The Devil’s Bath (2024): Yalnızlık, Melankoli ve Ruhu Parçalanmış Bir Kadın
Son yıllarda özellikle korku sineması açısından birbirini tekrar eden ve özgün senaryo eksikliğinden dolayı eski kült korku yapımlarının (Scream, Chucky ve Testere gibi seriler) tekrar ve tekrar ısıtılıp önümüze koyulduğu bu dönemde özellikle 2010 yılının ardından yıldızı parlamaya başlayan bir alt tür olan folklorik korku filmleri bu alana yeni bir soluk getirmeye devam ediyor. Dünya prömiyerini 20 Şubat 2024’te 74. Berlin Film Festivali’nde ana yarışma programında yapan The Devil’s Bath bu türün en yeni ve en güzel işlenmiş örneklerinden biri. Goodnight Mommy (2014) ve The Lodge (2019) gibi başarılı korku filmleri ile tanıdığımız Veronika Franz ve Severin Fiala ikilisi bu kez saf bir folklorik korku ile seyirci karşısına çıktı.
Konusu itibarıyla 1750’li yılların yukarı Avusturya bölgesinde geçen film, Agnes adında köylü bir genç kızın hikayesini aktarmaktadır. Sahne bir kadının bebeğini şelaleden aşağı atması ile ve daha sonrasında kiliseye gidip günah işlediğini itiraf etmesi ile başlar. Ardından ana karakterimiz Agnes’in yaşamına geçeriz. Agnes, sevgilisi Wolf ile mutlu bir düğün töreni eşliğinde evlenir. Evliliklerinin ilk günleri her ne kadar güzel geçse de daha sonradan bu ilişki Wolf’un ilgisizliği, Agnes’in bir bebek sahibi olmak istemesine rağmen eşinin isteksizliği ve gündelik hayatta yaşadıkları iletişim kopukluğu nedeniyle Agnes’in bir melankoli ve yalnızlık haline düşmesi ile sonuçlanır. Agnes’in içine düştüğü melankoli ve bir çocuk sahibi olamayışı onu günden güne daha da kötü bir ruh haline sürükler ve bağlı olduğu Hristiyanlık inancı ile yalnızlığı ve melankolisi arasında sürüklenmeye başlar.
Folklorik Korku Motiflerini Yerli Yerinde Kullanan Bir Film
Yazar ve yönetmen Adam Scovell, tür adına önemli bir çalışma olan Folk Horror: Hours Dreadful and Things Strange (2017) isimli çalışmasında folklorik korkuyu tanımlarken bir şekilde bu filmlerin içerisinde yer alan 4 karakteristik özelliği bir zincir olarak şu şekilde sıralar:
- Belirli bir bölgenin sunduğu doğa manzarası ya da kırsal manzara,
- İzolasyon,
- Çarpıklaşmış (sapkınlaşmış, bozulmuş) ahlaki/dini inançlar,
- Oluş / Çağırış
Filmin geçtiği yukarı Avusturya’nın kırsal bölgesi, ormanları, bataklıkları, taştan evleri, gölleri ve köy hayatını yansıtan diğer unsurları ile ortaya çıkmaktadır. Bu kırsal köy yaşamı, alışık olduğumuz modern ve kentsel yaşam biçiminin aksine aynı zamanda bir psikolojik ve toplumsal izolasyonu da beraberinde getirmektedir. Kırsallık ve izolasyonun insana getirmiş olduğu soğuk, yalnız ve melankolik duygu, dini inançlara aşırı uçta bir bağlılık getirmekte ve bu inançların ya da ahlaki değerlerin çarpıtılarak şiddete, kanlı ayinlere, cadı avlarına ve hatta toplumsal histerilere yani bir oluşa ya da çağırışa dönüşmesine neden olabilmektedir.
The Devil’s Bath’de ise bu kanlı son Agnes’in çevresinden yeterli sevgiyi ve ilgiyi bulamaması sonucunda bir çocuğu öldürmesi, günahını itiraf etmesi ve idam edilmesiyle ortaya çıkar. Ancak Agnes dini bağlılığından dolayı intihar ederse cehenneme gitmekten korktuğu için tıpkı filmin başındaki kadının yaptığı gibi bir çocuğu öldürür ve kiliseye giderek suçunu itiraf eder. Bunun sonucunda kilise Agnes’e idam cezası verir ve bir kılıç ile kafası kesilerek idam edilir.
Filmde Agnes’in içine girdiği depresyon hali herhangi bir doğaüstü gücün ona musallat olması nedeniyle değil daha çok onu melankoliye ve yalnızlığa iten ilgisiz bir eş, zorba bir kayınvalide ve uğursuz bir kırsal insan topluluğu sebebiyle olmuştur. Agnes ise filmin hemen başında bebeğini bir şelaleden aşağıya atan ve sonrasında günah çıkardığı kilise tarafından idam edilen kadının parmağını bir bezde saklayarak ve ara sıra onu öperek kutsallaştırmış ve film de bu iki kadının benzer süreçlerden ve duygu durumundan geçtiğini hissettirmiştir.
Dertlerim Beni Bu Hayattan Bezdirdiğinde, İçimden Bir Ci̇nayet İşlemek Geldi
Film, ilhamını 18. yüzyılda gerçekleşen ve kayıt altına alınmış vakalardan almaktadır. Filmde Kathy Stuart’ın Suicide by Proxy in Early Modern Germany: Crime, Sin and Salvation (Erken Modern Almanya’da Vekaleten İntihar: Suç, Günah ve Kurtuluş) kitabında bir araya getirdiği ve 18. yüzyılda gerçekleşen ve kayda geçen 300’den fazla vakayı incelediği kitabından yararlanılmıştır. Bu kayıtlara göre intihar etmek isteyen ancak bunu beceremeyen ya da cehenneme gitmekten korkan insanlar idam edilmek için cinayet işlerlerdi. Günah çıkardıktan sonra ise günahlarından arınarak cennete gitmeyi umarlar ve böylece intihar edenleri bekleyen sonsuz lanetten kurtulduklarını düşünürlerdi. Film de tam bu ilginç noktadan ilhamını alarak aslında bize gerçekten yaşamış bir kadın olan Agnes Catherina Schickin’in hayatını Agnes karakteri üzerinden anlatıyor ve karanlık bir dönemin anlatısını tarihi bir noktaya dayandırıyor.
Ayrıca İlginizi Çekebilir: The Servant (1963): Öz-Bilinç Mucizesi, Evet ve Hayırın Diyalektiği
Film, sağlam bir temele dayandırdığı hikayesinin yanında sinematografisi ve oyunculuklarıyla da üst seviye bir iş ortaya koyuyor. Geç Orta Çağ estetiği taşıyan kırsal mekanların ve kilisenin tekinsiz havası, halk folkloru ile dini uygulamaların ürkütücü sentezi filmde Anja Plaschg (Agnes), David Scheid (Wolf) ve Maria Hofstätter (Kayınvalide) gibi oyuncuların performanslarıyla gerçeküstü bir deneyime dönüşüyor. Özellikle Agnes karakterinin duygusal çalkantıları ve histerik halleri seyirciye bir empati duygusu yaşatmasının yanında işlediği günahlar nedeniyle karaktere belirli bir mesafe koymasını da sağlıyor. Böylelikle film beyaz ve siyah kadar net bir son ortaya koymadan hikayesini karakterlerinin günahları ve sevaplarıyla ortaya koyuyor ve filmin yorumunu da büyük oranda seyirciye bırakıyor.
Sonuç olarak The Devil’s Bath, türün sevenleri için yılın çarpıcı filmlerinden biri olmakla beraber bu tarz slow burn thriller (olayların kademe kademe geliştiği ve temponun yavaş yavaş yükseldiği) filmlere aşina olmayanlar için biraz zorlayıcı olabilecek bir film gibi görünüyor.