Ana Sayfa İnceleme The Only Son (1936): Hayatını Çocuklarına Adayan Anneler

The Only Son (1936): Hayatını Çocuklarına Adayan Anneler

The Only Son (1936): Hayatını Çocuklarına Adayan Anneler 7.0
0
1923 senesinde emektar bir dul kadın, çocuğunu tek başına büyütmektedir. Bir fabrikada işçi olarak çalışan anne, ailesinin geçimini kendi kazandığı tek maaş sayesinde sağlar. Çocuğu Ryosuke ise Tokyo’da liseye gitmenin hayallerini kurmaktadır. Öğretmeniyle ortak ideallere sahip bu çocuk, annesi duygusal tarafını bastırıp mantığının peşinden koştuğu anda Tokyo’nun yolunu tutacaktır. Anne Tsune’nin elbette tek bir dileği vardır: Oğlunun büyük adam olması ve kendi yaşamının aksine refah içinde yaşaması.

Film iki bölümden oluşuyor. İlk kısım üstteki anlattıklarımı içeriyor. Bu bölüm oldukça kısa bir şekilde geçilerek 2.bölüme geçiliyor. Filmin 2.bölümü 13 yıl sonrayı konu ediniyor. Bu süre zarfında oğlunu bir kere bile ziyaret edemeyen Tsune doğru zamanın geldiğini düşünerek yola koyuluyor. Bu noktadan sonra yönetmen Ozu’dan birkaç hayat dersi alıyoruz. Bu filmin aslında bana kalırsa iki misyonu var:

1-Annenin ne kadar yüce bir varlık olduğunu göstermek. 2-Aile bağları arasında yıllara uzanan ikilemleri ortaya çıkarmak. Birinci önermeyle başlamak gerekirse; anne yıllar sonra ilk defa oğluyla karşılaştığı zaman, onun kendisinden habersiz evlendiğini, hatta çocuk sahibi olduğunu görüyor ve bu kısımlarda oldukça sakin ve anlayışlı bir anne yorumuyla karşılaşıyoruz. Bu sahneleri izledikten sonra annenin olaylarla alakalı ne düşündüğünü hemen çıkarmak oldukça zor. Fakat zaman ilerledikçe şunu fark ettim ki, annenin dökmek istediği bir derdi var. Çünkü biliyor ki oğlu yıllar önce arzuladığı hayata ulaşamamış. Ryosuke ortalama maaş kazanan bir öğretmen olmuş. Aileye bebeğin ve hatta geçici olarak annesinin katılmasıyla beraber Ryosuke, ailesini kıt kanat geçindirebiliyor. Bu durumdan ikisi de rahatsız. Fakat biri bu durumu bizzat yaşadığı (Ryosuke), diğeri (Tsune) ise bu konuda bir gram konuşmadığı için rahatsız. Ryosuke’nin annesine içini döktüğü günün gecesi annenin gözüne uyku girmiyor. Sebebi oğlunun umutsuz konuşmaları oluyor. O gece kendimizi seyirci olarak tekrardan duygu yüklü bir sohbetin içinde buluyoruz. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; tüm bu olanlar Büyük Buhran dediğimiz Birinci Dünya savaşı sonrasında patlak veren, birçok kişinin ekonomik sıkıntı çektiği ve iş bulmakta zorlandığı bir dönemde geçiyor. Haliyle seyirci olarak baktığımızda Ryosuke’nin bir işinin olması aslında oldukça iyi bir durum. Fakat o konuşma esnasında, Ryosuke yıllar önce ondan boşuna ayrıldığını, istediği gibi büyük adam olamadığını söylüyor. Annesi onun bu umutsuz konuşmalarına dayanamıyor ve gelecekte hala şansının olduğunu böyle düşünmemesi gerektiğini söylüyor. Filmin sonlarına doğru komşu çocuğunu at tepince, annesini gezdirmeyi bırakıp çocuğu acilen götüren, komşuya son parasını veren oğlunu gören anne oğluyla gurur duyuyor ve sahip olduğu tek yanlıştan dönüyor: Büyük adamlığın parayla olacağını sanması.

Filme bütünüyle baktığımızda, asıl zorluklar altında yaşamını sürdüren anne, umut dolu olan ve olması gerektiğini oğluna söyleyen, onunla her türlü gurur duyan ve gizlediği tüm şeyleri sakinlikle karşılayan yine o. Anne olayları daha geniş bir pencereden ve daha anlayışlı bir şekilde görürken, oğlu daha dar bir pencereden bakarak ve çevre koşullarını (Büyük Buhran) görmezden gelerek sürekli kendisini suçluyor. Filmin finalinde bir daha diploma almaya çalışıp büyük adam olmak istediğini söylediği anda anlıyorum ki kafa yapısını hala değiştirememiş bir Ryosuke var. Hocasının zamanında vurguladığı ‘‘Eğitim ile refah gelir.’’ Formülünün çöktüğü bir dönemde, o formülü bir daha uygulamak için adımlar atma eğiliminde olan bir Ryosuke var. Aslında görüyoruz ki ‘‘Anne kutsal bir varlıktır. ‘’tan yola çıkan Ozu şu sonuca da varıyor: Büyük adam çok parası olduğu için değil, erdemli olduğu için büyük adam olur.

İkinci önermeyi de ele alalım. Filmin başında çıkan bir söz: ‘‘İnsan hayatındaki trajedi, anne/baba ile çocukları arasındaki kölelik ilişkisiyle başlar.’’ Hemen hemen böyle söylenmiş bir sözdü. Önce bu sözü inceleyerek başlayalım. Kölelik elbette mecaz anlamda kullanılıyor. Kölelikle kastedilen şey, çocuğun anne ve babası ne derse onu yapması gerektiğiyle alakalı. Çocuk yaptığı şeyi normal olarak düşünse de eğer aile izin vermiyorsa yapmamalı. İşte bu ilişki çocuk ile anne/baba arasında bir bağın oluşmasında öncü olur. Ancak ikilem de bu bağdan ortaya çıkıyor. Çünkü zamanı gelince çocuğun aileden ayrılıp kendi ailesini kurması gerekecek. Filmin başlarında annemiz kritik bir kararın eşiğinde buluyor kendini. Çocuğunun geleceği ve gelecekte kuracağı ailesi adına onu okula göndermek zorunda. Fakat ondan ayrılmanın ne kadar acı verici bir his olduğunu da biliyor. Eğer oğlunu Tokyo’ya göndermeseydi onun büyümesine tam anlamıyla şahit olacaktı ve onunla daha çok vakit geçirecekti. Fakat büyük ihtimal onun güzel bir geleceğe sahip olmasını engelleyecekti. Anne oğlunu okula göndermeyi tercih etti ama bu sefer de sürekli hem onun hem de oğlunun aklına ‘‘Gönderilmeseydi ne olacaktı?’’ soruları gelmeye başladı. ‘‘Değdi mi tüm bu olanlar onca ayrılığa?’’ temalı bir dramla da ayrıca karşı karşıyayız. Sonuç olarak bu ikilemde annenin seçtiği her ne kadar doğru olarak gözükse de annenin evine döndüğünde aklının oğlunda olduğunu, özlemin ne kadar zor bir duygu olduğunu görüyoruz.

Bazı fedakarlıklar oldukça zor olabiliyor ve o fedakarlıkların sonuçları insanı bir ömür boyu takip edebiliyor.

Puanlama

7.0

7.0
Kullanıcı Oyu: ( 0 oy ) 0

Bir Cevap Yazın