Ana Sayfa Eleştiriler Sweat (2020): Yalnızlığa Bir Tık Kadar Yakın Olmak

Sweat (2020): Yalnızlığa Bir Tık Kadar Yakın Olmak

Sweat (2020): Yalnızlığa Bir Tık Kadar Yakın Olmak 7.0
0

“Diyeceğim o ki biz, bugün için ölesiye eğlenme noktasına gelmiş olan bir topluluğuz”.

Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence¹ adlı kitabında, modern çağın gösteriye dayanan toplumu ve kitlelerin afyonu olarak iş gören kitle iletişim araçları için işte bu sözleri kullanmıştır. Yazara göre modern toplumlarda politikadan, dine; spordan, eğitime kadar her şey gösteri dünyasının (Show Business) uzantılarına dönüşmüştür. Yönetmen Magnus von Horn imzalı Sweat (Ter, 2020) filmi de bedenin, beğenilerin, gündelik rutinlerin, kısacası kişisel yaşama dair her şeyin gösteri dünyasının bir parçası haline geldiği günümüz insanına bir sosyal medya fenomeninin gözünden bakıyor. Yaptığı sporlar sayesinde popülerleşen Sylwia (Magdalena Kolesnik) aracılığıyla geniş kitlelere ulaşan bu fenomenlerin kamera arkasını, kendi kamerasıyla gözlemliyor.


90’lı yıllardan itibaren hız kazanan teknolojik ve bilimsel gelişmelere paralel olarak, toplum yapısında da dönüşümler yaşanmış; o yıllardan, günümüz postmodern toplumlarına dek insanoğlu bitmek bilmez bir yarışın içine girmeye başlamıştır. Siyasetten, eğlenceye her şeyin tek bir “tık”a bağlı olduğu internet teknolojisi, gündelik yaşamımızın neredeyse her anını ekranlara ve sanal dünyaya indirgemiştir. Hal böyle olunca günümüz insanı, bir yandan işlerini büyük ölçüde kolaylaştıran ve hız kazandıran teknolojiye giderek bağımlı hale gelirken, diğer yandan bulanıklaşan sanal ve gerçek ayrımının içinde kendi benliğini dahi kaybeden birer “kukla” haline gelmiştir. Kukla derken alaycı bir kullanımdan ziyade kelimenin gerçek anlamıyla “başkaları tarafından oynatılmak ve konuşturulmak üzere tasarlanmış insan ve hayvan figürleri” akla gelmelidir. Tıpkı Sweat filminin Sylwia’sı gibi Youtube, Instagram, Snapchat ya da TikTok gibi uygulamalarda yaptıkları işler ve özel yaşamlarını sergileyerek aboneleriyle iletişim kuran ve aynı zamanda bu yolla para kazanan sosyal medya fenomenlerinin dönüştüğü gibi. Bu kişilerin ne zaman üzüleceği, ne zaman öfkeleneceği, ne kadar yiyeceği, neyi giyineceği başkalarının onların video ve fotoğraflarına koyduğu “like” ve yorumlarla belirleniyor. Abone sayısı, kişinin saygınlığının ve popülerliğinin en büyük göstergesi iken, aynı sayı paylaşacağı en ufak “yanlış” ya da “hatalı” içerikle birlikte aynı miktarda düşman ve nefret anlamına da geliyor.


Tam da bu nedenle sosyal medya fenomenine odaklanan bir filmin, karakterin duygusal yaşamına olduğu kadar toplumsal dinamiklere de odaklanması gerekiyor. Magnus von Horn aracılığıyla bir sosyal medya fenomeninin üç günlük rutinine baktığımız Sweat filmi, bir yandan ana karakter Sylwia’nın vazgeçmekle devam etmek, mutlulukla üzülmek arasındaki gerilim dolu ruh halini yansıtırken, diğer yandan ona “kusursuz” biri olduğu için hayran olan takipçilerinin taciz boyutuna uzanan ikircikli tutumuna tarafsız bir bakış atıyor. İzleyici bir yandan bu genç fenomenin sahip olduğu 600.000 aboneye karşı hissettiği yalnızlık duygusuna onun en özel alanında –evinde- şahit olurken, diğer yandan açılış sahnesinde olduğu gibi onunla kamera aracılığıyla bağ kuran, onun sayesinde “zayıflayan”, “güzelleşen”, “iyileşen” insanlara duyduğu bağlılığı derinden hissediyor. Rahatsızlık ve merhamet gibi iki farklı duygunun aynı anda hissedilebilmesinde kuşkusuz karakteri canlandıran Magdalena Kolesnik’in oyunculuk performansı ve tıpkı bir akıllı telefon gibi oradan oraya savrulan kameranın da payı büyük. İzleyici açılış sahnesinde Sylwia’nın bir alışveriş merkezinde büyük bir kalabalıkla yaptığı sporu izlerken adeta onunla yoruluyor, insanlara olan aşkına (ki karakter takipçilerine sürekli “aşklarım” diye sesleniyor) ve insanların ona olan tutkusuna inanamıyor. Aynı izleyici bu kez Sylwia soyunma odasına geçtiğinde büyük bir yalnızlık ve tekinsizliğin içinde buluyor kendini. Bu yalnızlık ve tekinsizlik, en üst katında oturduğu rezidansta da devam ediyor. İzleyici zaman zaman camların, aynaların arkasından baktığı bu genç kadının takipçisi oluyor. Kimi zaman da çektiği videolardan sonra hissettiği duygusal boşluğa şahit olan bir ev arkadaşı oluveriyor. Aktüel kullanılan kamera adeta Sylwia’nın eli gibi hareket ediyor.

Yönetmen ve oyuncu Kolesnik yapılan söyleşide, filmin Polonya’nın mevcut toplumsal durumunu yapısını da yansıttığını söylüyor. Magdalena Kolesnik, “dijital yerliler” olarak adlandırılan günümüz Z kuşağı ile diğer kuşaklar arasındaki çatışmadan söz ediyor. Karakterin film boyunca annesiyle kurduğu ilişki, daha doğrusu kuramadığı ilişki ve uzun yemek sahnesinde doruğa çıktığı iletişimsizlik Polonya toplumuna özgü nesiller arası uçurumu temsil ediyor. Bu uçurum yalnızca teknolojiye ve sanal dünyaya hâkim olup olmamakla ilgili değil, aynı zamanda kapitalizm ve komünizm gibi ayrımlardan da kaynaklanıyor. Filmde “influencer”larla temsil edilen bu nesil bedenlerin dahi metalaştığı neoliberalizmi yansıtıyor. Çağımız yazar ve teorisyenlerinden Byung-Chul Han²’ın da ifade ettiği gibi, günümüz insanı her şeyin ölçülebilir ve karşılaştırılabilir olduğu bir sömürü dünyasında yaşıyor. Kendini geliştirme atölyeleri, motivasyon artıran hafta sonu faaliyetleri, yaşam koçları ya da zihin antrenmanları gibi birçok “neoliberal tahakküm teknikleri” üzerinden disipline ediliyor. Filmde Sylwia’nın kendi içine döndüğü, ağladığı ve yalnızlığını paylaştığı en samimi videoya gelen ağır eleştiriler bu yeni sömürünün en belirgin göstergesi oluyor. Çünkü her şeyin tek bir tıkla halledilebildiği, bilgiye, eğitime ve sağlığa erişimin bu kadar “kolay” olduğu bir çağda insanlara en büyük düşmanının mutsuzluk, üzüntü ve öfke olduğu söyleniyor. Her şeyin robotlaştığı bu sanal dünyada insani duygulara da yer yok. Bu açıdan film yalnızca influencerlığa değil, bu çağın insanına da tarafsız bir şekilde göz atıyor.


Yönetmenin gerçek bir sosyal medya fenomenini yakından takip ederek yarattığı hikâyenin baskın renkleri de pembe. Pembe bu “kusursuz” ve “mükemmel” görünen Sylwia’nın toz pembe dünyasını simgeleyen ama aynı zamanda onu bertaraf eden bir renk olarak yansıyor filme. Bu çelişkili günümüz insanını aşk, taciz, beden, güzellik üzerinden tartışan film, özellikle taciz sahnelerinin de etkisiyle kurduğu gerilimi finale taşıyamıyor. Sylwia’nın popülaritesini artırmanın bir aracı olan televizyon kanalında maruz kaldığı alaycı bakışa verdiği tepki yerinde olsa da ucu açık olan bu kapanışın daha etkileyici bir sahneyle sonlanması arzusu da beraberinde geliyor.


¹
Postman, Neil,  (1990). Televizyon. Öldüren Eğlence, (Çev. Osman Akınhay), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

² Han, B.C. (2020). Psikopolitika (çev. Haluk Barışcan) İstanbul: Metis Yayınları.

***2020 Cannes Film Festivali Seçkisi***

Puanlama

7.0

Kullanıcı Oyu: ( 0 oy ) 0

Bir Cevap Yazın