Ayın Teması: Sansür
Nazi Almanya’sıyla McCarthy dönemi Amerika’sını, devrimden sonra yolunu kaybetmiş İran’la 80ler İngiltere’sini ve hatta 1950lerde yaratılmış hiçbir yerin distopya mekânını birleştiren bir temayla karşınızdayız: sansürü konu alan filmler. Baskıcı rejimlerin alametifarikası olan sansür pratiğinin sinemadaki temsillerine odaklandığımız bu bölümde yer alan çoğu filmin gerçek durumlardan uyarlama olması tesadüf değil. Zira otoriterleşen devletlerin başvurduğu sansürleme girişimlerinin akla ziyanlığı kurgusal hikayelere rahmet okutacak durumda. Kitap yakmak, filmleri yasaklamak, ‘tehlikeli’ kişi ve grupları fişleyerek sosyal ölüme sevk etmek, gazetecileri susturmak, ‘ahlaka mugayir’ bulunan her şeyi baskılamak ve daha fazlası… Her biri kendiliğinden korku filmi mahiyeti taşıyan bu filmleri bir araya getirerek hem sansürün nesnesi hem de onu aşmanın yollarından biri haline gelmiş sinemanın tanıklığından ve bir tür erken uyaran sisteminden faydalanmayı umuyoruz. Ne de olsa kitabı 1953’te yazılmış filmi 1966 yılında çekilmiş Fahrenheit 451’in ürkütücü fikrinin çok geçmeden gerçek deneyimlerin karşısında ıskartaya çıktığı bir dönemin içinden geçiyoruz. Elbette sansür varsa karşısında direniş de var umut da. İran’ın otoriter rejiminin kronik yasaklı yönetmeni Jafar Panahi’nin bütün sansür ve engellemelere rağmen oldurageldiği sinemasını da bu bahiste anmamak mümkün değil. Seçkimizdeki korku ve umudun diyalektiğine yer veren filmlerle çıktığımız bu yolculukta bizlere eşlik eden herkese keyifli okumalar ve keyifli seyirler dileriz. Burak Yılmaz
Censor
Censor, 1980’lerde İngiltere’de geçen ve video nasties adı verilen, aşırı şiddet içeren filmlerin yasaklanması dönemine odaklanan bir yapımdır. Enid, şiddet ve rahatsız edici sahneler barındıran filmleri sansürlemekle görevli bir memurdur. Bir gün, denetlemek için izlediği bir filmde kayıp kız kardeşine çok benzeyen bir karakter görür ve kardeşinin kaybolmasına dair ipuçları bulduğuna inanır. Hem kardeşinin travması hem sansürlemekle görevli olduğu şiddet içerikleri sebebiyle gerçeklik algısı kaybolmaya başlayan Enid, tehlikeli bir yola girer.
Film, izleyiciye hem psikolojik hem de görsel olarak rahatsız edici bir atmosfer sunuyor, özellikle 80’lerin korku filmlerine yapılan göndermeler ve dönemin atmosferi ile sansürün toplum üzerindeki etkisi başarılı bir şekilde yansıtılmış. Sinematografi, renk paleti ve döneme ait unsurlar izlerken sizi içine çekiyor fakat güçlü temellere dayanan bir hikayesi olmasına rağmen olay örgüsünü derinleşememiş.
Video Nasties dönemi, İngiltere’de şiddet ve korku türü filmlerin, çocuklar ve gençler üzerinde olumsuz etki yapacağı endişesiyle 1984 yılında İngiltere Hükümetinin “Video Kayıtları Yasası” adlı yasayı çıkarmasıyla başlayan bir dönemdir. Bu dönemde çekilen filmler BBFC (British Board of Film Classification) tarafından onaylanmak zorundaydı. Bazı filmler tamamen yasaklanırken, bazı filmler ciddi kesintilere uğrayarak izleyicilere sunuldu.
Censor, hem kişisel hem de toplumsal düzeyde sansürün etkilerini incelerken, bu kavramı psikolojik bir korku anlatısıyla işlemiş. Enid sansürün birey üzerindeki psikolojik etkilerini simgeliyor. Filmlerdeki şiddetli temalarla sürekli iç içe olması, onun gerçeklik algısını bulanıklaştırıyor ve kişisel travmasıyla birleştiğinde de ruhsal çöküntüye giriyor.
Filmde sansürün toplumsal düzeyde nasıl bir korku kültürü yarattığını ve şiddeti toplumdan saklamanın aslında sorunları çözmek yerine daha derinleştirdiğini görüyoruz. Toplumun belirli içeriklerden korunması adına uygulanan aşırı sansür, halkı gerçeklikten izole ediyor bu bağlamda film, sansürün toplumsal bilinç üzerindeki manipülatif etkilerini başarılı bir şekilde yansıtmış. Lâl
Ayrıca İlginizi Çekebilir: Ayın Teması: Yeni Başlangıçlar
Equilibrium
3. Dünya Savaşı sonrasında yıkıma uğrayan insanlık bir savaşı daha kaldıramayacağına karar verip çareyi hırs, kıskançlık ve öfke duygusunu yasaklamakta bulur. Polis devletini andıran sistem Prozium isimli ilaç sayesinde duyguları bastırmayı başarır ve bu ilacı kullanmayanlar toplumdan dışlanır, sorgulanır ve idam edilir. Sanat dahi duyguları açığa çıkarması sebebiyle yasaklanır, marjinalize edilir. Christian Bale tarafından canlandırılan Rahip John Preston, ilacı kullanmayı reddeden asilerin yerlerini tespit edip yakalama misyonuyla sistemin çarklarını döndüren aygıtın en önemli parçalarından biri, bir görev adamı, bir ajan, bir muhbirdir. Eski görev arkadaşının bir şiir kitabını (William Butler Yeats) gizlice okuduğunu gören John bir takip sürecine girer fakat bu aynı zamanda kendi dönüşümünün de başlangıcıdır. İlacını almadığı bir sabah artık sistem için ötekidir ve duyguları onu başka yerlere, bir yeraltı örgütünün keşfine kadar götürür.
Amerikalı yönetmen Kurt Wimmer ‘Matrix’ estetiğine sahip ve seçilmiş kişi matematiğiyle ilerleyen öyküsünde başarılı bir distopya atmosferi kursa da özellikle finale giderken twist üstüne twist yapmak isterken senaryosunun sınıfta kalmasına sebep oluyor. Yine de teknolojinin insanlığı götürebileceği karanlık gelecek ve insanın duygularından arındığında neye dönüşeceği, sansür ve baskının insanlığı nereye götürebileceği üzerine düşünmek için iyi bir film. Sanatın bir direniş sembolü olarak kullanımı hem geçmiş hem gelecek için önemli bir mesaj aynı zamanda. Tuncay
Fahrenheit 451
Ray Bradbury’nin aynı isimli distopik romanından uyarlama olan Fahrenheit 451, kitapların yasaklandığı bir gelecekte, artık asıl işleri yangın söndürmek değil baskın yaptığı evlerdeki kitapları yakmak olan bir itfaiye birimini merkeze alarak otoriterleşmenin varabileceği noktalardan yalnızca birinin -kitap dolayımıyla bilgiye erişimin yasaklanmasının-çarpıcı bir tasvirini sunuyor. Kitabın yazıldığı 1953 yılından bakınca çok uzakmış gibi tasvir edilen o distopik geleceğin, anne-babaları 1980 darbesinde devlet tarafından yasaklı bulunan kitapları eski tip sobalarda yakmak zorunda kaldıkları biz Türkiyeliler için erken bir tarihte çoktan gelip geçtiğini de not düşerek tabii. Yine de geriye dönüp bakınca kitabın ve filmin, hayatın kendisi kadar kolay eskimediğini iddia etmek yanlış olmaz. Kitapların yerini insanları zombileştiren televizyonların aldığı, her bireyin muhbirliğe teşvik edildiği, bilmeyle gelen mutsuzluğun o üretken sancısından kaçınıldığı ve duyguların sahici ifadesinin yerini mekanik, rasyonel ve eğlence delisi insanların aldığı o Fahrenheit toplumunda hala kendimizde bulabileceğimiz şeyler var. Umut da var elbette. Fransız Yeni Dalga’nın ustalarından François Truffaut’nun edebiyatla sinemanın gücünü birleştirdiği o şiirsel final karanlıktan çıkışa da işaret ediyor. Truffaut’un ilk renkli ve İngilizce dilindeki tek filmi olma özelliği taşıyan Fahrenheit 451, tüm kusurlarına rağmen otoriterleşme ve sansür bahsinde dönüp bakacağımız rehber filmlerden biri. Burak
Good Night, and Good Luck
“Good Night, and Good Luck” McCarthycilik dönemine keskin bir bakış sunar. Film, Edward R. Murrow’un, komünizmle suçlanan subay Milo Radulovich’i savunmasıyla açılır ve McCarthy’nin cadı avı politikalarına karşı Murrow’un cesur duruşunu izleriz. Murrow, yalnızca McCarthy’yi değil, aynı zamanda medyanın toplumsal sorumluluğunu sorgular hale gelir. McCarthy’ye karşı alınan bu tavır, Murrow’un kariyerinde büyük bir risk yaratır, ancak gazetecilik etiğine bağlı kalma kararlılığı, filmin ana gerilim noktalarından biridir. McCarthy’nin Murrow’a yönelik karşı saldırısı ise, medya üzerindeki baskının ne kadar derin olabileceğini çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer.
Hakikat modern toplumda akışkanlığıyla biliniyor. Senatörün faşist eğilimleri, güç tarafından yozlaşmış olması ve “şeytani” komünizmin izlerini silme hırsıyla yanıp tutuşması, adeta bir Hitler hayalperestliğine işaret ediyor. Bu bağlamda, halkın çıkarları, Hobbesçu bir perspektifle ele alınıyor; bazı bireylerin özgürlükleri feda edilirken, insan hakları insanlık dışı bir boyutta değerlendiriliyor. Komünizmin bir destekçisi olarak yargılanan kişiler hakkında hazırlanan iddianameler o denli sansürlenmiştir ki, sıradan bir bireyin bilmesi gereken “düşman” hakkındaki detaylar, neredeyse hiç kimse tarafından bilinmeyen bir paradoksa dönüşür. Buradan şunu çıkarmak mümkün: Çoğunlukla gizlenen unsurlar, içeriklerinden bağımsız olarak dolaylı bağlamlar aracılığıyla saklanıyor. Hiçbir sansür yalnızca bir nesnenin sansürü değildir; aynı zamanda genel iradenin pekiştirilmesinin bir aracı olarak karşımıza çıkar.
Sansür savaşı, bir fedakârlık savaşıdır. Sansürü uygulayan bazı kişileri, sansüre karşı çıkansa genellikle kendisini feda eder. Bu savaşın bireysel kazananı yoktur. Toplum ya fikir birliğinin görünmez itici gücüne kendini kaptırır ya da fikir ayrılıklarının yani siyasetin özünün tadına varır. 1950’lerin toplumunda bu görünmezliği aşmak ancak büyük TV kanalları aracılığıyla olabilirken artık sansürün çok daha akışkan olan yapısına bizzat şahit oluyoruz ve sansürün girdiği her alanın aynı zamanda siyasileştiğini görebiliriz. Liberalizmin ikiyüzlülüğü, siyaseti dar bir alana hapsetme gayretiyle özgürlük nidaları atmasında yatar. Siyaset, doğası gereği bulaşıcıdır ve tanımlanması en zor kavramlardan biridir. Çoğu uzmanlık alanının aksine sınırları genleşip büzüşür, nihayetinde spora, sanata, gazeteciliğe ve oradan da hukuka bile sıçrayabilir. Bunu engellemek isteyen her güç aynı zamanda bir sansür savunucu olarak var olur. Siyasileşmek; gizliliği aşmak, zıtlıkları ortaya dökmek ve zaman zaman fikir birliği altında yatan hastalıklı zihinleri teşhir etmektir. Yani siyasi olma, sansürün karşısında olma cesareti gösterenlerin bir vasfıdır. Filmdeki gazetecilerin en önemli vasfıdır. Anıl M.
Persepolis
Ülkemiz ile başka ülkeleri mukayese ederken ister istemez aynı coğrafyada ve benzer kültürel dokulara sahip olduğumuzdan ötürü olsa gerek akla ilk İran gelir. Sohbet arasında hep Türkiye’nin İranlaşma yoluna girip girmediği hep tartışılır. Şeriat mı istiyorsunuz diyenler için İran örneği vermek artık bir ezber olmuştur. Bu ezberin ötesine geçip İran’ın İranlaşma (!) sürecine bakalım. 1980lerin hemen öncesi İran’da iki sivri karakter olan Humeyni ve Şah’ın rekabetinden doğan iktidar kavgası İran’ı İslam devrimine sürükledi. Bu devrime İngiliz şirketlere bağlı petrolü millileştirmeye çalışan Başbakan Musaddık’ı devirmek adına ABD ve İngiltere’nin dizayn ettiği iç karışıklık sebep olmuştur. Yüzü batıya dönük olan Şah’ın başa geçmesi (geçirilmesi) ve ardından aldığı kararlar sonrasında Humeyni ve Şah’ın karşı karşıya gelmesi İran’ın günümüz lügatınca İranlaşmasının ana etkenidir. Persepolis de bu dönemden sonraki özellikle kültürel farklılıklar ekseninde İran’ı, başrol Marjene ve ailesinin başına gelenler üzerinden anlatıyor.
Dönemin kısıtlamaları, yasakları, sansürleri üzerinden dönemin İran’ını anlatan yönetmen Marjene Satrapi ve Vincent Paronnaud’un çektiği Persepolis’in yönetmen Marjene’in otobiyografik romanından uyarlandığını söylemekte yarar var. Kafalarındakini yansıtırken filmi animasyon türünde çekmelerinin yönetmenlere ekstra bir özgürlük kattığı aşikar. Filmdeki Marjene’in ara ara kurduğu hayallerin tasviri lakin böyle mümkün olmuş. Seslendirme kadrosunda ise Catherine Deneuve ve Gena Rowlands gibi isimler yer alıyor. Hürrem
The Book Thief
Nazi Almanya’sı, neresinden bakarsak bakalım kendi içinde ağır dram hikayeleri barındırıyor. Hiç kimsenin herhangi bir film üzerinden Hitler döneminin mutluluk getirdiğine dair bir fikri veya bakış açısı yoktur. Nazi propagandası yapan filmler muhakkak vardır ama bu belli bir iyimser tablo üzerinden mi yansıtılmıştır, varsa da ben denk gelmedim. The Book Thief de içinde küçük mutluluklar bulunan fakat yeküne baktığımız zaman bu küçük mutlulukların çarpan etkisinin sıfır olduğu filmlerden biri.
Liesel komünistlerin elinden komünist olmayan ailelere verilen bir kız çocuğudur. Geride bıraktığı yıkık dökük bir yaşantıyı yeni babası Hans ve yeni annesi Rose ile aşmaya çalışacaktır. Evlerine gelen davetsiz bir misafir sonucu sürekli tetikte yaşamak zorunda kalan bu ailenin en küçük üyesi olan Liesel da bu hayattan ve olup bitenlerden kaçmak için çareyi kitaplarda bulacaktır. Ama öyle bir dönem ki bu yeterince Alman olmayan veya Alman karşıtı olan kitaplar şehrin meydanlarında yakılmaktadır. Kitap bulmak için önüne çıkan fırsatları değerlendiren ve bulduğu kitapları okudukça büyüyen, öğrenen, anılar biriktiren ve o anılara sımsıkı bağlanan Liesel’ın hikayesi The Book Thief. Yönetmenliği Brian Percival’in yaptığı filmde başrol Sophie Nelisse’ye usta oyuncular Geoffrey Rush ve Emily Watson eşlik ediyor. Hürrem
The Lives of Others
The Lives of Others, Florian Henckel von Donnersmarck tarafından yönetilen, Soğuk Savaş döneminde geçen ve sansürün bireyler ile toplum üzerindeki etkisini derinlemesine ele alan bir filmdir.
Film, Doğu Almanya’da Stasi subayı Gerd Wiesler ekseninde gelişir. Wiesler, yazar Georg Dreyman ve oyuncu sevgilisi Christa Sieland üzerinde casusluk yapma görevine atanır. Wiesler, yazarın ve sevgilisinin hayatını dinlemeye ve gözlemlemeye başladığında, Stasi’nin baskı rejimini sorgulamaya başlar. Dreyman’ın aslında sistemden çok da memnun olmadığı, sadece dışarıdan uyumlu göründüğünü anlar ayrıca Christa’nın, Stasi’nin yüksek rütbeli bir yetkilisi tarafından tehdit edilip manipüle edildiğini öğrenir. Wiesler, başta görevine sadık bir ajan olsa da Dreyman ve Christa’nın insancıl yaşamlarına tanıklık ettikçe, rejimin acımasızlığını fark eder.
Dreyman, bir arkadaşının rejim baskısı yüzünden intihar etmesi üzerine rejimi eleştiren bir makale yazmaya karar verir ve bu makaleyi Batı Almanya’da yayımlatır. Wiesler bu olaydan sonra Dreyman’ı suç üstü yakalama fırsatına sahip olmasına rağmen oldukça radikal bir karar alır. Sansür teması, özellikle ifade özgürlüğü üzerinden işlenir. Film boyunca, devletin gözetimi altında yaşamanın insanları nasıl paranoyak, güvensiz ve sessiz birine dönüştürdüğü açıkça gösterilir. Sansür, bireylerin sadece dışa dönük ifadelerini değil, iç dünyalarını da şekillendirir.
The Lives of Others, vatandaşların sürekli izlenip denetlendiği bir ortamda sansürün bireyler üzerindeki etkisini gözler önüne seren, bireyin totaliter rejime karşı ahlaki mücadelesini, devlet gözetimi altındaki hayatların trajedisini ve insan ruhunun en karanlık dönemlerde bile vicdanlı kalabilme gücünü anlatan derin ve dokunaklı bir filmdir. Lâl
The People vs. Larry Flynt
Larry ve Jimmy Flynt kardeşler kadınlara oldukça düşkündürler. Biraz da bu motivasyonla olsa gerek bir gece kulübü açmışlardır. Larry kardeşine göre biraz daha toplumun istediği türden bir girişimcidir. O zamanlar popüler olan Playboy dergisine nispeten daha cüretkar bir dergi çıkarmaya karar verir. Derginin çocukların kolay elde edebileceği yerlerde satıldığından ötürü Larry Flynt kamu tarafından dava edilir. Bu andan itibaren film, Larry Flynt’ın dergisi Hustler’ı yargıya karşı kabul ettirme mücadelesini anlatır. Bazen davalar amacından sapıp Flynt’ın kişisel hırslarına da dönse genel olarak Flynt’ın duruşu basın, yayın özgürlüğü konusunda emsal teşkil etmektedir. Gerçek bir hikayeden uyarlanan The People vs. Larry Flynt’ın başrolünde bu filmle Oscar’a da aday olan Woody Harrelson yer alıyor. Harrelson’un hareketli, kendini belli eden oyunculuğu gözünüzü hep ona çevirmenize sebep oluyor. Filmin yönetmen koltuğunda ise Guguk Kuşu ve Amadeus filmleriyle Oscar’da en iyi yönetmen ödülünü kazanan Milos Forman yer alıyor. Milos Forman bu filmle de en iyi yönetmene aday oluyor ama bu sefer eli boş dönüyor. Hürrem
Trumbo
Başrolünde birçok rolle tanıdığımız Bryan Cranston’ın oynadığı Trumbo, Hollywood tarihinin en iyi senaristlerinden Dalton Trumbo’nun hayatını ve onun sansürle olan mücadelesini anlatıyor.
Amerikan Komünist Partisi üyesi olduğu için McCarthy’ci dönemin sansürleriyle kara listeye alınan Dalton Trumbo’nun mücadelesini ve takma isimlerle yazdığı senaryolarla hayatını idame ettirdiği dönemi anlatan film, Hollywood’un yaşadığı en baskıcı ve sansürcü dönemi birinci elden bize yansıtıyor. Cranston’ın harika oyunculuğuyla beraber, döneme dair de en iyi biyografilerden. Hollywood tarihinin en iyi filmlerinden biri olan Spartacus’un yazım aşamasını da barındıran filmde, Kirk Douglas’ın Trumbo’yu ikna etmesi ve künyeye ismin yazdıracağına dair söz vermesine rağmen, hali hazırdaki baskı ortamından dolayı yapamaması da yine Trumbo’nun yaşadığı zalimliklere başka bir örnek. Filmin yakaladığı başarı ve ödüllere rağmen, Dalton Trumbo ancak ve ancak kara liste dönemi bittikten sonra tekrar künyeye eklenebildi.
Bütün hayatı mücadeleyle geçen Trumbo komünist olduğu için asla Hollywood tarafından hiçbir zaman gerçek manada kabul edilmedi. Trumbo, sadece küvetindeyken yazabilen komünist bir senaristin filmi, zayıflıkları ve eksikliklerine rağmen Cranston’ın oyunculuğuyla beraber bir iade-i itibar filmi. Sansürün egemen güçlerin elinde, özgür Amerika’da dahil nasıl uygulandığının güçlü bir örneği. Anıl B.