Disgrace (2008): Hepinizin ya da Hiçbirinizin İçindeki Utanç
“Bulutlar dağıldı, görüş açıldı. Ancak bakamayacak kadar kederliydik.’’
“Kötü bir adam değil, ama iyi de değil. Soğuk değil ama sıcak da değil, en sıcakken bile sıcak değil. Giyeceği hüküm bu mu, evrenin ve her şeyi gören Tanrı’nın hükmü?’’
“İtiraflar… Özür dilemeler… İnsanı alçaltmak için duyulan bu açlık niye?’’
“Bir Film Bir Roman ve Kurmacanın Kendiliği’’ yazı dizimize, kendi kurmacasını yaşamın sert realitesinden alan ve bu kaynağın hakkını vererek kurmacasını yaratan Coetzee imzalı Utanç ve kitabın aynı isimle film uyarlaması olan Disgrace ile başlamak istedim.
John Maxwell Coetzee geç tanıdığım ama ilk anda dikkatimi çekmeyi başaran bir yazar… Öyle ki Güney Afrika edebiyatına yeşil ışık yakmamı sağladığını söyleyebilirim. Özünde tutkularıyla, hırslarıyla baştan aşağı hem toplumsal hem de bireysel anlamda kendi savaşını yaratan karakterleriyle Coetzee size farklı bir varoluşsal evren sunuyor. Ve bu evren ikircikli dünyalarıyla kendi krizlerinin içinde mahkum olan insanlarla bezeli… Bu kitap ve film; kahramanlarıyla hepimizi vicdani mahkemelerimizin yargıcı yapabilir, acaba kaçımız bu mahkemede failin kalemini kırmazdık sorusu şu an aklımdan öylece geçip gidiyor doğrusu. Etik algısı; toplumsal olarak kabul görmüş değerlerin, toplumun yön verdiği ve çoğu kez kalıba girmiş bir bakışın etrafında şekilleniyor. İnsanın etten ve kemikten olduğu gerçeğinden bağımsız, mekanik bir algıyla yaratılan kurallar silsilesi toplum düzenini sağlarken insanın temel gerçekliğini kapının dışında bırakıyor: duygular. İnsanın etik mekanizması içerisinde içten değil dıştan yönetilmesi, kaynağını insanın vicdanında bulmayan dayatmalar insanı katı bir çatışmayla baş başa bırakıyor: Kendin ol ya da toplumsal ol! Her seçimin bir bedelinin olduğunun bilinmesi gereken bir çatışma bu. Eser tam da böyle bir karakterin yaşamı etrafında şekilleniyor; seçimleriyle bedel ödeyen bir karakterin, Profesör David Lurie’nin… Romanın asıl kişisi David Lurie ellili yaşlarında, Cape Town Teknik Üniversitesinde romantik şairler konulu bir dersin profesörü. Yaşı itibarıyla andropoz sularında yüzen, yalnızlaşmış ve duygularını karşı cinste cinsel tahakkümle doyurmaya çalışan bir kahraman. Bir gün, öğrencisi Melanie ile yakınlaşması kariyerinin sonunu hazırlayacak ve toplumun etik algısıyla olan savaşından geri çekilip, Güney Afrika’da yaşayan kızı Lucy’nin yanına yerleşecek. Bu yeni yaşam, kendini mesleki anlamda duyduğu utanç nedeniyle tecrit eden profesöre çok daha farklı çatışma alanları yaratacak.
Ayrıca İlginizi Çekebilir: Anatomy of a Fall (2023): Tükenirken
Eserde eril otoritenin karşısında güçlü kalmanın yollarını arayan kadınları görürken, hem taşrada hem de modern şehir yaşantısı içindeki farklı kadınların Profesör Lurie eksenli kaçış travmalarıyla karşı karşı karşıya kalıyoruz. Cinsel ve toplumsal kimliklerin patolojik yanlarına güçlü göndermeler var ve bu göndermeler kapalı bir zarf içinde değil.
Filmin ana ekseni romanla bütüncül biçimde ilerlemiş, öyle ki beni etkileyen bazı roman diyaloglarının senarist tarafından yer yer filme de serpiştirildiğini gözlemledim. Hayal-gerçek eksenli dramatik bir karakter olan Profesör David Lurie kendi içsel çatışmalarını yaşarken, farklı karakterlerin gözünden bu çatışmaların nasıl karşılandığını izleyebiliyoruz. “Hayalin dokunulmazlığı gerçeğin acımasızlığından nasıl kurtarılabilir?’’ sorusunun bir cevabı yok ve bana kalırsa hem filmde hem de romanda hayal-gerçek oldukça yorgun ve sona geldiğinizde her ikisi de var olmaktan vazgeçmiş gibi duruyor. Bu vazgeçmişliğin arasında kendini var edebilmekte zorlanan tüm kahramanlar bizi eserin bu yanına doğru sürüklüyor.
“Sesini yitirmişlerin bu dünyadaki yankısı olabilir mi edebiyat?’’ Profesör Lurie, İngiliz şair Lord Byron hayranlığı nedeniyle yaşamdan en uzak kaldığı anlarda bile sanatsal yaratımlarla var olmaya çalışır. Onun için bu bir savunma mekanizması ve hayattaki değerinin fısıltısıdır. Dışarısı ne denli gürültülü olursa olsun en sessiz ve dingin mecra sanattır, en azından kahramanın bunu böyle algıladığını farklı sekanslarda gözlemliyoruz.
Senarist Anna Maria Monticelli tarafından kağıda dökülen ve yönetmen Steve Jacobs’un başarılı uyarlamasıyla beyaz perdede yer bulan bu eser romanla el ele yürümüş ve başarılı oyunculuklarla dokusu zedelenmeden bizlere sunulmuş. Müzik ve mekânsal özdeşliklerin de payıyla romanı okuyup filmi izlediğinizde kahramanların romanın içinden koşa koşa sinema perdesine geldiğini açıkça görebilirsiniz. “Bir süre sonra organizma kendini onaracak ve ben, onun içindeki hayalet, eski halimi bulacağım. Ne var ki gerçeğin böyle olmadığını biliyor. İçini umarsızlık dolduruyor. Yaşamı besleyen kan içinden çıkıyor; onun yerini umarsızlık alıyor; kokusuz, tatsız, beslemeyen. Onu solursunuz, kollarınız bacaklarınız gevşer ve hiçbir şeyi umursamazsınız, hatta bıçak boğazınıza dayandığında bile! ’’
“Doğru bir hayat mı benimkisi?’’
“Doğru ya da yanlış, ama senin.’’