Ana Sayfa Eleştiriler Pulp Fiction (1994): Postmodern Sinemanın En İyi Örneği

Pulp Fiction (1994): Postmodern Sinemanın En İyi Örneği

Pulp Fiction (1994): Postmodern Sinemanın En İyi Örneği 9.0
0
Sinemada postmodern anlatı deyince akla ilk gelen Quentin Tarantino‘nun yönetmenliğini yaptığı senaryosunu Roger Avary ile birlikte yazdığı 1994 yapımı Ucuz Roman‘dır. Hikâyesi, oyunculukları ve müzikleriyle kült olan yapım Cannes’da büyük ödül olan ‘Palme d’Or’a layık görüldükten sonra Oscar’a da 7 dalda aday olur. Aday olduğu kategorilerden “En İyi Senaryo” ödülünü kucakladıktan sonra adını günümüze kadar taşır. Günümüzde ise Pulp Fiction “başyapıt” olarak kabul görür. Kadrosunda John Travolta, Samuel L. Jackson, Uma Thurman, Bruce Willis gibi yıldız isimleri barındıran film, önde gelen sinema sitesi ‘IMDb’nin kullancı oylarıyla “Top 250 Film” listesinde 7 numaraya yerleşti.

Ringo (Tim Roth) ve Yolanda (Amanda Plummer) birbirine aşık küçük çaplı soygunculardır. Hayatlarına az da olsa heyecan katmak adına farklı bir planın peşine düşerler. Vincent Vega (John Travolta) ve Jules Winnfield (Samuel L. Jackson), Marsellus Wallace (Ving Rhames) adına çalışan iki tetikçidir. Marsellus, şehir dışındayken tetikçisi Vincent’tan karısı Mia Wallace’ı (Uma Thurman) bir gece dışarı çıkarıp eğlendirmesini ister. Aynı zamanda karanlık dünyanın patronu olan Marsellus, boksör Butch Coolidge’den (Bruce Willis) şike yapmasını ister. Butch maç esnasında yenilgiyi kabul edemeyip kaçmaya başlar. Film, kendine bu yedi karakteri konu edinir.


Peki neden postmodern anlatı deyince akla ilk Pulp Fiction geliyor? Postmodern sanatının belki de en önemli özelliği parçalanmışlık duygusunun her zaman var olmasıdır. Biçim ve içeriğin her daim uyumsuz olması postmoderni, post modern yapan şeydir. Tarantino da Pulp Fiction filminde biçim ve içeriğin uyumsuzluğunu ele alıp parçalı bir kurguyla filmini seyirciye sunuyor. Parçalı kurgu ile zaman ve mekân kavramlarını yok ederek geçmişle şimdiki zaman arasındaki sınırları kaldırıyor. Bu sınırlar sadece parçalı kurgu ile ortadan kalkmıyor. Aynı zamanda filmin doksanlı yıllarda geçmesine rağmen altmışlar ruhunu taşıması, Vincent ve Mia karakterlerinin çıktıkları akşam yemeğinde var olan nostalji duygusu, zaman ve mekân konusunda seyirciye herhangi bir açıklama yapılmaması gibi sebeplerle geçmişle şimdiki zaman arasındaki sınırları ortadan kaldırıyor. Film, belli bir döneme ait olmuyor. Yönetmen, sunduğu parçalı kurgu ile “gerçeklik” algısına da eleştirel bir yaklaşım getiriyor. Modern anlatıda var olan bütünlük algısı, gerçekliği de beraberinde getirir. Postmodern anlatı ise bütünü bir kenara bırakarak parçayla ilgilenir ve bu da gerçeklik algısının tamamen yok olmasına sebebiyet verir. Tarantino, Pulp Fiction ile postmodern anlatının üstadı olarak kabul gören David Lynch kadar iyi bir örnek sunuyor.


Pulp Fiction için en az postmodern anlatı kadar başarılı bir neo-noir örneğidir demek yanlış olmaz. Gerek konusu gerek içeriği gerek de medyaya yönelttiği eleştirilerle iyi bir neo-noir örneği sunuyor. Tarantino, noir filmlerin belli kalıplarını kullanmaktan da geri duramıyor. Noir sinemasında her daim var olan şiddet, gangster, femme fatale gibi kavramlar bu filmde de karşımıza çıkıyor. Dilerseniz tek tek bunlara bakalım. Öncelikle Pepsi, Burger King, McDonald’s gibi dev markalara yaptığı göndermeler ile her daim kapitalist düzenin içinde olduğumuzu göstermesi Tarantino’nun medyaya yönelttiği eleştirisidir. Bu bağlamda Saturday Night Fever filmine gönderme yapılması, Marilyn Monroe karakterinin kullanılması medya eleştirisi olarak okunulabilir. 1940’lı yılların sonunda başlayan ‘film noir’ basitçe “suç filmleri” olarak tanımlanabilir. Pulp Fiction‘ın da konusu itibarıyle bir suç filmi olması onun başlı başına bir ‘noir’ örneği olduğunu gösteriyor. Noir filmlerin olmazsa olmazlarından biri de ‘femme fatale’ karakteridir. Uma Thurman‘ın canlandırdığı Mia Wallace karakteri filmde karşımıza femme fatale olarak çıkıyor. Vincent Vega’nın Mia’yı arzulaması ama başına geleceklerden korkarak ona adım atamaması, erkeklerin hüküm sürdüğü silahların konuştuğu bir toplumda yine adından söz ettirmesiyle Mia Wallace, tam bir femme fatale resmi çiziyor. Bu bağlamda 1994 yılında Tarantino, seyirciye başarılı bir ‘noir’ örneği sunmuş oluyor.

Pulp Fiction, sinema tarihine ‘Post-Modern’ ve ‘Neo-Noir’ örneği sunmasıyla, kavramları ve kodları filme doğru aktarmasıyla, başarısı günümüze kadar gelir. Bir de buna hikâye, müzik ve oyunculuk eklenince filmin “kült” ilan edilmesi kimseyi şaşırtmıyor.

Puanlama

9.0

9.0
Kullanıcı Oyu: ( 5 oylar ) 9.7

Oğuzhan Durmuş 1994 yılında Kocaeli Gölcük'te doğdu. Sinemaya olan ilgisini durduramayıp Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesinde Radyo, Televizyon ve Sinema okumaya başladı ve hala da okumaya devam ediyor. İleride kendi çekeceği filmlerin hayaliyle de yaşamaya devam ediyor.

Bir Cevap Yazın