35. Ankara Film Festivali İzlenimleri #1
1988 yılında Ankara Film Şenliği ismiyle düzenlenmeye başlayan Ankara Film Festivali, festival başkanı İnci Demirkol‘un vefat haberiyle buruk başladı. Ankara Devlet Tiyatrosu Şinasi Sahnesi’nde düzenlenen açılış töreninde, festivale 20 yıldan fazladır emek harcayan İnci Demirkol’un hatırası yaşatıldı.
Bu yıl 35. yaşını kutlayan Ankara Film Festivali’nin “35’e Özel” seçkisi, festival tarihinde En İyi Film Ödülü’nü almış üç filmi yıllar sonra yeniden izleyiciyle buluşturdu. Seçkide, Ömer Kavur’un Gizli Yüz (1991), Tomris Giritlioğlu’nun Salkım Hanımın Taneleri (1999) ve Özcan Alper’in Sonbahar (2008) adlı filmleri yer aldı.
Özgün hikâyeleri ve aldıkları ödüllerle dikkat çeken kadın yönetmenlerin başarısını kutlayan “Bir Kadın Filmi” adlı seçki ise, gelecekte isimlerini sıklıkla duyacağımız 7 kadın yönetmenin filmlerini Büyülü Fener sinemasında perdeye taşıdı. Seçkide, Hindistanlı yönetmen Payal Kapadia’nın Cannes’da Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan Aydınlık Hayallerimiz (All We Imagine As Light, 2024), Fransız sinemasının yükselen yıldızlarından ve Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi‘nin (Portrait of a Lady on Fire, 2019) oyuncusu olarak da tanıdığımız Noemie Merlant’ın Balkondaki Kadınlar (The Balconettes, 2024), Belçika’nın tanınmış oyuncusu Veerle Baetens’in Sundance Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu dalında Jüri Ödülü kazanan Eridiğinde (When It Melts), Gürcü yönetmen Dea Kulumbegashvili’nin Venedik Film Festivali’nde Özel Jüri Ödülü’nü alan Nisan (April, 2024), İspanyalı yönetmen Mar Coll’un Locarno’dan Özel Mansiyon alan Salve Maria (2024), Litvanyalı yönetmen Saulė Bliuvaitė’nin Locarno Film Festivali’nde En İyi Film seçilen Toksik (Toxic, 2024) ve Fransız yönetmen Agathe Riedinger’in Cannes’da Altın Palmiye için yarışan Vahşi Elmas (Wild Diamond, 2024) adlı filmleri gösterildi.
All We Imagine as Light
Festivalin Dünya Sineması kapsamında “Bir Kadın Filmi” bölümünde görücüye çıkan film, yönetmen Payal Kapadia‘nın 2. uzun metrajı. Bu sene Cannes Film Festivali Ana Yarışma’da gösterilen ve Büyük Ödülü kazanan Aydınlık Hayallerimiz, Hindistan’ın Bombay şehrinde hayatta kalmaya çalışan 3 kadın karakteri odağına alıyor.
Doğu Asyalı yönetmenler Apichatpong Weerasethakul ve Tsai Ming-liang etkisinin kolaylıkla anlaşılabileceği filmde, Kapadia, doğduğu şehrin yerel dokusunu ve kültürünü de es geçmeden muazzam bir şehir senfonisine imza atıyor. Kamera genç iki aşığı uzaktan takip ederken nadir kullanılan piano tınıları (The Homeless Wanderer), ince bir dokunuşla, şiirsel bir ton oluşturmayı başarıyor. Arka planda hiç durmuyormuş gibi gece-gündüz işleyen, insanları evleri ve işleri arasında taşıyan metro, şehrin gürültüsü ve ışıklarıyla birleşerek Bombay’ı yaşayan bir şehre hatta karaktere dönüştürüyor. İnsanları köylerinden edip dev beton yığınlarının arasında yaşamaya zorlayan kapitalizm karşısında kadınların dayanışmasının önemini de göze sokmadan söylemeyi başaran oldukça politik bir film karşımızdaki. 1986 doğumlu genç yönetmen Kapadia, kurmaca ve belgesel formları arasında gezinen ilk filmini de sonraki filmlerini de merak ettiğimiz bir “cevher” konumuna erkenden ulaştı dünya sineması için. 8/10
The Shrouds
77. Cannes Film Festivali Ana Yarışma’da prömiyer yapan bir başka film olan Kefenler, festivalin “Dünya Sineması” bölümünde Ankara seyircisiyle buluştu. Beden dehşeti alt türünün babası diyebileceğimiz David Cronenberg son filminde, yine özgün, fazlasıyla dehşet uyandıran ve tuhaf bir şekilde çekici bir fikir üzerine bir anlatı kuruyor; sevdiklerimizin mezarda çürüyüşünü izlememizi sağlayacak 3 boyutlu görüntüye sahip dijital kefenler. Eşini yakın zamanda kaybetmiş olan iş insanı Karsh, yas sürecini atlatmak için yeni bir teknoloji geliştiriyor. Ölüm fikri, kaybettiklerimiz ve yas üzerine gizemli ve merak uyandırıcı bir izlek oluşturan başlangıç kısmının ardından mezarlığa bilinmeyen bir örgüt tarafından yapılan saldırı sonucu detektif öyküsüne evrilen film büyüsünü kaybediyor; uluslararası komplolar, devreye giren ajanlar filmin ritmini de dokusunu da bozuyor. Kendi sinemasından yola çıkıp Lynch’in Mullholland Drive filmine yakınsayan filmde, belli ki Cronenberg zihninin karmaşasını seyirciye aktarmak istemiş, yalınlaştırma çabasına girmemiş; özellikle farklı ülkelerin dahil olduğu final bloğunun anlaşılması güç. 3,5/10
Gecenin Kıyısı
Festivalin Ulusal Yarışma bölümünde seyirciyle buluşan Gecenin Kıyısı, başarılı görüntü yönetimi ve merkezine oturttuğu gerilimle öne çıkan bir ilk film. Yönetmen Türker Süer, askeri hiyerarşinin içinde birbirleriyle karşılaşan ve hesaplaşmak zorunda kalan iki kardeşin öyküsünü filmin merkezine yerleştiriyor. Üst rütbeli bir subay olan ve zamanında bir dava süreci sonucu intihar eden babalarının da içinde olduğu bu aile dramının üzerinden, hem askeriyede hem de sosyal hayattaki emir-komuta, sadakat, vicdan ve irade gibi kavramlar sorgu altına alınıyor.
15 Temmuz darbe girişimiyle alakalı ısmarlama olmayan ve cesur denebilecek ilk kurmaca denemesi olarak bakarsak belli açılardan amacına ulaşan, mesajını bağırmadan verebilen bir film olarak takdir edilmeli. Görüntü yönetmeni Matteo Cocco‘nun özenli ışık, kadraj ve görsel çalışması filmin atmosferine, gizemine ve gerilimine katkı sağlayan ana unsur olarak göze çarpıyor. Özellikle Süer’in karakterlerini bıçak sırtında takip eden kamerası ve açıları, gelecek filmleri açısından umut verici. Bazı karikatür karakterler ve bir türlü final yapamama sorunu haricinde iyi bir politik gerilim sonuç olarak Gecenin Kıyısı. 4,5/10
Ulusal Kısa Film Yarışması Seçki #2
Geleceğin önemli sinemacılarını önceden duyurma işlevine sahip kısa filmler, her sene olduğu gibi yaratıcı ve kayda değer fikirlerle doluydu. İzleme şansı bulduğum Rehber, Mori, Görüşürüz Kaplumbağa, Aç Açına, Dilan Hakkında Konuşmalıyız, Hayallar, Umutlar ve Dönen Yunuslar isimli yapımlar hem farklı sinema tarzlarını yansıtmaları hem de güçlü sinema hisleriyle keyifli bir seyirlik sundular. Selin Öksüzoğlu‘nun yönettiği Görüşürüz Kaplumbağa kişisel olarak en çok bağ kurduğum kısa film oldu. 24 dakikada eve dönmek üzerine bir köy fantazyası kurmak, doğu masallarını andıran görsel bir dil yaratmak, aile, kayıplar ve göçmenlik üzerine düşündürmek hiç kolay değilken yönetmen bunları basit gösteriyor. Yurtdışına göç ettikten uzun süre sonra babasına aldığı bir hediyeyle barışmak için köyüne gelen Zeynep ve annesini yeni kaybetmiş İnci’nin Karadeniz yaylalarında bir gün boyunca yolculuklarına ortak olduğumuz film, renk paletiyle ve müziğiyle öne çıkan tatlı, sevimli ama hafızada uzun süre yer edecek bir film. Yönetmen Öksüzoğlu’nun sonraki işlerini sıkı bir şekilde takip edeceğiz gibi görünüyor.
Tarzıyla ilgimi çeken bir diğer kısa film ise Umut Şilan Oğurlu’nun yönettiği Dilan Hakkında Konuşmalıyız; ABD’de Nathan Fielder‘ın başını çektiği docu-reality ve İngiltere’de yaygınlaşan mockumentary türlerinin başarılı bir birleşimi. Sude Belkıs‘ın canlandırdığı Dilan, annesiyle yaşayan, amcasının emlak ofisinde çalışan gelecek konusunda kaygılı, Sinema-TV mezunu bir genç; ülkedeki çoğu gencin güncel ruh durumunu yansıtması açısından önemli bir karakter çalışması ama bu mevzular üzerinden bir ajitasyon çabası yok filmde. Tam tersine ilk fimini çekmek konusunda bir türlü harekete geçemeyen Dilan, motivasyon ve enerji düşüklüğünün sebeplerini ararken iyi bir mizah tonu yaratıyor yönetmen.
Yakup Tekintangaç‘ın ödül kazandığı Morî ise alışmış olduğumuz köy gerçekliği türünü yetkin bir şekilde uygulayan duygusal olarak vurucu bir kısa film. Ninesiyle birlikte karlarla kaplı bir Kürt köyünde yaşayan Mori’nin öyküsünü takip ettiğimiz film, babasının ona bir masal anlattığı ses kaydıyla açılıyor. Babasından kalan bu tek hatıranın arka planda sürekli döndüğü filmde, kimliğini ve geçmişini arayan Mori’nin anlam dünyası, okula yeni gelen bir öğretmeni babası sanmasıyla bozuluyor, film de böylelikle hem dramatik hem fantastik bir seyre dönüşüyor. Babasının nereye gittiği, kaçırıldığı veya öldürüldüğü sorusu ise filmin politik altmetnini oluşturarak sessizce işliyor.
Ulusal Belgesel Film Yarışması #Seçki 6
Aybüke Avcı‘nın yönettiği Domates Biber Depresyon isimli belgesel, Adana’nın Çetirevli köyünde depresyon tanısıyla ilaç kullanan insanların hayatına, hasat zamanından başlayarak biber salçası yapımı aşamalarıyla birlikte bakıyor. Yönetmen, annesinin vefatının ardından ilk defa tek başına, onsuz geldiği köyde, yaz anılarını canlandırmaya çalışırken kişisel olduğu kadar başarılı sosyal analizler de içeren bir filme imza atıyor. Dayısı Mehmet ve eşi Nazlı’nın evine konuk olan Avcı, gündelik sohbetlerden samimi ve doğal bir dil yaratırken güçlü bir mizah ritmi tutturuyor. Kahvaltıyı kimin hazırlayacağı gibi basit bir sorunsal üzerinden evdeki iş bölümü hakkında feminist bazı çıkarımlar da yapmayı ihmal etmiyor. Aynı evde yaşayan ve yine depresyon hastası olan öteki dayısı Yakup’la dertleştiği bölümde sinema yapmanın amacı, kazançları ve kayıpları üzerine girdiği diyalog filmin zirvesi bence. Bitkileri zararlılardan korumak için kullanılan tarım ilaçlarıyla köy halkının kullandığı ilaçların benzerliği ve işlevi üzerinden çevreci yorumlar yapmanın, doğa ve insan arasındaki karşılıklı etkileşim üzerinde düşünmenin mümkün olduğu bir belgesel aynı zamanda.