Megalopolis (2024): Ütopya ve İktidarın Yeniden Üretimi
Megalopolis, Francis Ford Coppola’nın yıllardır üzerine çalıştığı ve hayalini kurduğu, bizim ise yıllardır beklediğimiz filmi sonunda vizyona girdi. Film 1 yıldır izleyen herkeste iki uçlu bir karşılık buldu, filmi çok sevenler ve nefret edenler olarak. Megalopolis’in ne yapmaya çalıştığını ve bunu yaparken nerelerde iyi nerelerde kötü olduğunu kendi perspektifimle açıklamaya çalışacağım.
Aslında filmin önümüze koymaya çalıştığı ütopyanın merkezinde megalon denen madde var ancak tüm bunları konuşmadan önce filmin sunduğu Ütopya’nın özellikle Isaac Asimov’un Vakıf serisinde geçen Gaia ile benzerliklerine değineceğim. Gaia tamamıyla kolektif bilincin olduğu bir ütopya dünyasıydı ve insanlığın, galaksinin geleceği bu ütopyada görülüyordu. Coppola’nın, Cesar Catilina eliyle yarattığı Megalopolis’de aslında buna denk düşüyor, hikayenin içindeki krizin ve bu aslında normal insanların yokluk krizinin yine iktidar eliyle kurulan bir ütopya inşasıyla çözülmeye çalışılması. Catilina’nın kurtarıcılığı eliyle yaratılmaya çalışılan bu sosyalist ütopya, aynı zamanda Catilina ve ailesi eliyle yaratılan New Rome kentinin geldiği halle alakalı. Bütün bu ikilik aslında senaryonun gelişmeye başladığı yıllarla ilgili, New York’un 70’lerin başında iflas edip bankaların eline düşmesi, şehrin git gide tehlikeli bir hale gelmesiyle, Amerika’da hala büyük sovyetler paronoyası yaşanırken gelişen senaryo haliyle buralardan çok iz taşıyor. Buna benzer krizlerin yaşandığı New Rome’da iktidar farklı dengelerde ilerliyor ve sürekli Catilina’nın ailesindeki entrikaların içerisinde kalıyoruz. Aslında üç dönemi birbiriyle eritiyor Coppola, İmparatorluk Roma’sı, 70’ler New York’u ve günümüz politik konjonktürü. Bu bazan öyle ajite ve karikatürize hale geliyor ki, izlerken zor anlar yaşıyorsunuz, bunun bilinçli yapıldığı kesin ama bu genel izleyiciyi filmden uzaklaştıran baş etmenlerden. Asla ve katiyen karakterlere bir sempati besleyemiyoruz bu da belki hikayenin içine tam olarak girmemizi engelliyor. Bu dengeler birbirine karışıp, Catilina entrikaların içerisinde yenilmek üzereyken, Vali Cicero’nun kızının ona olan büyük aşkı ve megalon, Catilina’yı tekrar güçlü hale getiriyor. Ve halkın bütün kaynaklarının harcandığı Megalopolis inşası hız kazanıyor. Bütün bu propaganda savaşında, Clodio karakterinin ağırlığı mühim. İktidar aşkıyla yapmayacağı şey olmayan Clodio, kuzenini indirip mutlak iktidarı alma yolunda elinden geleni yapıyor. Yeri geldiğinde bütün servetin sahibi olan amcasından para dilenen, yeri geldiğinde halkla popülist söylemler üzerinden örgütleyip eylem yapan, yeri geldiğinde Catalina’nın eski aşığı amcasının yeni eşi Wow Platinium ile entrikalar planlayan bir karakter. Aslında çiğ ve de derinleştirilmeyen bir karakter, bir taraftan açık şekilde Trump’tan esin alan bir taraftan garip bir Hamlet uyarlaması gibi de duran ama her şekilde yenilmeye mahkum bir anti-kahraman. Megalopolis tüm bu dünyası ve karakterleriyle Amerikan sinemasında son dönemlerde ortaya çıkan ve Birleşik Devletler’in 21.yy.daki halinden ve propagandasından usanmış, hakim devlet bakışının ve anlatısının dışında bir şeyler arayan filmlerden. İyi ve orijinal fikirleri olsa dahi, bu gibi filmler kendilerini zamanın ötesinde görme yanılgısına kapılıyorlar maalesef.
Ayrıca İlginizi Çekebilir: Emilia Pérez (2024): Türler Arası Çılgın Bir Seyir
Megalopolis bir diğer yandan da Francis Ford Coppola ile çok alakalı. Dünya sinemasının en büyük yönetmenlerinden birinin, hayatı boyunca çekmek istediği, bunun için kişisel servetinden çokça para harcadığı ve belki de son filmi. Çağ açıp çağ kapayan, neredeyse çekmediği tür olmayan, birçok filminde kendi kariyerini ve servetini riske atan, çok fazla yönetmene ilham vermiş çılgın biri Coppola artı olarak da kendi çocukları ve yakın ailesi ile birlikte Amerikan sinemasının son 50 yılına büyük etki etmiş bir geleneğin de öncülü. Bir başka elementte, bu film yıllardır bekleniyor, çekim sürecinde bile bir sürü dedikodu ve ortaya çıkan görüntüler bile gündem olmayı başarmıştı. Coppola bana kalırsa açık bir şekilde Cesar Catilina karakterinde kendini görüyor, Julia Cicero karakterinde merhum eşi Eleanor Coppola’yı, megalonda ise diğer aşkı, sinemayı… O yüzden Megalopolis hem Amerika’nın 50 yıllık tarihine hem insanlık tarihine hem de Coppola’nın kişisel hayatına dair epik bir anlatı. Bunun için bence 2 saat 18 dakika yeterli değil çok daha uzun bile olabilirdi, sahip olduğu hikayeye, anlatmak istediği şeye bu süre yetmiyor. Kurduğu bu dünya güdük kalıyor, sistemle ilgili derdini, sıkıntısını anlamakla birlikte, ortaya koyduğu çözüm ideolojik olarak çok yetersiz ve hayalci hatta ütopik bir sosyalizm demek bence yanlış olmaz. Filmin etkisi ise beklenilenden kısa sürdü, özellikle ilk haftasında hem sosyal medyada hem de sinema yazarları arasında büyük bir kutuplaşmaya yol açsa da, tartışmalar çok kısa sürede sönümlendi ve beklenildiği gibi gişede yere çakıldı. Yine de kariyeri bunca başarı ve başyapıt dolu bir yönetmen için muazzam bir deneme ve muazzam bir başarısızlık tek başına bu bile Coppola’nın bıraktığı miras için çok değerli. Hayatı boyunca hep risk, alan olmazları olduran, sinema sanatına bir daha yapılması imkansız şeyler kazandıran Coppola tabii ki yine deneyecekti, yine zamanı yenmeye çalışacaktı, yine herkesin önüne geçmeye çalışacaktı, asıl aksi olsa onun bu büyük sinema mirasına ihanet olurdu.