Anna Seghers’in, Transit romanını yazdığı dönem Fransa neredeyse işgal edilmiş, Naziler tüm ülkeyi ele geçirmeden önce, kaçmak için son şansların olduğu bir zamana tekabül ediyor. Alman bir komünist olan Anna Seghers’in öyküsündeki başrol de nazilerden kaçan bir komünist. Özellikle Barbara ve Phoenix filmlerinden tanıdığımız Christian Petzold, yine bir yakın dönem tarih uyarlaması ile karşımızda.
Ayrıca İlginizi Çekebilir: Undine (2020): Su Perisinin Makus Talihi
Kariyerinin son dönemlerinde özellikle Almanya ve Avrupa yakın tarihi üzerine filmler çeken Petzold, garip uyarlaması Transit ile kafamızı allak bullak ediyor. Transit‘i türün diğer bütün filmlerinden ayıran ise, 1940’larda geçen bir hikayeyi kısmi bir biçimde günümüze uyarlaması. Günümüzün baskı ve çıkmazda olan ortamları genelde, birey üzerinden anlatılır ve bunun tüm alana yayıldığı örnekleri sinemada nadiren görüyoruz, bunu başarıyla yapan nadide filmlerden biri de sinemamızdan çıkan, Emin Alper imzalı Abluka’ydı. Petzold, Transit ile birlikte bu etkinin toplumsal olarak günümüze olabilecek etkilerini bir uyarlama üzerinden gösteriyor. Bu yüzden oldukça risk barındıran bir film, alıştığımız birçok şeyin de dışında. Baskıcı rejimlerde aşk üçlemesinin son filmi Transit, Barbara ve Phoenix‘de olduğu gibi yine temelinde bir aşk hikayesini barındırıyor; ancak Barbara ve Phoenix’den farkı bütün bu olayı 21.yy.a taşımış olması ve son iki filminde alışmış olduğumuz kastın dışına çıkması. Filmin görünürde, ana teması aşk olsa da, asıl değinilmesi gereken konu bu baskıcı ortamın 21.yy.a nasıl temas ettiği ve toplumsal olarak bu klostrofobik ortamın 20.yy.a nazaran nasıl daha derin ve sarsıcı olduğu. Filmin bütün rengini ve anlayışını da buradan kurmak gerekiyor. Petzold röportajında bunu daha önce yapan biri var mı diye düşündük diyor, aslında kurdukları temel de şu, pasaport işlemlerinde, yabancı devlet ofislerinde, otellerde, 20.yy prodüksiyonu varken; şehirde, polislerde, genel olarak dış mekanlarda ise 21.yy. prodüksiyonu görüyoruz, Petzold’un bu tercihi filmi uyarlama bağlamında bambaşka bir seviyeye çıkarırken, kurulan kontrast beraberinde muazzam bir orijinallik getiriyor ve yarattığı derinlik bize hem sinemanın olanaklarını nasıl aştığını hem de 21. yy. sinemasında politik anlatının en nadide işlerinden birini önümüze koyuyor. Petzold’un yaptığı bu yapıbozum, bütün olarak uyarlamanın günümüzle bağını kurup yeni bir anlam inşa ederken aynı zamanda içerisindeki aşk hikayesini de estetik olarak farklı bir yere konumlanmasına sebep oluyor, tabii ki olumlu anlamda.
Petzold bu üçlemenin ilk iki filminde, Demokratik Almanya Cumhuriyetine odaklanıyordu. Aslında Anna Seghers’e karşı ön yargısı olduğunu özellikle küçükken okulda Seghers komünist olduğu için onun yapıtlarının kötülendiğinden bahsediyor, sonrasında senaryoyu birlikte geliştirdikleri yakın arkadaşı Harun Farocki sayesinde en başta Seghers’e karşı olan ön yargısının kırıldığını ve filmde ona olan saygısını göstermek için çok şey yaptığından bahsediyor. [1] Senaryoya başlarken, kendilerine örnek olarak Robert Altman’ın The Long Goodbye ve Chantal Akerman’ın, Portrait of a Young Girl at the End of the 60s in Brussels filmlerini örnek aldığını söylüyor. Özellikle The Long Goodbye’ın uyarlandığı kitabın aksine 70’ler Los Angeles’ında geçmesine rağmen, Phillip Marlowe karakterinin 1942’de yaşayan Marlowe’a dair giyim ve ahlak anlayışıyla kontrast yaratıyor çünkü çevresindeki her şey 70’lere dair. Bu fikri kopyalamalarının mümkün olmadığını ve kendi yollarını bulduklarını ekliyor Petzold. [2] Transit, naziler gelmeden Fransa’dan kaçmaya çalışan insanların bir ülkeye gitmek için gemi yolculukları için gereken transit vize almaları gereksiniminden geliyor, kökeni bu ve hikayenin bu özü bütün kurguyu da belirliyor. Günümüzün güvenlikçi devletlerinden, mülteci olma haline, 1942’deki öznel durumu günümüz prodüksiyonunu da içine alarak derinleştirmesiyle, eşine zor rastlanacak bir film yaratıyor Petzold ve belki de en iyi filmini.
Yazardan Not: Bu yazı ilk olarak 2018’de kişisel blogumda yayınlandı. Aradan geçen 6 yılın sonunda yazıya yaptığım eklemelerle beraber tekrar yayınlanıyor. Petzold’un, Farocki etkisindeki son filmi diyebiliriz Transit için ve sinemasının da o döneminin son filmiydi. Sonrasında Undine ve Afire gibi farklı dünyası olan filmlerle de çok iyi işler çıkardı ancak Transit yaptıklarıyla bana göre sadece Petzold sinemasında değil, hem Almanya hem de Avrupa sineması için çok önemli bir yer kaplıyor. 2018’den bugüne devletlerin güvenlik politikaları gitgide daha da sertleşiyor, Transit’in kurduğu o klostrofobik baskı ortamını, daha sık görür olduk, üzücü ama filmin bahsini ettiğim kontrastı gündelik yaşamımıza her gün daha çok sirayet ediyor. Bunların içinde yine de aşk var. Petzold, Seghers’den bir filmde aşkın veya duyguların doruğa ulaşması için iyi bir işçiliğin gerektiğini öğrendiğini söylüyor hatta Georg’un radyoyu tamir ettiği sahneyi bu yüzden ince detaylarla çektiklerini belirtiyor, güveni ve sevgiyi, bu iyi işçilikle açığa çıkartmak istedik diyor. Ve filmi izlediğinizde, bunu daha da iyi anlıyorsunuz, Petzold’un kurduğu bu muazzam inşa sürecine tanık olmak hele ki sinemada apayrı bir deneyim. Bu yazı da bu harika filmi ve benim filmle kurduğum güven ve sevgi bağını size yansıtabilir umarım. Sevgilerimle.
[1] Interview: Christian Petzold
[2] Christian Petzold on Transit, the Refugee Crisis, and More
Çok güzel bir inceleme olmuş, hatta filmi izlemekten bile daha keyifliydi okuması. Alıntılar olsun, fark etmediğim birkaç detay olsun tam olarak doyurucu bir niteliğe sahip. Bu nedenle bu incelemeyi yazan kişiye çok teşekkür ediyorum, sevgiyle kalsın..
Çok teşekkür ederim oldukça geç bir cevap yazıyorum, benim ilk kayda değer yazılarımdan biriydi bu yazı sonrasında tekrar okuduğumda, genişletip ve düzenleyip tekrar yayınlamanın heyecanını duydum, görmüş ve beğenmiş olmanız büyük önem taşıyor, çok teşekkür ederim tekrar.