Demolition (2015): Yıkımın Psikolojisi

Bir kaybın ardından yıkılmak mı gerekir, yoksa yıkmak mı iyileştirir? Jean-Marc Vallée’nin Demolition filmi, yas sürecine alışıldık patolojilerden değil, bir yabancılaşma ve anlamsızlık krizinden yaklaşır. Jake Gyllenhaal’ın canlandırdığı Davis karakteri, eşini kaybettikten sonra ne ağlar ne de yas tutar; bunun yerine bir otomat gibi çalışmayı, sökülüp incelenmeyi bekleyen eşyaları ve duvarları parçalamayı seçer. Film, kaybın ardından gelen duygusal boşlukla yüzleşemeyen bireyin, duygularını nesnelerle ve yabancılarla kurduğu tuhaf ilişkiler üzerinden çözümleme çabasını anlatır. Demolition, bir yıkımın anatomisini çıkarırken, aslında bir kendini bulma sürecinin de katmanlarını açar.
Albert Camus’un Yabancı romanını okuyanlar bilir ki kitap, Cezayir’de yaşayan Fransız kökenli Meursault adlı bir adamın duygusal tepkisizliği üzerinden absürt felsefesini işler. Roman, Meursault’nun annesinin ölüm haberini almasıyla başlar; ancak onun bu ölüme karşı kayıtsızlığı, yas tutmaması ve cenazede sergilediği soğuk davranışlar çevresindekiler tarafından yadırganır. Meursault’nun gündelik yaşamı da aynı tepkisizlikle ilerler: bir kadınla ilişkiye başlar, arkadaşının intikamına ortak olur ve rastlantılar sonucu bir Arap’ı öldürür. Bu olay, onun toplumla kurduğu mesafenin ve duygu yoksunluğunun trajik bir dönüm noktası olur.
Romanın ikinci bölümünde Meursault’nun cinayet sonrası yargılanma süreci anlatılır. Ancak mahkemede esas yargılanan şey, onun işlediği suçtan ziyade hayata karşı kayıtsız tavrı, annesinin cenazesindeki durgunluğu ve genel ahlaki normlara uymayan tutumudur. Meursault, toplumun beklentilerine yabancı biri olarak tanımlanır ve idama mahkûm edilir. Romanın sonunda, ölümün kaçınılmazlığını kabul eden Meursault, evrenin anlamsızlığı karşısında içsel bir huzur bulur. Böylece Camus, bireyin hayatın saçmalığı karşısındaki duruşunu sorgular ve absürd felsefesini ete kemiğe büründürür.
David ve Meursault’un paralel giden hayat hikâyeleri, bireyin toplumla olan çatışmasına odaklanıyor. Toplumsal normlar, ailemiz aracılığıyla biz bebekken ayna evresine vardığımız anda içimize işlemeye başlar. Buna İmgesel’den Simgesel’e geçiş diyoruz. Simgesel olan kaçınılmaz olandır. Ancak bu belirlenimci hayat koşulları insanların travmaları sırasında eğilip bükülebilir. David aynı Meursault gibi yasını toplumun beklentilerine göre yaşamaz. Aslında toplum sizden bu gibi durumlarda kırılgan ve pasif olmanızı bekler. Örneğin; yakını öldüğünde kişiler bir başka kişiyle bir süre romantik ilişkiye başlamamalı, hayatını bir süreliğine dondurmaya bakmalıdır.
David, hikâyedeki Meursault gibi şeyleri umursamayı bırakır. Bu noktada, filmdeki yas süreci daha karmaşık bir yapıda ortaya çıkıyor. Otomata sıkışan atıştırmalığının peşine düşen David, hayatın en ciddi anında absürt bir gayeyle dolup taşıyor. Bu durum bir savunma ve hayatta kalma mekanizması olarak görülebilir. Ani boşluğa düşme sırasında veya Simgesel düzenin anlamsızlığı gibi durumlarda insanların tekrar hayata bağlanması için kendine bir panzehir üretmesi gerekiyor. Otomatla edilen kavga her ne kadar geçici olsa da David’in panzehir üretme çabaları sessiz bir şekilde devam eder. Konuştuğu müşteri temsilcisiyle olan ilginç bağı, sonrasında onun oğlu ile olan maceraları Lacan’ın deyişiyle ilk Sinthome olarak beliriyor. Benim panzehir olarak tanıttığım bu kavram semptomun karşısında konumlanacak şekilde Lacan tarafından uydurulmuş bir terimdir. Mesele daha kolay anlaşılsın diye gerçek yaşamdan bir örnek vermek istiyorum:
Ulysses’in yazarı James Joyce modern edebiyatın en büyük yazarlarından biri olarak görülür. Lacan, yazarın yapıtlarını, mektuplarını ve söyleşilerini incelediği vakit kendisinin yüksek ihtimalde psikotik biri olduğu kanısına varır. Psikotik bireyler Simgesel düzeni reddeden radikal psikolojik vakalardır. Toplumsal kuralları, gelenekleri, normları yok sayarlar. Fakat simgesel gerçekliğimizden böylesine kopan bir kişi nasıl modern edebiyatın en önemli figürlerinden birisi olabilir? İşte burada yazma eyleminin kendisi panzehir olarak işlev görüyor. Joyce eğer yazarlık yapmasaydı büyük ihtimalle ömrünü hastanelerde geçirecekti. Ancak yazarak, bir yandan dünyamıza tutunmayı başarmış ve aynı zamanda kendine has üslubu ile oldukça özgün yapıtlar ortaya çıkarmıştır. Yazma eylemi onun sinthome’u olmuştur.
Peki David’in 2. ve asıl sinthome’u nedir? David toplumsaldan soğuyan, ondan uzaklaşan biri olarak aynı zamanda kendini psikotik bir hale getirmekten korkmaktadır. Bu korku bilinçdışına dairdir ve genelde içgüdüsel bir şekilde tepkimeye uğrar. Toplum ona yıkılmasını emreder; toplumsal normal, kayıpların ardından ağır üzüntüler yaratma eğilimidir ve genel kaygılara göre yaşanan üzüntü bir gösteriye dönüşmelidir. Fakat birisi buna karşı geliyorsa –David- o zaman kendisini hayatta tutacak şekilde sinthome’unu yaratmak zorundadır. O, yıkılmayı tersine çevirip yıkmaya başlar. Önce karısının ailesiyle olan ilişkisini, sonra işini ve hatta kelimenin tam anlamıyla bir evi yıkmaya başlar. Yıkmak onu hayatta, yani Simgesel düzenin bir parçası olarak yaşamın içinde tutmaktadır.
David yıkarak neyden zevk alır? Aslında her şey, ani gelişen bir kazanın hayatını yıkmasıyla başlıyordu. İşte düşünen varlık için hayat bu kadar önemsiz ve kırılgandır. Güzel bir iş, sevgi dolu bir eş… Hayattaki tüm amaçlarınıza ulaştığınız yanılgısı genelde bu kadar ani gözler önüne serilmez. Serildiği anda bazı insanların derin bir arzu boşluğuna düşmesine şaşırmamalı. O andan itibaren hayatın devamı için sürekli yerine getirilmesi gereken arzu ihtiyacımız anlamsızlaşmaya başlar. Bu durum, insanda geriye kalan tüm arzular dışında nihai arzunun – yani ölüm arzusunun- baş göstermesine vesile olur. Her insanda zaman zaman vuku bulan ölüm arzusunun sıklıkla David’in hayatında depreşmesi bir risk oluşturur. Acısından zevk alma çabası artık tek kurtuluşu haline gelir. Çünkü toplumun kabul ettiği ve kanıksanmasını istediği sıradan arzuların çemberinden birden bire koparılmıştır.
Acıdan zevk alma biçimi kişiden kişiye değişir. David toplumsal bir norm olarak yapının karşısına yıkımı tercih eder. Bizler yapmanın zor, yıkmanın kolay olduğu öğretisiyle büyüyen bir nesiliz. Bize yapıcı olmak öğretildi. Simgesel düzenin hayatta kalma şartı; yapma, dizayn etme ve üretmede saklıdır. Buna karşı gelmek, Simgesel düzene karşı gelmektir. Yıkmanın zevki bu yüzden acı verici bir zevk olarak ortaya çıkıyor. David; Karen ve oğluyla gelişmekte olan ilişkisi süresince bu joussaince’ın esiri olur. Ta ki, bu insanlarla olan ilişkisi sayesinde tekrardan yapıcı olmanın arzusunu hatırlayana kadar…
Yabancı romanına dönersek: Hatırlarsanız Meursault, annesinin ölümünü soğukkanlılıkla karşıladıktan sonra işlediği cinayet sonrası idama mahkûm edilmişti. Yabancı romanı, Demolition’a göre çok daha trajiktir. Çünkü hikâyede karşılaştığımız ölüm arzusu öyle baskın hale gelir ki Meursault, Sinthome üretme şansı yakalayamadan ölümünü bekler hale gelir. Ölüm arzusu, hayatın anlamsızlığı ile paralel ilerleyen ve insanı ne zaman bulacağı bilinmeyen bir muammadır.
Son olarak, Demolition filminin insanın doğasına dair net konuştuğunu vurgulamak istiyorum. Değer verdiğimiz her şey pamuk ipliğine bağlıyken yönetmenin söylediklerine katılmamak elde değil. David’in yaşadığı her şey aslında oldukça normal, hepimizin verebileceği reaksiyonlar. İnsan denen canlı bazı açılardan basit, bazı açılardan ise anlaşılması imkânsız. Anlaşılmamızı imkânsız hale getiren yapı ise bizzat insanlığın kendi eseridir. Bu, artık geri dönülemez bir yolun ortaya koyduğu semptomdur. İnsan yarattığı medeniyet ile her daim eksik kalacaktır. Amaçladığı şeyi, hayatın anlamını ve arzularını sorgulayacaktır. Asla net bir cevap bulamaz. Bu yüzden aramaya ve keşfetmeye devam etmeli. Arzuyu reddeden Budistlerin karşısında, arzularımızı anlamlandırmaya ve sönenlerin yerine yenisini doldurmaya çalışalım. İnsan olarak, insanlık namına bunu yapmak zorundayız.