Ana Sayfa Vizyon Star Wars: The Rise of Skywalker (2019): 40 Yıllık “Umudun” Sonu!

Star Wars: The Rise of Skywalker (2019): 40 Yıllık “Umudun” Sonu!

Star Wars: The Rise of Skywalker (2019): 40 Yıllık “Umudun” Sonu! 7.5
1

Star Wars’ı Star Wars yapan şey nedir? 40 yıldan uzun süredir devam eden seriyle ilgili en büyük soru buydu belki de. 3 üçleme ve birkaç yan filmden oluşan, fazlasıyla çeşitliliğe sahip bu dev seriye her türlü anlam yüklenebilir ancak her zaman bir tema, bir kelime ön plana çıkıyor: Umut. Peki ya umuda sahip olmak ne demek? Bu soruya herkesin farklı bir cevabı olacaktır muhtemelen. Seriye gelen her yazarın, her yönetmenin de buna hep farklı yaklaşımı oldu o yüzden umut birçok şekilde karşımıza çıktı. Umut, mutlu son demek de oldu, zorlu durumların üstesinden gelebilmek de. Hatta arkadaşlık ve aile gibi savaşmanın uğruna değeceği şeyler anlamına geldi. Ve Star Wars bu duyguyu her zaman en iyi şekilde yakalayabildi. En çaresiz durumlarda bile küçücük bir kıvılcımla ateşlenen bir umut hep vardı. Luke, Leia ve Han’ın Death Star’ın yok edilmesinden sonraki sarılmaları, Finn ve Poe’un First Order’ın elinden kaçışları ve daha birçok an bunu temsil etmeyi başardı. Peki ya Skywalker’ların 42 yıla yayılan büyük hikayesinin sonunu getiren The Rise of Skywalker bunu yaratmayı başarabildi mi?

JJ Abrams’ın yönetmen koltuğuna geri döndüğü The Rise of Skywalker, A New Hope’la başlayan bu dev destanın finali olarak büyük bir göreve sahipti. Doğal olarak bu filmden beklenen şey de seride verilmiş bu önemli mesajları daha özel, daha zarif bir şekilde seyirciye verebilmesiydi. Ancak Abrams’ın filmi ne yapması gerektiğini seçemediği için zaman zaman büyük bir kargaşa içine giren ve kimlik sorunu yaşayan bir film. Yönetmen filmin büyük bir çoğunluğunu The Last Jedi’da yapılan “hatalı seçimleri” düzeltmeye harcadığı için odağını bulmakta zorlanıyor. Bunun yanında büyük fikirlere sahip olduğu ve görkemli bir final yapmak istediği de çok belli oluyor yönetmenin. Ancak aynı anda çok fazla şey yapmak isterken hiçbirini tam olarak yapamıyor. Seyircinin umutlu olmanın trajik sonlara bağlanacağını düşünmesini uman ve bitişe hızlandırılmış bir şekilde, üst üste gelen “şaşırtmacalı” ve şaşaalı anlarla giden bir film var karşımızda. Kendisinin de söylediği üzere bir hikayeyi sonlandırmada çok iyi olamayan birisi JJ Abrams ve maalesef bunu bir kez daha gösteriyor bize. The Rise of Skywalker çok büyük bir potansiyele sahipken yönetmenin yanlış seçimleriyle bu potansiyeline tam anlamıyla ulaşamıyor.


Uyarı: Yazının devamı sürprizbozan içermektedir.

Finalle ilgili en büyük sorun, Disney’in en büyük serilerden birini geri getirirken planlama yapmamış olması ve üçlemenin tutarlılığı sağlayacak bir ana çizgi belirlememesi. Bu üçlemeye tamamen farklı vizyona sahip iki yönetmen gelmesi seriyi çok etkiliyor. İkisinin de farklı hedefleri olmasından dolayı son üçlemede birbiriyle çelişen detaylar ortaya çıkmış. Ancak bana kalırsa en büyük sorun Rian Johnson’ın The Last Jedi’da riskli fikirler denemekten kaçınmayarak ortaya serinin en iyi filmlerinden birini çıkarmasının ardından seriyi bitiren JJ Abrams’ın ise risk almaktan kaçınıp kendini fazlasıyla hayran servisine ve nostaljiye yaslaması. Keşke birkaç riskli hamleyi merkeze alıp onlar üzerine odaklansaydı da her şeyi yapmaya çalışmasaydı. Hatta keşke The Last Jedi’da olanları düzeltmeye çalışmayıp kendi filmine odaklansaydı. O zaman istediği büyük fikirleri daha iyi ortaya koyabilirdi belki de. The Last Jedi serinin en bölücü filmlerinden biri olmuştu ancak sonuç olarak ortaya devrimsel bir Star Wars filmi çıkmıştı. Çünkü Johnson bu filmde Star Wars’un dev hikayesine kendi özel eklemelerini yapmıştı. Sonuç seyircileri ikiyi bölse de büyük, yepyeni ve ümit verici fikirlerin ortaya çıkmasına da neden olmuştu. Filmin sonunda “Güç” evrendeki birkaç özel aileye ait bir şey olmaktan çıkmış, daha büyük bir anlam kazanmıştı. Ve galaksideki umudun yeniden canlanmasını sağlamıştı.

Fakat The Rise of Skywalker, bu filmde ortaya atılan hiçbir fikrin sonunu getirmiyor ve filmin “umudun başlangıcı”nı temsil eden hikayesini ve temalarını da yok sayıyor. Açılış yazısında İmparator Palpatine’nin açıklanamaz bir şekilde geri döndüğü ve First Order’ın yükselişini en başından beri yönettiği açıklanıyor. Hatta Snoke’u yaratarak Ben Solo’nun Kylo Ren’e dönüşümünü de onun sağladığı ortaya çıkıyor ve şimdiki hedefinin de Ren’in zıttı konumundaki Jakku’dan “kim olduğu bilinmeyen” ancak güce sahip olan Rey. Buradan bile Abrams’ın nasıl bir önceki filmin fikirlerini görmezden gelip Star Wars’ın sınırlarını geri küçülttüğü ve her şeyi birkaç önemli aileye bağladığı görülüyor, Palpatine bile geri dönüyor bir şekilde! Ancak Abrams’ın bu seçimleri hikayesinde barındırdığı paraleller ve göndermeleriyle seyirciyi öyle ya da böyle tatmin etmeyi başarıyor. Hani öyle ki bu filmde Rey ile Anakin’in hikayesindeki benzerlikler hepten ön plana çıkıyor ve “seçilmiş kişi” sorusu tekrar akıllara geliyor. Ve bence bunun bağlandığı son nokta bir nebze de olsa tatmin edici. Ancak jenerasyonlardır süren bu hikayenin başka önemli sorularını cevaplamada aynı başarıyı sağlayamamış Abrams, ki kendisinin tüm soruları cevaplandırmasını beklemek çok da mantıklı değil belki ama en azından bu filmde ortaya atılan soruları cevaplasa iyi olurdu. Mesela bizim Star Wars evreninin en gizemli, en bencil kötü karakterlerinden biri olan İmparator Palpatine’in nasıl geri döndüğünü merak etmediğimizi düşünüyor olamaz herhalde? Ama nedeni ne olursa olsun film, Palpatine’nin geri dönüşü haber veren yazıyla açılıyor ve sonrasında kendimizi Finn ve Poe’nun yanında, Millenium Falcon’un içinde yine tehlikeli bir maceranın içinde buluyoruz.


Yeni serinin sevilen ikilisi Finn ve Poe, First Order’dan onlara mesajlar gönderip yardım etmeye çalışan köstebek olduğunu öğreniyor ve bunun hemen ardından First Order tarafından takip edildikleri için oldukça hareketli bir kovalamaca içine giriyorlar. Poe’nun ışık hızında birkaç geçiş yaptığı bu kovalamaca hızlıca da olsa bize fazlasıyla güzel birkaç yeni Star Wars konumu gösteriyor. Bu sırada yeni Resistance (Direniş) üssünde General Leia’nın Rey’e “güç”le ilgili eğitim verdiğini görüyoruz ama bu mekanı çok tanıyamadan hemen bir sonraki aksiyon dolu olaya geçiliyor. Film boyunca bu durum hiç değişmiyor. Abrams yüksek tempolu, hızlı geçişlere sahip ve asla yavaşlamayan (gerektiğinde bile) bir filmle karşımızda. Bu durum filmi dinamik hale getirip seyirciyi bir an bile sıkmamayı başarırken bir yandan da seyircilerin olanlar üzerinde düşünmesini engelliyor. Bu da yaratılmak istenen “büyük” anların bazen elden kaçmasına neden oluyor. Yönetmen sanki bir an önce sonuca gitmek istiyor da arada olanların önemli olmadığını düşünüyor gibi. Ancak sırf The Last Jedi’da General Holdo (Laura Dern)’nun son sahnesi bile buradaki bazı büyük sahnelerden daha büyük bir etki yaratıyordu. Çünkü karakter ve sahneye gereken önem verilmiş, yapılması gereken vurguyu yapılabilmişti.

Evet, Direniş, Palpatine’nin nerede olduğunu bulmak için zamanla yarışıyor ve “yön bulucu” tarzı bir cihaz bulmaya çalışıyorlar. İki tane olan bu cihazın birini Kylo Ren açılış sekansında buluyor. Ve bu durum da bir telaş etkisi yaratıyor genel olarak. Ancak ortada olan daha önemli olaya yeteri kadar vurgu yapılmıyor. Palpatine’nin planının yeni bir imparatorluk yaratmak için önüne çıkan gezegenleri yok etmek olmasından ve elinde gezegen yok edebilecek bir ordu dolusu uzay gemisi olduğundan aynı etkiyle bahsedilmiyor. Oysa ki eski filmlerde sadece bir tane Death Star tarzı bir gemi olurdu ve karakterlerin en azından bundan bahsettiğini duyar, olacaklara karşı olan endişelerini görürdük. Bu gibi detaylar yönetmenin elinde bulunan karakterleri yanlış şekilde kullandığı anlar yaratıyor.

Filmde asla yanlış ele alınmayan karakterlerden biri ise filmin (bana göre) gizli yıldızı C-3PO (Anthony Daniels). Neredeyse tüm Star Wars filmlerinde bir şekilde karşımıza çıkan, sevilen droid, tek cümlelik komik yorumlarıyla filmde harikalar yaratıyor. Droid’in ana kadroyla olan ilişkisi de her zamanki gibi muazzam. Ancak The Last Jedi’ın yıldızlarından biri olan Kelly Marie Tran’in canlandırdığı Rose karakterine önemli hiçbir görev verilmemesi büyük bir hayal kırıklığıydı. Bir önceki filmde en kritik görevlerden birinde rol alan Rose bu filmde Finn’in “Bizimle çıkacağımız maceraya gelmek ister misin?” tarzı bir soruya nedensizce hayır diyor ve sadece etkisiz bir yan karakter olarak kalıyor.

Rey ise The Force Awakens’la başlayıp The Last Jedi’da da merkezde bulunan “kim olduğu” sorusunun cevabını aramaya devam etmekte (oysa ki biz bu arayışın sonlandığını düşünmüştük). Ve oldukça beklenmedik ve temelleri olmayan bir sonuçla Rey’in Palpatine’nin torunu olduğu ortaya çıkıyor. Anlayacağınız Rey’in ailesi onu içki parası için satan “hiç kimseler” değil de onu büyük babasından korumaya çalışan iyi insanlarmış. Bu sırada Finn ise “Güç” sahibi olmaya başlamış (The Last Jedi’ya yapılan nadir referanslardan biri buydu muhtemelen) ancak bu durum sadece Rey’in başının dertte olduğunu hissetmek için kullanılıyor ve öylesine koyulmuş bir detay olarak kalmaktan kurtulamıyor. Finn’in Poe ile olan ilişkisinin tam anlamıyla işlenmemiş hissi vermesi ise filmin en büyük eksiklerinden.

Poe’nun ise bir önceki filmdeki “We are the spark that will light the fire that will burn the First Order down!” (“Biz İlk Düzeni yakacak ateşin kıvılcımıyız!”) konuşmasının ardından burada gelişimini tamamlayamamış oluşu ve Leia’nın ona bir önceki filmde öğrettiklerinden bir ders çıkaramaması üzücü. Oysaki bunları yapabilse Leia ve Han’ın karşımı muazzam bir karaktere dönüşecekti, maalesef gelişimini tamamlayamıyor. Carrie Fisher’ın kaybının bu filmde Poe’nun karakter gelişimini etkilemiş olması da çok mümkün. Fisher’ın kullanılmayan eski sahnelerinden alınan kesitlerden bu film için yaratılan sahneler onun mirasına haksızlık etmemek için yapılan bir deneme olmaktan ileri geçemiyor. Ancak Leia’nın filmdeki ölümüyle filmin duygusal yoğunluğu en yüksek olan anlarını ortaya çıkarıyor. Leia son gücüyle Han Solo’yu bir anı olarak oğluna gönderiyor ve Han ile oğlu arasında duygusal bir konuşma yaşanmasına neden oluyor. Bakıldığında çok saçma görünen bu sahne ise Harrison Ford ve Adam Driver’ın başarılı performansları sayesinde işe yarıyor. Bunun sonunda Ben Solo, kendini “günahlarından arındırma” yolundaki ilk adımı Kylo Ren kimliğini tamamen bırakarak atıyor. Bir sonraki adım ise sevdiği kişi olan Rey’e yardım etmeye gidiyor oluşu.


Bunlara ek olarak filmin sırf sonuç bölümünde de birçok şey oluyor. Rey sonunda Palpatine’in bulunduğu yere gidiyor, burada SithJedi arasında nesiller boyu süren çatışmanın devam ettiğini görüyoruz. Bu sırada Palpatine’in Final Order (Son Düzen) adını verdiği ordusu ile Direniş çatışmakta. Palpatine’in eski bir ritüel yoluyla Rey’i tamamen etkisi altına alması yakınken Ben geliyor. Ve Rey’le beraber Palpatine karşı duruyorlar ancak bunun sonucu istedikleri gibi olmuyor. En sonunda Rey daha önce yaşamış tüm Jedi’ların ruhlarını çağırarak büyük babasını Harry Potter-vari bir sonla yenmeyi başarıyor ancak bunun sonucunda ölüyor. Ben ise son gücünü kullanarak Rey’i diriltmeyi başarıyor. Karakterlerin üç filmdir işlenen ilişkisi ise öpüşmelerinin ardından Ben’in ölmesi ve Rey’i tekrar galakside Güç için tek umut olarak geride bırakmasıyla sona eriyor. Rey ise tüm bunların ardından Final Order’ı Lando Calrissian’ın da yardımıyla alt etmeyi başaran Direniş’le, arkadaşlarıyla buluşuyor ancak bu durum kısa sürüyor. Filmin sonunda Rey’i Tatooine’de Luke ve Leia’nın hayaletlerine bakarken ve Skywalker ismini alırken görüyoruz.

İnanmak zor belki ama bundan çok daha fazlası oluyor filmde. Jodie Comer’dan tutun da Mark Hamill’a kadar birçok cameo. Star Wars evrenine dair “I know” (Biliyorum), “These aren’t the droids you are looking for” (bunlar aradığınız droidler değil), “I got a bad feeling about this” gibi birçok ikonik cümleye harika göndermeler mevcut. Bunun dışında birçok gönderme ve paralel de dikkat çekecektir muhtemelen ancak önceki filmlerde görülen ReyLuke paralelleri burada da çokça kullanılmış (“Dark Rey” ve “Dark Luke” en dikkat çekicisi olmak üzere). Buna ek olarak, belki de Palpatine’in gelişiyle, ReyAnakin paralelleri de daha belirginleşiyor. Bu paraleller hikayeye derinlik katmayı sağlıyor ancak Rey’in ilk iki filmde işlenen karakterinden biraz olsun uzaklaşmasına da neden oluyor.

En büyük korkusuyla baş etmeyi başaran, beklenmedik durumların üstesinden sağlam duruşuyla gelen birisi vardı karşımızda ilk iki filmde. Luke’un “en çok korktuğun şey ne?” sorusuna en çok korktuğu şeyin kendisi olduğunu söyleyen ancak en sonunda “kim olduğundan asla korkma” diyen Leia’yı dinleyecek bir Rey vardı karşımızda bu filme kadar. Usta’ları olan Luke ve Leia’nın gösterdiği yoldan ayrılmayan ama bunu da kendi gücü sayesinde yapabilen bir Rey! Evet bu filmde de karşısına çıkan büyük zorlukların üstesinden gelmeyi başardı ancak sonunda döndüğü nokta hikayesine başladığı noktayla aynı oldu. Kim olduğu gerçeğiyle yüzleşmek istemeyen ve geleceğe umutla bakan bir Rey.

Rey’in başladığı noktaya dönmesi ise hikayesine buruk bir son veriyor bana kalırsa. The Force Awakens’ta Jakku’da tek başına, ailesiyle ilgili gerçekleri inkar eden Rey bu filmin sonunda ise Tatooine’de yine tek başına, ailesini inkar ederken görünüyor. Skywalker maskesi arkasında saklanırken yine olduğu kişiyle yüzleşmeyi reddediyor. Oysa Rey, Palpatine olmadan da “Güç”lü olabilirdi ya da Skywalker maskesine sahip olmadan. Ve bence hiç kimse olmayan Rey bu şekilde kalsa ve içindeki “kötülükle” olan çatışması mirasından dolayı değil de insan olmasından dolayı kalsaydı hikayesi çok daha iyi olurdu. Hatta bu Star Wars’ın hikayesini de daha iyi yapardı. Seçilmiş kişi olması için illa “seçilmiş” bir aileden olması gerekmezdi. Sadece “Rey” iken her şey daha güzeldi sanki!

Puanlama

7.5

7.5
Kullanıcı Oyu: ( 2 oylar ) 7

Yorum(1)

  1. Hiç bir filmi eskisi gibi izlemiyorum. Çok teşekkürler çünkü sinemaya bakışım yorumların sayesinde değişti. Çok daha anlam kazandı. Başarılar ve teşekkürler

Müberra Gül için bir cevap yazınCevabı iptal et