine getirilemeyen ideallere, umutlara, beklentilere, inançlara; yaşamın sonuna doğru çürüyen hafıza, bilinç, anılara dair kuvvetli bir film Jonaki. Yer yer Tarkovski’nin Ayna’sını da hatırlatan anlatısıyla iz bırakan bir deneyim.

Guilty of Romance (Sion Sono, 2011)

Sion Sono’nun Love Exposure, Anti-Porno gibi filmlerinin göz kamaştırıcı büyüsünden nasiplenerek biraz göz ardı edilmiş bir film Koi no tsumi. Sion Sono’nun özgün anlatı biçimi sayesinde basit bir hikâye anlatırken dahi şaşırtabilen sinema zekasını sonuna kadar taşıyan film, seks işçiliği üzerine. Kadın psikolojisi ve cinselliği üzerine ciddi anlamda eğilen yönetmenlerden biri olan Sono, içerisinde yine sinemasının temel konularından seks ve şiddet barındıran hikâyesini asla kadın bedenini metalaştırıp fetişize etmeden anlatıyor. Kadınları yalnızca birer seks oyuncağı veya damızlık olarak gören asıl ahlaksız zihinler üzerine güçlü eleştirilerde bulunuyor. Guilty of Romance, içerisinde korku elementleri de barındıran Japon saykodelisi ve estetiğinden sonuna kadar nasibini almış güçlü bir karakter hikâyesi.

Ma (Celia Rowlson-Hall, 2015)

Ma, aslen bir modern dans koreografileri sanatçısı Celia Rowlson-Hall’un ilk yönetmenlik denemesi. Aynı zamanda, bu listedeki belki de en sıra dışı ve anlatması, hakkında bahsetmesi en zor film. ABD çöllerinde asidik bir Western filmi gibi başlayan film, zamanla ilahi bir dokunuşla psikedelik bir Meryem Ana anlatısına dönüşüyor. Neredeyse her sekansında bilindik sinema kurallarını yapı bozumuna uğratarak un ufak eden Hall, bir saniyesinde dahi güvenli oynamaya kaçmadan cesurca tamamen kendi filmini yapıyor. Festival filmlerinin geleneksel kalıplarından bile isteyerek uzak durup mayınlı bölgeye giriyor ve bu bölgedeki mayınlarla da oynayıp eşi benzeri olmayan bir atmosfer yaratıyor. Anlatısı tıkanacakmış gibi olan her noktada yeni bir yapıbozum yaratarak çığır açıyor ve 2010’lu yılların en heyecan verici sinema olaylarından birine imzasını atıyor. Yer yer asidik Western, yer yer feminist bir dans koreografisi, yer yer de çeşitli dinî okumalara referans veren anlatısıyla Ma; hem alabildiğine psikedelik hem de alabildiğine meditatif olmasıyla sinema tarihinde yeri apayrı olan, yıllar geçtiğinde değeri anlaşılıp kült statüsüne erişecek özel bir film.

On the Path (Jasmila Zbanic, 2010)

Jasmila Zbanic; On the Path sonrası yaptığı filmlerde bir miktar tadımızı kaçırmış olsa da özellikle ilk iki filminde Yugoslav Savaşları sonrası Bosna-Hersek insanı hakkında epey kafa yormuş bir isim (diğeri Grbavica). Saraybosna’da yaşayan bir çift olan Luna ve Amar’ın hikâyesi, Amar’ın savaştaki silah arkadaşlarından birinin köktenci bir Müslüman’a evrilerek yeniden hayatına girmesiyle baştan aşağı değişiyor. On the Path, savaş sonrası Bosnası’nda filizlenen kökten dinciliğe, kadın-erkek ilişkilerine karikatürleşmeden getirdiği farklı bir bakış açısıyla oldukça değerli bir film. Bunu yaparken siyasi bir mesaj vermek, bu açıda kaygılı bir anlatım çizmek, din sorgulaması yapmak değil filmin derdi. Asıl ilgilendiği şey ilişkideki bir tarafın kökten değişmesi sonucu ilişkinin devam edebilip edemeyeceği. Ana fikrinde siyasi kaygılar değil, yürekten endişeler üzerine bir beyin fırtınası gerçekleştiriyor. On the Path tam bu noktada, sıradan bir izle-unut filmi olmaktan sıyrılıp özel olma değerini kazanıyor.

The Nightmare (Achim Bornhak, 2015)

Der Nachtmahr izleyebileceğiniz en farklı coming-of-age filmlerinden biri. Sıradan bir bol neonlu sex&drug filmi gibi başlıyor izlenimi veren film, baş karakterimiz Tina’nın bilinçaltını tetikleyen birkaç minik detayın ardından gittiği partide gerçeklik algısı tamamen kopar ve bu noktadan itibaren hikâyemiz farklı bir suya açılarak Tina’nın korkularının vücut bulmuş hâli olan E.T. fizikli bir yaratıkla bizi yüzleştirir. Bu noktada film ucuz bir “body horror” filmine asla dönmeden yaratığı Tina’nın bilinçaltı hikâyesinin içine güzelce yerleştirip amaçsızlaşmasına müsaade etmiyor. Sınıftaki Kim Gordon’lı sahneye dikkat!

The Anabasis of May and Fusako Shigenobu, Masao Adachi and 27 Years Without Images (Eric Baudelaire, 2011)

Mevcut hükümet ve imparatoru devirerek Japonya’nın komünist yönetime geçilmesi için kurulmuş olan Japon Kızıl Ordusu’nun kurucularından Fusako Shigeneobu’nun kızı Mary ve örgütün üyesi ancak hiçbir şiddet eylemlerine katılmamış aktivist gazeteci Masao Adachi, Fusako’nun hayatı ve Lübnan’daki sürgün yıllarına, örgütün Avrupa ve Orta Doğu’daki faaliyetlerine uzanıyor. İkilinin hikâyelerini ayrı ayrı anlattığı belgesel, yaşam ve siyaset arasındaki kuvvetli ilişkiye sağladığı derin bakışla, değerli bir eser.

Stations of the Cross (Dietrich Brüggemann, 2014)

Kreuzweg, kökten dinci ailede yetişen bir gencin dünyevi hayatla mücadelesini ele alıyor. Yaklaşık 20 dakika tek plan süren çarpıcı açılışından sonra da hız kesmeden Katolik inancına dair 14 yaşındaki ana karakterimiz Maria üzerinden sarsıcı sahnelerle eleştirilerde bulunuyor. Film, İsa’nın çarmıha gerilişindeki 14 ana ithafen 14 bölümden oluşuyor ve her bölüm tek plan. Yalnızca kökten dincilikle ilgili sularda kalmayıp yoğun sembolizmiyle birey-otorite-din üçgenine dair de çarpıcı iddialarda bulunuyor.

When Evenings Falls on Bucharest or Metabolism (Corneliu Porumboiu, 2013)

Bir yönetmen ve filminde oynayan aktrisin ilişkisine odaklanırken sinema sektöründe işlerin işleyişi hakkında cesur sözler söyleyebilme kıymeti de taşıyor ismiyle müstesna filmimiz. Paul’un yeni yıldızı için çıplak bir sahne yazmak istemesiyle günümüz sektöründe auteur yönetmen egosundan tutun, aktrislerin sektörde yüzleştikleri zorluklara uzanan 90 dakikalık bir taşlama izliyoruz. Rohmer filmlerini anımsatan kurgusu, Rumen Yeni Dalgası filmlerinin kendine has çarpıcılığıyla When Evening Falls on Bucharest or Metabolism; söyledikleriyle her dönemde güncel kalarak iz bırakanlardan.

The Death of Louis XIV (Albert Serra, 2012)

Katalan yönetmen Albert Serra, sinemanın sınırlarını zorlamasıyla her zaman kendine has yönetmenlerden biri olmuştur. Serra bu filminde de farklı davranmıyor ve görüp görebileceğiniz en aykırı ‘’vampir’’ filmine imza atıyor ve söylerken bile heyecan verici olacak şekilde Casanova ile Dracula’yı aynı hikâyede buluşturuyor! Uzun planlar ve konuşmalarla örülen absürt mizahını estetiğine dahil ettiği kostümlü drama etkisiyle harmanlıyor. Bolca cinsellik göstermeye müsait hikayesini bununla boşa harcamak yerine her dakikasını yarattığı absürt mizahla dolduruyor. İtalyan/İspanyol B filmleri ve vampir kültünün sahip oldukları klasik kalıpları soyup harmanlayarak onlara yeni bir gömlek giydirişiyle film, listenin en ayrıksı filmlerinden.

Medeas (Andrea Pallaoro, 2013)

Medeas, bir ailenin yabancılaşmasını odağına alıyor. Bunu yaparken skalasında sunduğu deneysel pastorallikle türevlerinden ayrılıyor. “Medea” tragedyası üzerine yaptığı yeni yorum da bir başka çekici artısı. Medeas bütünüyle lirik bir şiir tonuna sahip ve bu ton yaptığı sinemaya asla sekte vurmuyor, önüne geçmiyor. Bu yönüyle birçok yönetmenin ilk filminde düştüğü gösterişçi kaygılardan kaçınarak yaptığı keşfe inandırıyor.

Shit Year (Cam Archer, 2010)

Shit Year, yaşlanmakta olan bir aktrisin dünyasını sorgulaması üzerine hayal kırıklarıyla dolu, oldukça melankolik bir film. Soluk ve pürüzlü sinematografisi özdeşlik algısına ciddi katkıda bulunuyor. Size karmaşık olay örgüleri de vadetmiyor film, yalnızca Colleen’le empati kurma noktasına ufak çengeller atarak bu minik ama acı dolu hikâyenin içinde tutuyor. Nihayetinde Shit Year; kesinlikle amaçladığı empati hissini geçirmeyi başarabilen bir duygu-durum bozukluğu filmi ve Colleen’in yaşadığı kırıklık çoğumuz için epey tanıdık.

United States of Love (Tomasz Wasilewski, 2016)

Polonya’nın Sovyet zincirlerinden kurtulduğu yılların hemen ertesindeyiz. Mutlu görünen dört farklı kadının perspektifinden bir mutluluk arayışıyla karşı karşıyayız. Özgürlük sandığımız şey mi? Yaşadığınız devletin özgür olması sizin yaşamınızı da özgür ve mutlu kılar mı? Özgürlük baktığımız açıdan değişebilir çokça, şüphesiz mutluluk da öyle. Arzularımızın ötesinde olmakla birlikte bir o kadar da arzularımıza bağlı. İşte United States of Love, tam da bu ikilemle başarılı bir şekilde ilgileniyor.

House of Tolerance (Bertrand Bonello, 2011)

L’Apollonide (Souvenirs de la maison close), seks işçiliğini ele alan en çıplak filmlerden. Hayır, bu çıplak tabiri cinselliği kullanışıyla alakalı değil; üzerine eğildiği oldukça da suistimal etmeye yatkın konuyu, en gerçek şekilde ele alıyor oluşuyla ilgili. Seks işçilerinin yapmakta oldukları işle ilgili esas duyguları ne olabilir? Tolerans mı, zevk mi? Buna cevabın kesin olamayacağı şöyle dursun, film de buna iddialı bir cevap vermekle ilgilenmiyor. Buna karşın, sahip olduğu estetikten güç alarak bu çatışmayı gri ve dürüst bir şekilde ele alıyor. Usta yönetmen Bonello, karakterler üzerinden kendi düşüncelerini izleyiciye dikte etmek gibi bir hataya düşmeyip karakterlerle izleyici arasına bir ‘’tolerans’’ köprüsü kuruyor.

The Mill and the Cross (Lech Majewski, 2011)

Aynı zamanda bir ressam da olan Leh yönetmen Lech Majewski’nin sinema&resim sentezi yaptığı sıra dışı bir film The Mill and the Cross. 16. yüzyılda, İspanyolların Felemenk bölgesini işgal edişini bir de dış ses eşliğinde ele alıyor. Herhangi bir ana karakteri veya odak noktası da olmayan film tamamen bir tanıklık şeklinde seyrediyor. Sundukları, dinî, felsefik ve politik olarak da birçok noktaya temas ediyor. Bambaşka bir dönem filmi yorumu olarak adlandırılabilecek bu Majewski eseri, yönetmenin kariyerindeki sinema sınırlarını zorlayan deneylerden yalnızca biri.

Exit mobile version