They Live (1988): Özneleşme Krizi ve Simgesel Düzenin Çözülüşü
Korku sinemasının en büyük handikabı, türün geniş kitleler tarafından “sığ” olarak algılanmasına yol açan, izleyiciyi yalnızca ani korku ve gerilim unsurlarıyla tatmin etmeye çalışan filmlerin yarattığı algıdır. Bu yüzeysel yaklaşım, korku sinemasına olan genel bakış açısının daralmasına sebep olsa da, yetkin bir yönetmen için güçlü bir avantaja dönüşebilir. Korku sineması, herkesi cezbedebilecek basit ve doğrudan korku unsurlarıyla izleyiciyi yakalarken, derin alt metinler aracılığıyla düşünsel bir alan yaratma potansiyeline sahiptir. Bu tür filmler, izleyiciyi yalnızca yüzeyde eğlendirmekle kalmaz; bilinçdışında yer edinen mesajlar aracılığıyla uzun vadede daha derin bir öğrenme ve anlama sürecine teşvik edebilir. Üstelik bu entelektüel deneyim, doğrudan fark edilmese bile, izleyicide bilgiye olan açlığı ve keşfetme arzusunu körükleyebilir.
They Live, John Carpenter sinemasının belki de entelektüel yapısı en geniş olan filmi olarak kabul edilebilir. Filmin altında yatan felsefi ve sosyo-politik alt metinler, Carpenter’ın korku sinemasına getirdiği özgün yaklaşımı derinleştirir. Bu noktada, 19. yüzyılın ortalarında doğan Sinestezi akımı, They Live’ı en iyi tanımlayan yöntemlerden biri olarak düşünülebilir. Sinestezi, farklı duyuların birleşimini ifade eder; renkleri işittiklerini söyleyen şairlerin, içsel duygu patlamalarını dile getiren romantik bir kavramdır.
Benzer bir biçimde, korku sinemasının düşük kültür olarak görülmesi, Carpenter’ın ellerinde yüksek felsefeyle birleşerek -beklenmedik bir sentez olarak- derin bir eleştirel yapıya dönüşür. Korkunun basit bir eğlence unsuru olarak görülmesi, bu filmde toplumsal düzene ve tüketim kültürüne yönelik sert bir eleştirinin taşıyıcısı olur. They Live, korku sinemasının sunduğu bu paradoksu başarıyla kullanarak, izleyiciyi hem eğlendirir hem de düşündürür, düşük kültür olarak kabul edilen bir türün felsefi bir platforma evrilmesini sağlar. Felsefenin geleneksel olarak soğuk, mesafeli ve zaman zaman üstten bakan tavrı, They Live gibi filmler aracılığıyla tamamen altüst edilir. Bu film, felsefenin yalnızca soyut düşünceler ve derin kavramsal tartışmalarla sınırlı olmadığını, aksine popüler kültürün “sığ” olarak değerlendirilen ürünlerinde bile anlamlı bir derinlik yaratabileceğini kanıtlar. İşte bu noktada felsefenin “deliği” açığa çıkar; yani, felsefenin en ciddi ve en etkileyici hali, günlük hayatın en sıradan unsurları içinde saklıdır. Felsefe, bu bağlamda hiç olmadığı kadar ciddi ve bir o kadar da ilgi çekici hale gelir; çünkü en yüzeysel görünen yapıtlarda bile derin bir eleştirel düşünce barındırabilir.
Ayrıca İlginizi Çekebilir: Halloween(2018): 40 yıl Sonra Gelen Katliam
They Live, işsiz bir inşaat işçisi olan Nada’nın (Roddy Piper) hayatına odaklanır. Bir gün tesadüfen bulduğu özel bir güneş gözlüğü, dünyayı algılama şeklini tamamen değiştirir. Gözlükler sayesinde insanların gerçek yüzlerini, yani dünyayı gizlice kontrol eden uzaylı elitleri görebilir. Bu uzaylılar, toplumun her kesimine yerleşmiş ve medya, reklamcılık gibi araçlarla insanları farkında olmadan kontrol etmektedir. Nada, gerçeği gördükten sonra sisteme karşı bir direnişe katılır ve bu düzeni açığa çıkarmak için savaşmaya başlar.
Filmin konusunu bu şekilde özetleyebiliriz fakat filmin can alıcı sahnesi nedir? Elbette esrarengiz bir gözlüğün Nada’ya sunduğu alternatif bir gerçekliktir. Ya da şunu sormak gerekiyor: Bu bir alternatif gerçeklik midir yoksa gerçeğin kendisi mi? Carpenter’ın yapmaya veya göstermeye çalıştığı şey adeta Lacan‘ın Simgesel ve Gerçeklik düzeni arasında gösterdiği farkı anlatma amacı taşır. Simgesel düzen insanlığın dil ve hukuk yoluyla inşa ettiği anlam düzenidir. Simgesel düzen insan için İmgesel ve Gerçekten çok daha fazla yer kaplar çünkü konuştuğumuz dilin sınırları içerisine hapsoluruz ve bu sınırlar öyle uzun zaman önceden çizilmiştir ki simgesellik kişileri otomatlaştırır ve özne hallerini yok eder. İdeolojinin kitlelerce ve uzun zamandır kabul edilen simgeleridir bunlar. Örneğin, çalmanın ayıp olduğu fikri -ideoloji ötesi genel geçer bir kabul olması gerektiği ayrıca tartışılabilir – ideolojinin en temel fikirlerinden biridir. Reklamlarda ihtiyacımız olmayan ürünlerin ihtiyacımız gibi görünmesi yine ideolojinin simgesel düzlemde yarattığı bir başka göstergedir. Tüm bu gösterge ve fikirler insanlık tarafından düzenli bir şekilde yeniden kabul edilir ve üretilir. Dolayısıyla özne yitimi modern toplumlarda hat safhadadır.
Bazı aydınlanmacılar bunun tam tersini savundular. Descartes‘ın cogitosunu ön plana çıkartarak bireyin hiç olmadığı kadar özerk, kendine yeten ve bilinçli halini yani-öznelliğini vurguladılar. Hatta onlara göre nesnellik bu manada bulunmamaktadır. Fakat dünyanın geldiği nokta, yani tepkisizlik, konforuna düşkünlük ve çevresel yıkımlar düşünüldüğünde durumun böyle olmadığı gözler önüne seriliyor. Kişinin bu denli önemli hale getirilmesi yine insana zarar veriyor. Darwin’in insanı evrimsel süreçte konumlandırdığı yer, Spinoza’nın savunduğu gibi diğer her canlı ve cansız varlık için doğayla bütündür. Doğaya uyum sağlamak için evrenin birçok belirleyici etkeni karşısındaki karşı konulamaz sarhoşluğumuzu kabullenmemiz gerekiyor. Tüm bunlar arasındaki en belirgin belirleyicinin ise ideoloji olduğuna Marx gibi dikkat çekmeliyiz. Dolayısıyla nesnel, herkese az ya da çok ama bir şekilde sirayet eden bir dışsallığı kabullenmeliyiz. Kabullenmek sadece görmenin yetmediği bir sorgu sürecinin ilk parçasıdır.
Nada, herkes gibi sıradan bir hayat sürmekte ve hayatta kalmak için iş ve kalacak yer arayışındayken, kiliseye yapılan polis baskınıyla birlikte bir farkındalık edinmeye başlar. “Che vuoi?”*: “Benden ne istiyorsun?” ya da “Neler oluyor? Bu kişilerin önemi nedir?” gibi sorular etrafında dönüp dururken, bir kutu gözlüğün gizlendiğini keşfeder. Gözlüğü taktığında, dünya aniden siyah beyaz bir şekilde, normalde gördüğünden farklı göstergeler sunmaya başlar. Reklam yazılarının yerini “itaat et, çoğal ve uyum sağla” gibi emirler alırken, daha korkuncu, bazı kişilerin uzaylı şeklinde görünmesidir. Bir grup elit uzaylının insanlığın içine karıştığı ve beyinleri yıkayan simgesel düzenin hâkimi haline geldiği gerçeğiyle yüzleşen Nada, bu sahneler aracılığıyla öznenin krize girdiği bireyi temsil eder.
Her şey sıradan iken bir anda gerçeklik, simgesel düzende bir kırılmaya yol açar. Uzun zaman sonra birey, özneleşmek ve birtakım kararlar almak zorunda kalır. Yaşadığı panikle uzaylıları öldürmeye çalışırken, yaşadığı bu aydınlanmayı en yakın arkadaşına göstermeye çabalar. Gözlük, Gerçeğin krizini ortaya koyarken Nada yani özne, özne olduğunu hatırlar ama Frank için özne ancak kendindeki eksikliği gördüğü zaman bunu başarabilir ve gerçekliğin aynasına ihtiyacı vardır. Arkadaşı Frank adına ayna görevi görmek Nada için oldukça meşakkatli geçer. Lakin neredeyse 10 dakikalık bir inatlaşma sonrası istediği aydınlanmayı arkadaşına yaşatabilir. Peki, Frank neden gözlüğü takmamakta bu kadar ısrarcıdır? Sonuçta karşısında deli gibi konuşan Nada için gözlüğü takıp 2 saniyede onu tatmin edebilir ve yara bere içinde olmadan işine dönebilirdi. Žižek filmin bu sahnesini harika çözümlüyor. Ona göre bu bir konformizm örneğidir ve ideolojik savaşta en büyük düşman olarak belirir. Nada’nın arkadaşı Frank, gerçeği görmek istemez. Aslında göreceği şeyden ve hayatının bir daha eskisi gibi olamayacağından korkar. En nihayetinde ya mücadele etmek ya da unutmak için feda etmesi gereken şeyler olacaktır. Lacancı tabirle simgesel düzenin ayrılmaz bir parçası olarak ezelden beri ölü olan büyük Öteki -toplumsal normlar, yasalar, ideolojiler ve bireyler üzerindeki görünmez denetleyici güç- herkesin paylaştığı kolektif bir uydurmadır. Kral çıplaktır (Gerçek düzlemde) ancak kıyafetleri varmış gibi davranıp üstünü övmek isteriz. (Simgesel) Farkındalık seviyesi kişiden kişiye değişmesine karşın çoğu insan aramızdaki istilacı uzaylılarla yaşamayı kabullenmiştir. Öte yandan Slavoj Žižek, post modern öznenin paradoksal bir şekilde, resmi kurumlara karşı sinik bir tavır sergilerken aynı zamanda görünmez bir Ötekinin tüm kontrolü elinde tuttuğu komplolara sıkı sıkıya inandığını savunmaktadır.
“Sinizm ile inancın açıkça çelişkili olan bu bitişmesi, katı bir biçimde büyük Ötekinin ölümüyle bağıntılıdır. Büyük Ötekinin kaybolması, bu kayboluşun size yüklediği dayanılmaz özgürlükten kurtulmak için bir Ötekinin Ötekisini oluşturmanıza neden olur. Sonuçta bir Ötekinin Ötekisine inanıyorsanız, büyük Ötekini ciddiye almanız gerekmez. Bu nedenle sinizm ile inancı eşit ölçülerle sergilersiniz.” (Myers 2014: 89)
Bu ikilem, bireyleri toplumun kalıcı bir parçası haline getirirken, Nada ve diğer karakterlerin Gerçek ile Simgesel düzlem arasında sıkışması, bir eylem zorunluluğunu beraberinde getirmiştir. Edim, öznenin yeniden doğuşunu mümkün kılar, çünkü özne kriz anında benliğini hiç olmadığı kadar derinden hisseder ve bir eyleme geçme ihtiyacı içinde kıvranır. Frank’e yaşadıklarını kanıtlama arzusu bu noktadan doğar, ancak bu tek başına yetersizdir. Şimdi, kilisedeki direnişçilerle birleşip devrimi gerçekleştirme zorunluluğu belirir. Bu riski almak, yalnızca Gerçek ve Simgesel arasındaki geçişte sıkışıp kalan bireyler için söz konusudur—belki bu süreci bir “araf” olarak nitelendirebiliriz. Her şeyden önce, kendilerini yeniden inşa etmeleri gerekir; fakat bu, her zaman mümkün olmayabilir. Devrim sürecinde yaşanan ölümler ise yeniden inşa edilmekte olan özne ve toplumun önündeki en somut ve büyük engeli teşkil eder.
İdeoloji, Simgesel düzlemde ‘Karayipler’e gel’ derken, Gerçek düzlemde ‘Evlen ve çoğal’ demektedir. İdeolojinin bu çarpıklığı, onun asıl doğasını oluşturan şeydir—doğrudan ifade edemediği gerçekliği gizler ve bu yüzden simgesel bir zemine ihtiyaç duyar. They Live filmindeki gözlük, sadece bir farkındalık aracı olmanın ötesinde, Gerçek’in saf bir ifşasıdır ve bu görüntü, izleyicide hayret uyandırıcı bir etki yaratır. İçsel bir tedirginlik verir, izleyiciyi uçurumun kenarına getirip itmeye çalışır. Bu nedenle Frank’in, Nada’ya katılarak direnişe geçmesi, ideolojik açıdan kaçınılmaz bir son olarak görülebilir.
Filmde Nada toplumun öznelerinin yeniden doğabilmesi adına kendisini feda eder. Filmin sonunda Nada, dünyayı kontrol eden sinyali yok etmek amacıyla kararlı bir şekilde sinyal vericinin bulunduğu kuleye sızar. Kuleyi koruyan uzaylıların ve işbirlikçilerin engellerini aşar ve nihayet çatıya çıkar. Elindeki silahla sinyal vericiyi yok etmeye hazırlanırken, uzaylıların bir helikopterinden açılan ateşle ağır yaralanır. Buna rağmen, son gücüyle silahını kaldırır ve sinyal vericiyi patlatmayı başarır.
Patlamanın ardından, Nada yere yığılır ve hayatını kaybeder. Ölüm anında, gülümseyerek uzaylıların gerçek yüzünü açığa çıkarmanın verdiği tatminle dünyaya veda eder. Bu fedakârlık, Nada’nın toplumu özgürleştirmek adına gerçekleştirdiği nihai edimdir. Nada’nın ilk ölümü ise, sembolik düzlemde gerçekleşen bir ölüm olarak okunmalıdır. İlk ölüm dedim çünkü Žižek’e göre edim, simgesel bir intihardır ve Nada gerçek ölümünden önce gözlüğü taktığında ilk kez ölmüştü. İki kez ölmenin en çarpıcı örneği İsa’nın çarmıha gerilmesidir. Tanrı içerisindeki yeni bir öznenin—Kutsal Ruh’un—oluşabilmesi için kendisi için en değerli olanı feda eder. Bir nevi her şey için yeniden doğmalı ya da yeniden kavramsallaştırılmalıdır. Žižek’in belirttiği gibi, Antigone gibi bazı edebi karakterler ve film karakterleri de iki kez ölme eğilimindedir.
Şunu belirtmek gerekir ki They Live filminde, ideolojinin yüzü bir gözlük aracılığıyla kolayca görünür hale gelir. Filmin en çarpıcı ve belki de en fantastik yanı uzaylı istilasından ziyade burada yatmaktadır. Zira uzaylıların bizi ziyaret etmesi her an olasıdır, ancak gerçekliğe dair algımızı bu denli net bir biçimde değiştirebilecek bir teknolojik gelişme ya da evrimsel dönüşüm, oldukça uzun bir zaman alacak gibi görünmektedir. Günümüzde, ideolojik yanılsamadan tamamen çıkış sağlayacak, yalnızca fikirsel aydınlanmalarla sınırlı kalmayıp, gerçekliği tüm çıplaklığıyla artı veya eksi olmaksızın görebileceğimiz bir düzleme geçiş mümkün değilse, ne yapılmalıdır?
Žižek’e göre, neoliberal düzen ideolojinin öldüğünü iddia etse dahi, bu düzenin hala eleştirilecek birçok yönü olduğunu savunarak eleştirel bir devamlılık göstermemiz gerekir. Olmadığı iddia edilen bir şey üzerine eleştiri yapabiliyorsak, bu durum, o şeyin var olduğunun kanıtı değil midir? Descartes’ın ünlü sözünü uyarlarsak:
“İdeolojiyi eleştirebiliyorum, o halde var.”
*Slavoj Žižek, Lacan’ın “Che vuoi?” konseptini sıkça kullanır ve bunu toplumsal ve kültürel analizlerinde de genişletir. Žižek’e göre bu soru, hem bireysel düzeyde hem de toplumsal düzeyde arzunun temelinde yatan belirsizliği simgeler. Örneğin, insanlar bir ideolojiyi ya da bir lideri takip ederken, liderin ya da ideolojinin onlardan tam olarak ne istediğini bilmezler. Bu belirsizlik, bireylerin kendi arzularını da anlamalarını zorlaştırır.
KAYNAKÇA
Slavoj Žižek (2015), İdeolojinin Yüce Nesnesi, Çev: Tuncay Birkan. Metis Yayınları, 5. baskı, İstanbul.
Tony Myers (2014), Slavoj Žižek, Çev: Abdurrahman Aydın, Phoenix Yayınevi.