Memory (2023): Anıların Ağırlığı ve Anıların Hafifliği
Kendisini Después de Lucía (2012), Chronic (2015), Las Hijas de Abril (2017) gibi filmlerden tanıdığımız yönetmen Michel Franco’nun son filmi Memory oldukça ses getirdi bu yıl. Film, ilk izlediğimde naif ve umutlu bir etki bıraksa da üzerine bir iki hafta düşündükten sonra yazmaya karar verdim. Söylemek istediğim şey; Memory öyle bir film ki katman katman kurguladığı konuları ele alış biçimi, sessiz sedasız ama bir o kadar derinlikli. İzledikten bir iki gün sonra hatırınıza düşüyor ister istemez, düşünüyorsunuz. Klasik anlatıda ya da gişe kaygısı olan diğer filmlerde izleyicinin gözüne batırılacak, katarsis yaratacak bazı konuları yerinde bir gerilim ve dramatizasyonla zaman zaman izleyiciyi şaşırtarak işliyor.
Lafı çok uzatmadan konuyu özetlemek gerekirse, bir sosyal hizmet görevlisi olarak çalışan Sylvia’nın hayatı henüz ergenlik çağında olan kızı ve işinden ibarettir. Ancak bir gece kız kardeşinin ısrarıyla katıldığı partide Saul’un Sylvia’nın peşine takılmasıyla, hayatının bu tekdüzeliği değişir. Film, genel olarak Sylvia’nın hikayesinin katmanlaştırılmasına dayansa da aynı zamanda Saul’un da bu genç kadının peşine düşmesiyle yaşamının nasıl farklı bir yöne evrildiğini anlatır.
Acınası Bir Tekinsizlik
Filmi bu denli derinlikli ve etkileyici yapan unsur, uzun bir süre boyunca Saul’un neden partide hiç tanımadığı bir kadının peşine düştüğünü, onun kapısında sabahladığını, Sylvia ile arasında nasıl bir geçmiş ya da bağ olduğunu bilmemize izin vermemesi aslında. Bir kadın olarak gece yarısı sokakta yürürken izlediğimiz haberler, yaşadığımız ya da tanık olduğumuz olaylar dolayısıyla ürperdiğimizi anımsıyoruz özellikle kadın izleyici olarak. Bir de üstüne peşimize hiç tanımadığımız bir adam takılıyor ve bizi eve kadar takip edip, kapımızda yatıyor. Hiçbir şey olmasa bile bu öykünün sizi nasıl rahatsız ettiğini bir düşünün. Ancak filmde bu duyguya bir bilinmezlik, merak, durumun farklı olduğu duygusu da ekleniyor. Hem yönetmen bu duygu durumunu karakterleri yerleştirdiği kadrajlar ve planlarla öyle güzel ifade etmiş hem de oyuncular gerek yüz ifadeleri gerekse soğukkanlılıkları ve fiziksel duruşlarıyla öyle güzel oynamışlar ki “bu işin içinde başka bir şey var” dedirtiyor izleyiciye. Sanki geçmişte bir yerlerden tanışıyorlarmış da kadın onunla iletişim kurmak istemiyormuş gibi… Tam da bu rahatlık anında kadının, sabah kapısındaki adamın yanına gelerek, yakınlarından birine telefon edip onu almalarını söylemesi üzerine tekrar geriliyoruz çünkü adam belli ki yabancı biri. Bir yabancılık, tekinsizlik… Ama aynı zamanda Saul’un aciz duruşu ve suskunluğu sebebiyle acınası bir tekinsizlik hâkim oluyor.
Ayrıca İlginizi Çekebilir: Sorry We Missed You (2019): Peki Bize Ulaşabilen Var mı?
Bilinmezliğin Peşindeyken Bastırılanın Dönüşü
“Kırk yıllık ömürde tek bir yıl sanki kısacık bir süre, oysa şimdiki zamanımdan baktığımda derin bir duygusal yoğunluk içeriyor, belki de geçmiş kırk yılım o tek noktada odaklaşıyor. Esrarengiz bir maddeyle oynuyorum. Demek, belleğin kıvrımları, katlarında bir hayat hikâyesini saklıyor” der Münir Göle , Cogito dergisine yazdığı bir yazıda. Bazen yaşamın fark edemediğimiz akışında tek bir olay/kişi/nesne, bize bütün hayatımızı neden böyle yaşadığımızı hatırlatır. Yani bastırdığımız o travmatik şeye götürür ve şu anı neden böyle yaşadığımızı, insanlara neden mesafeli olduğumuzu, ilişkilerden niçin korktuğumuzu ya da birine niçin ihtiyaç duyduğumuzu, şefkat ve aşkı aradığımızı ya da tam tersine kendimizi kimseye neden ait hissedemediğimize götürür: Hatır-latır. Sylvia gibi neden kendimizi mutsuz, sıradan ve anlamsız bir yüz ifadesiyle işimize verdiğimizi anlarız. Sylvia ve Saul’un hayatlarının, belki de en kötü olmayan ama kendilerini görmek istedikleri en iyi yer de olmayan bu aşamasında karşılaşmaları, ikisi için de bu gidişatı tersine çevirir. Ama en çok da Sylvia için. Genç kadının Saul’e rastlaması, geçmişte bastırdığı travmatik olayları gün yüzüne çıkarır. Erken demans hastası olduğumuz ve bu nedenle yeni olan hiçbir an’ı belleğinde tutamayan Saul’a karşı, belleğinde belki de asla saklamak istemediği ancak bakışından, duruşundan kısacası yaşamı yaşayış biçiminden anlaşılan ve geçmiş anılarıyla kavgalı olan Sylvia… Adam, kaba tabirle unuttuğu için ailesine bağımlı bir hayat sürerken, kadın tersine unutamadığı için ailesinden kopuk. Filmin üzerine kurulu olduğu bu çatışma bile nasıl özgün bir senaryo olduğunu ortaya koyuyor.
Kadının travmatik olan bu anılarında Saul’ü öznelerden biri olarak hatırlamasının yarattığı gerilim, Saul’ün o hatırlamasa da bu geçmişte bir yerinin olmadığının anlaşılmasıyla gelen rahatlık… Karakterler hafızanın katmanları arasında gidip gelirken, izleyicinin de bu yolculukta aynı hisleri yaşaması filmin en büyük başarısı. Film, insan hafızasının karmaşıklığını ve geçmiş travmaların günümüzdeki yaşamı nasıl etkilediğini müthiş bir başlangıç hikayesiyle işlemeye başlıyor. Anımsamalar iyileştiğinde ya da kadın, bu adamın, o kötü anının öznesi olmadığını anladığında kendini onun yaşamına dahil ediyor. Saul için vazgeçilmez olan tek anı, Sylvia için hatırlamaya değer tek güzel anı haline geliyor.
Filmin en etkileyici sahnelerinden biri bana kalırsa, hiçbir şey hatırlayamayan bir adamın, travmatik olan geçmişini hatırlayıp (ailesiyle yaptığı tartışma sebebiyle) günlerce bir kuyunun içine giren bu kadını, o kuyudan çekip çıkartması. Önceki filmlerine bakıldığında son derece karamsar, gergin ve yine travmatik konulara dikkat çeken yönetmen, bu filmde umutlu ve iyi hissettiren bir finalle izleyiciyi şaşırtıyor.
Minimal Bir Öykü, Minimal Bir Sinematografi
Son olarak filmin stilistik tercihlerine değinecek olursam, ele aldığı bu büyük konuları oldukça minimal bir biçimde sahneye koyduğunu söyleyebiliriz.Yönetmen, karakterlerin içsel dünyasını ve değişen duygu durumlarını merkezine aldığı için hem kamera açıları hem de mekânsal tercihler ve ses tasarımı açısından bu duygu durumunun önüne geçmeyecek, abartısız bir mizansen yaratıyor. Karakterlerin geçmişine ya da şu anki hislerine şahit olmamızı sağlayan diyaloglar fazla bilgi içermiyor yani abartısız. Her şeyi anlatmak yerine ima ediyor yalnızca -olması gerektiği gibi- . Doğal ışıklar, dış mekanlar, duyguları ön plana çıkaran yakın ve uzun planlar yönetmenin bu minimalist tavrına katkı sağlıyor. Bu duygusal aksiyonu oldukça iyi yöneten ve oynayan -zaten ikisinin de oyunculukları tartışmasız iyi olan- Peter Sarsgaard ve Jessica Chastain’in de yerinde tercihler olması şaşırtmıyor ve bu tercih de nihayetinde ödülle de taçlanıyor.