Emilia Pérez (2024): Türler Arası Çılgın Bir Seyir
Yazı, filmle ilgili bazı sürprizleri açık etmektedir.
Yeraltı Peygamberi (Un Prophète, 2009) filmiyle kalpleri çalan Fransız yönetmen Jacques Audiard’nın ses getiren son filmi Emilia Perez (2024) Meksika’da üç kadının hikâyesini baş döndürücü bir tarzla anlatıyor. Rita, karısını öldürüp intihar süsü veren bir erkeği içi rahat etmese de işi gereği savunup temize çıkaran bir avukatken, bir mafya patronu da onu kendisine yardım etmeye zorlar. Böylece ikisinin de günahlarının kefaretini ödemeye çalışacağı yeni bir hikâye başlar.
Boris Razon’un Écoute adlı romanından ilham alan ama kesinlikle kitabın bir uyarlaması olmayan bu özgün film; tıpkı başrolü Emilia Perez gibi, aynı anda birçok şey olmak istiyor: Kimlik arayışı, LGBT savunusu, feminist bir tavır, Meksika’daki uyuşturucu kartellerinin, şiddetin, devlet yozlaşmasının ve sınıf ayrımının eleştirisi gibi temalar üzerinden bir aksiyon filmi, aşk filmi, aile filmi ve müzikal. Biraz pembe dizi, biraz epik anlatı tadında. Emilia Perez bu konuları derinleştirerme yoluna gitmediğinden yeni bir şey söylemiyor olabilir ama söylediğini yeni bir yöntemle söylüyor. Önceden izlediğim hiçbir şeye benzemeyen, sinema sanatının sınırlarını kurcalayan deneysel bir eser. Sadece kadın ve erkek stereotiplerine değil, ön planda erkeklere yer veren veya daha erkeksi bulunan suç ve aksiyon filmleri ile daha kadınsı bulunan müzikal ve melodram arasındaki sınırlar üzerinden geleneksel film türlerine de meydan okuyor. Türler arası geçişleri sırıtmayan, zarif bir şekilde yaparken senaryodaki ters köşeleriyle de etkiliyor.
Film, şilte ve demir alırız mealinde sözleri olan bir şarkıyla açılıyor; hemen ardından bu şarkının, muhtemelen bu tip materyaller toplayıp satarak geçinenlerin bulunduğu bir kamyonetten geldiği anlaşılıyor. Şilte ve demir zıtlığıyla yapılan açılış, bir kadın filminin içeriği açısından dikkat çekici. Yumuşak olan şilte, kadını zayıf, ikinci sınıf bulan ataerkinin kadına bakışını yansıtmasının yanı sıra kadının yeri de evdeki şiltedir der gibi. Demir ise ataerkil bir toplumda erkeğin kadına vurduğu demirden prangayı imliyor olabileceği gibi, kadının şilte kadar yumuşak bir kalbi olsa da o prangayı kıracak kadar güçlü olduğuna, hatta kadının yumuşak algılanmasına neden olan kalbinin onu güçlü kıldığına gönderme de olabilir.
Nitekim mafya babasının cinsiyet değiştirip kadın olmasıyla birlikte, kalbi de yumuşuyor; gücünü artık suç işleyerek para kazanmak yerine insanlara yardım etmek için para harcayarak kullanmak istiyor, böylece bir nevi Türkiye’deki Cumartesi Anneleri gibi kayıplarını arayanlara yardımcı olabileceği bir dernek kuruyor. Bir erkekken, mafya babasıyken gömülmesini sağladığı cesetleri, kadın olduktan sonra bulup ailelerine teslim ediyor. Geçmişin erkek kötüsü, şimdinin kadın iyisi. Aynı bedende iki kişi mi, aynı kişi mi? Cinsiyet değiştirmek insanın hayattaki duruşunu zıt yönde değiştirebilir mi? Geçirdiği fiziksel metamorfoz, ruhani arınma sağlar mı?
Kadını yüceltirken onun erkekten daha “iyi” olduğunu ifade eder gibi duran filmin kadın-erkek ayrımı ilk başta indirgemeci görünebilir. Aslında o ne bir erkek bedenindeki mafya patronu Manitas ne de bir kadın bedenindeki yardımsever Emilia Perez. Onu belirli bir cinsiyetin sahibi olarak değil, hem erkek hem kadın olmayı deneyimlemiş biri olarak görürsek; kadının iyi, erkeğin kötü olduğu şeklinde yorumlanabilecek sorunlu bir alt metin yerine, kişinin tek bir bedende hem kadın hem de erkek olabileceği gibi, tek bir bedende hem iyi hem kötü olabileceğine dair daha insani bir yargıya varılabilir. Tam da bu nedenle, bu filmin salt bir LGBT filmi veya feminist bir film olmayıp, sadece film türlerine değil kadın, erkek, trans vb. bütün stereotiplere de meydan okuduğunu düşünmek mümkün. Film hem ne anlattığı hem de nasıl anlattığı üzerinden “tür”ler arası sınırları yıkmaya girişmişe benziyor.
Ayrıca İlginizi Çekebilir: Belle de Jour (1967): Jouissance ve Fantezi – Lacancı Çok Kısa Bir Çözümleme
Filmde geçen “Bedeni değiştirmek toplumu değiştirir” cümlesi, ataerkil bir toplumda kadın duyarlılığıyla yaklaşılsa toplumda şiddet azalır ve sonuçta toplum değişir gibi doğrudan ve yine gerçekdışılığıyla sorunlu (ama kimi feministleri memnun edecek türden) bir okumaya kapıyı aralayabilecek olsa da, “bedeni değiştirmek” ifadesi “kendini karşı cinsin yerine koymak” ve bu türden bir empatiyle cinsiyetçiliği ortadan kaldırarak toplumu yeniden şekillendirmek biçiminde daha sağlıklı bir şekilde de yorumlanabilir.
Kimlik boyutunu bir yana bırakıp etik açıdan bakınca, Emilia’nın fiziksel ve ruhani olarak değişmiş olması, geçmişte işlediği suçlardan sorumlu olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Zaten filmin ne Emilia’yı ne de Rita’yı aklamak gibi bir derdi yok, onları karakter olarak ilginç kılan da bu. Nitekim Emilia’nın, erkekken (Manitas haliyle) evli olduğu Jessi yeniden evleneceğinde çocuklarını ona vermek istemeyişine tepkisi de azbuz olmuyor. Erkeği tükaka gösterip kadını yücelttiği şeklinde yorumlanabilecek alt metin işte bu noktada farklı bir açılım yapıyor. Buraya kadar şiddet erkekle kodlanmış olsa da, Emilia da Jessi de çocuklarını yanında tutmak için hileye ve şiddete başvurmaya hazır. Şiddetin salt erkeğe değil, insana içkin bir davranış biçimi olduğunu savunurcasına.
Filmin coşkun bir nehir gibi akan görsel ve işitsel çekimine kapılıp bazı noktaları gözden kaçırmak kuşkusuz olası. Oysa Emilia’nın kötü bir erkekten iyi bir kadına dönüşümünü sağlayan şeyin “para” olduğunu unutmamak lazım. Elbette cinsiyet değiştirme ameliyatı ücretsiz yapılacak bir şey değil fakat ortada para olmasa bu hikâye bu haliyle mümkün olabilir miydi? Emilia’nın kurduğu dernek bir dayanışma örgütünden ziyade, kendisinin ve avukatı Rita’nın başında bulunup medyada boy gösterdikleri bir hayır kuruluşu sanki. Toplumsal dönüşümün önünü açmanın ve şiddete karşı bir duruş sergilemenin tek yolu da parayla gelen güçten geçiyormuş gibi bir izlenim yaratıyor film. Hâlbuki sınıf mücadelesine değinilirken güçlü, varlıklı zümrenin ikiyüzlülüğünü eleştiren, müzikal açıdan çok hoş bir sahnenin bulunduğu bir filmin, zenginin kirli parasından farklı bir çözümle gelmesi beklenirdi. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun meşhur ifadesindeki gibi “Hayır işlerine inanmıyorum; dayanışmaya inanıyorum, hayırseverlik çok dikey… Yukarıdan aşağı iniyor. Dayanışma yataydır. Ötekine saygı duyar.” Güçlü ile güçsüz arasındaki hiyerarşik ilişkiyi yıkmak yerine, zenginler de iyi insanlara dönüşüp toplumu değiştirebilir şeklindeki bir masala bel bağlıyor film.
Söylemini farklı şekilde kursaydı bir şaheser olabilecek eserde müzikal, karakterlerin duygularından bahsedeceği anlarda devreye giriyor. Ve bunu öyle bir şekilde yapıyor ki; müziğin kesildiği nokta, seyirciden alkış beklenen bir duraklama anı yaratmıyor, bunun yerine şarkıdan konuşmaya doğal bir geçiş yapılıyor. Sanki müzik, en mahrem duyguları öne çıkaran özel bir noktalama işareti. Zaten insanın duygusal yanını en rahat ortaya koymasına, içini basit ama etkili bir şekilde dökebilmesine imkân tanıyan sanat dalı değil midir müzik? Karakterlerin duygularını seyirciye geçirmede büyüleyici bir gücü var çünkü kalpten kalbe giden en hızlı yol. Örneğin, bir avukatın yasal bir belge hazırlarkenki düşüncelerini, haksızlığı ve sınıf ayrımını sokaktaki halkın kendisine eşlik ettiği, adeta bir ayaklanma, bir eylem havası yaratan bir performansla vermesinden etkilenmemek mümkün değil. Film, müzikleriyle de farklı türlerden bir yelpaze sunuyor; geleneksel Meksika müziğinden pop ve hip-hopa kadar. Bu eklektik ve kapsayıcı yapısıyla tam da çağımızın müzikali. Filmin müzikleri Camille ve Clément Ducol’a ait.