Ana Sayfa Eleştiriler Yüksek Potansiyele Sahip Gişe Melodramı: Ayla (2017)

Yüksek Potansiyele Sahip Gişe Melodramı: Ayla (2017)

Yüksek Potansiyele Sahip Gişe Melodramı: Ayla (2017) 6.0
0
Ayla, yönetmen Can Ulkay’ın Sarıkamış Çocukları dışında ikinci, yönetmenlik koltuğunda tek başına oturduğu ilk uzun metrajı. Senaristliğini de YİĞİT GÜRALP’in yaptığını da belirtmenden geçmek olmaz. Neden senarist ismini büyük harfle yazdığımı anlamışsınızdır büyük ihtimalle ama hatırlatacak olursak: Geçtiğimiz aylarda Yiğit Güralp Ayla filminin tüm sosyal medya hesaplarında engellenmiş, sebebi sorulduğunda ise Güralp’in filmin Akademi’de yarışmaması için Kültür ve Turizm Bakanlığına mail attığı iddia edilmişti. Güralp bu iddiaları yalanlasa da değişen bir şey olmadı. Ayla, daha önce hiçbir yapımda görmediğim bir şekilde görüntü yönetmeni, müzik, yapımcı ve yönetmen sıralamasından oluşan açılış jeneriği ile başladı. Senaristin adı ise filmin sonunda ufak puntolarla yazılmış. Meydana getirilen bu skandalın ne şekilde olursa olsun kabul edilebilir bir yanı yok ve harcanan emeğe karşı yapılan bu muamele daha yüksek sesle konuşulmayı hakediyor. 

Ayla, Kore Savaşı ve akabinde Türkiye’nin de asker göndereceği haberiyle açılıyor. Astsubaylık yapan Süleyman Dilbirliği (İsmail Hacıoğlu) göreve çağrılırken arkadaşı Ali (Ali Atay) de onu yalnız bırakmak istemeyerek gönüllü olur ve bir gemiye atlayıp Güney Kore’nin yolunu tutarlar. Cephede keşif yaparlarken pusuya düşülürler. Yola yayan devam eden ekip daha sonra bir ses duyar ve Süleyman bakmaya gider. Rastladığı ceset yığınları arasında, annesinin ölü bedeninin elini tutmuş kimsesiz bir kız çocuğu bulur ve onu sahiplenir. Korkudan konuşamayan çocuğa Ayla ismini koyar ve aralarında baba kız ilişkisi oluşmaya başlar. Ona Türkçe dahi öğretir ve bir yıl kadar beraber zaman geçirirler. Daha sonra savaş ilk birlikler için biter ve ayrılmak zorunda kalırlar. Ancak verilmiş bir söz vardır. 

Film, bütçesi, prodüksiyon büyüklüğü ve açılışında bizi karşılayan Warner Bros logosuyla adeta benim Hollywood filmlerinden bir farkım yok diye bağırıyor. 1950’lerin İskenderun’u ile başlayan dönem dokusunu kostümleri ve orjinal müzikleri ile iyi desteklemiş olarak başlıyor.Dönemin biraz fazla stilizasyondan geçtiği söylenebilir ancak bunun Akademi’ye yönelik bir hamle olduğunu da hesaba kattığımızda gayet yerin olduğu söyleyebiliriz.

Film tam başladı derken Kore Savaşı haberi, Süleyman ve Ali’nin gemiye binişi ardından soluğu Korede alışı bir oluyor. Senaryodan kaynaklı olsa gerek konuyu hemen Ayla’ya bağlama isteği odağımızı bozuyor ve hikaye anlatımını baltalıyor. 

(Burada, devam etmeden kurgu adına bir parantez açmak istiyorum. Kurgunun yapımın geneline bakıldığında iyi olmadığını hatta vasatın altında olduğunu söyleyebilirim. Yapılan çok sert ve bazıları anlamsız kesmelerin kurgunun acemice yapıldığını açığa çıkarıyor. Buna senaryonun da Ayla odaklı ilerlemesini ekleyecek olursak bu yönden film iyice tatsız bir hal alıyor.)

Gemi yolculuğu sonrası Kore’de devam eden hikaye daha sağlam temellere oturtulmuş bir şekilde ilemeye başlıyor. Burada Süleyman ve Ayla arasındaki ilişki temelli hümanist bir ilerlemeden bahsediyorum. Yoksa film, tarihi gerçekleri görmezden gelirken (Menderes dönemi, neden asker yolladığımız, komünist generaller vs.), komünizme yalnızca Üsteğmen Murat (Murat Yıldırım) ile karakterler arasındaki ilişkide değiniyor, birkaç savaş sahnesi haricinde Koreli ve Çinli düşmanlardan ne bahsediyor ne de gündemine alıyor. Amerikalı ve Güney Koreli askerlere dahi birkaç savaş ve övgü sekansı dışında yer verilmiyor.

Yüksek bütçe ve büyük prodüksiyonun da katkısıyla çekilen savaş sahnelerinin gayet başarılı ve hollwood standartlarını aratmadığını söylemeden geçmek olmaz. Burada önemli bir husus da orjinal soundtracklerine rağmen her sahnede epik müzik kullanımı çabası, filmin genelinde olduğu gibi bu anlarda çok fazla öne çıkıyor ve baş ağrıtıcı bir düzeye ulaşıyor.

Sonrasında Ayla’nın (Kim Seol) da dahil olmasıyla filmin türü dram’dan melodram’a kayıyor. Süleyman ile Ayla arasındaki ilişkinin filmin en iyi tarafı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kim Seol sırıtmayan oyunculuğunun ve Jean Paul Seresin’in filmin geneline hakim olarak başarılı görüntü yönetmenliğinin etkisiyle, kamptaki sahneler tadından yenmiyor. Bazı kadrajların ise neredeyse mükemmel olduğunu söylemek lazım.

Ali ile Süleyman arasındaki ilişki de filmin iyi yanlarından bir diğeri. Ali Atay daha önceleri oynadığı bazı film ve dizilerde Leyla Mecnun etkisinden çıktığını ve oyunculuğunun bundan ibaret olmadığını ispatlamıştı. Ancak Ayla’da bu etkinin devam ettiğini görüyoruz. Bu durum Süleyman’la olan ilişkisinin ve filme kattığı eğlenceli havanın kötü olduğu anlamına gelmiyor. 

Filmin son yarım saatlik kısmı hakkındaki görüşlerime geçmeden öğrendiğim hoşunuza gidecek iki güzel anketodu da uzatmadan paylaşmak istiyorum:

Ayla’yı ülkesine götürmek isteyen Süleyman Astsubay’ın onu kıyafetlerinin arasına gizlemeyi düşündüğü bir gerçek ancak anladığım kadarıyla sadece düşüncede kalmış.

Tarihi tutmasa da Marilyn Monroe gerçekten Kuzey Kore’de bir konser vermiş ve üzerinde de filmdeki aynı kıyafet var. 

Son kısıma gelirsek bu bölümün Kuzey Kore televizyonu tarafından hazırlanan Ayla: The Daughter Of War belgeselinin hikayesine odaklanarak devam ettiğini söyleyelim. Belgeseli izlediğiniz zaman neden böyle bir hamle yapıldığını anlamakta hiç de zorluk çekmiyorsunuz.

Süleyman Dilbirliği’nin yaşlanmış halini oynayan Çetin Tekindor’un bildiğimiz oyunculuğunun dışındaki teatrallığına Koreli oyuncuların ve Sunay Akın’ın da katılmasıyla filmin seviyesi iyice düşüyor. Bu bölümde araya giren çok gülünç hatta açıkca saçmalık olan bir Türk Hava Yolları reklamı var ki, size Youtube’da video izlerken araya giren reklamlardan pek faklı bir tat bırakmıyor.Çözümlemeler üzerinden devam eden film yukarda saydığım sebeplerden dolayı finalinde beklenen etkiyi gösteremiyor. Birçok biyografi filminde olduğu gibi sona eklenen gerçek görüntüler ve fotoğraflar filmin tamamından daha vurucu bir etki yapıyor. Birkez daha görüyoruz ki hiçbir şey gerçek olanı yenemiyor.

Genel olarak bakıldığında Ayla, devlet desteği altında çekilen, belli bir seviyede yönetmen ve görüntü yönetmenliğinin hissedildiği, yüksek prodüksiyona sahip olmasına rağmen potansiyelin çok altında kalan bir melodram. Etliye sütlüye dokunmayan senaryosu, aşırı epik müzik kullanımı ve gişeye yönelik hamlelerinin etkisiyle kendini frenlese de Türk sineması için önemli bir adım olduğu aşikar. Oscar’a adaylığı ise güncel olmaması ve daha önce yurt dışında ödül almasına rağmen adaylar arasında göremediğimiz Kalandar Soğuğu, Sivas..vs gibi birçok açıdan daha kaliteli yapımlar karşısında pek mümkün gözükmüyor.

Puanlama

6.0

6.0
Kullanıcı Oyu: ( 1 oy ) 5.2

Bir Cevap Yazın