Ana Sayfa İnceleme Poor Things (2023): Dünyaya Ahlaksız ve Kuralsız Bir Başlangıç

Poor Things (2023): Dünyaya Ahlaksız ve Kuralsız Bir Başlangıç

Poor Things (2023): Dünyaya Ahlaksız ve Kuralsız Bir Başlangıç
0

Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un 2023 model filmi Poor Things, klasik ‘Frankenstein’ hikayesini toplumsal normların sınırlarını zorlayan bir kadını merkeze alarak yeniden kurgulayan Alasdair Gray’in aynı isimli kitabının bir uyarlaması olarak karşımıza çıkıyor. Film, izleyenlerin ve sinema yazarlarının bir kısmı tarafından feminist Frankenstein olarak tanımlanırken bu kategorik yakıştırmanın başka feminist çevrelerden yapılan eleştirileri de yok değil. Cinsellik ve çıplaklığın bir özgürleşme aracı olarak portrelenmesinin feminizmin parametrelerinden biri olmadığı, bilakis erkek bir yönetmen tarafından çekildiği için de erkek bakışı (male gaze) beslediğine dair itirazlara da rastlıyoruz. Fakat burada, Poor Things’in resmi sosyal medya hesabında¹ yayınlanan Emma Stone’un Olivia Colman’la olan sohbetinde bu eleştirilere verdiği cevaba kulak vermemiz önemli. Stone, erkek bakışı meselesinin film sektöründe sistematik bir problem olduğunu ancak bu filme yönelik eleştirilerin filmin başrolünü üstlenmesinin yanı sıra filmin yapımcısı olarak da üretim aşamasında bulunan kendisinin iradesini yok saymak anlamına geleceğini söylüyor. Bu kısımları biraz daha açmadan önce filmin hikayesini yeniden hatırlamak gerekiyor.

Poor Things, 19. yüzyıl Viktoryen dönemde geçen bir yeniden yaratım hikayesi. Kendi hayatı da takıntılı bir bilime düşkünlük ve deneysellikle şekillenmiş olan tuhaf bir doktor olan Godwin Baxter (Willem Dafoe), canına kıymış hamile bir kadının bedenine henüz doğmamış bebeğinin beynini naklederek hayatının en büyük deneyine imza atar. Bella (Emma Stone) ismini verdiği bu kadın elbette yetişkin bedeninde bir bebek zihnine sahip olduğu için dışarıdan tamamen disfonksiyonel görünmektedir. Bella’nın bir bebek gibi konuşmayı, yürümeyi, yemek yemeyi öğrendiği, Lanthimos’un tuhaflıklarla bezediği (Yunan Tuhaf Dalgası akımının en önemli temsilcilerinden olduğunu akılda tutarak) filmografisine de kusursuzca uyan bir sıfır noktasına tanıklık ederiz. Bella’nın onun ismini kısaltarak God ─yani tanrı─ diye seslendiği doktorun yaratıcısı olduğu mikroevrenin ─yani evinin─ dışında bir hayatı ve gerçekliği olmayan, her şeye en baştan başlamak zorunda kalan genç kadının, karşılaşmalardan olabildiğince mahrum kaldığı bir sıfır noktası…

Lanthimos’un çıkış yaptığı Dogtooth (2009) filminden hepimize tanıdık gelen bir evren bu. O filmde çocuklarını yetişkinliklerini muştulayan bir köpek dişini kaybedene kadar dış dünyayla iletişime kapatarak çitle çevrilmiş bir eve hapseden baba figürü, Poor Things’te deneyinin sonuçlarını kontrol edebilmek için Bella’yı hapseden Doktor Godwin’le yer değiştiriyor. Her iki filmde de hem kendine dönük farkındalığın yolunu açan hem de bir tür ilk günah gibi, özgürleşmeye kapı aralayan temel ahlaki yozlaşmanın cinselliğin keşfi üzerinden gerçekleşmesi ilginç bir tesadüf. Aslında bir yönüyle de değil. 60lı yılların savaş karşıtı, hippi, özgürlükçü öğrenci hareketlerinin boğucu otoriter -ve ahlaki- ablukaya karşı mücadelesinde cinsel devrim fikrinin itici güç olmasında ve Frankfurt Okulu gibi Marksist ekole mensup entelektüellerin arzular, hazlar ve duygulanımlar seti olarak Eros’u Marxizmin mücadeleci ruhu içinde radikalize etme girişimlerinde bu örüntünün izlerini sürebiliyoruz. Bu durumda, cinselliğin tek başına ve her zaman kadınlar için metalaşma ve sömürü bağlamında okunamayabileceğini, aksine kendini buradan var etmenin, tıpkı Bella’nınki gibi, bir tür direniş anlamına gelebileceğini hatırlamak gerekiyor.

Lanthimos hem metaforik anlamda hem de gerçek anlamıyla içe kapanan bu hapis hayatını siyah-beyaz renk kullanımıyla her şeyi griye boyayarak temsil ediyor. Kadınlığı ve cinselliği keşfinden sonra zaptedilmek üzere doktorun asistanıyla (Ramy Youssef) evlendirilmek istenen Bella’nın arzularının peşinden koşarak özgürlüğüne açıldığı dış dünya ise birden Tim Burton ve Wes Anderson sineması arasında bir yerde rengarenk bir hale bürünüyor. Ancak dışarısını renkli kılan şeyin o dünyaya içkin olmadığını; Bella’nın zihinsel yetişkinliğe adım atma sürecinde edinmeye başladığı bedensel ve kimliksel farkındalık, özgür iradesinin keşfi ve doğal bir kontrol edilemezlik güdüsünden kaynaklandığını sonradan anlıyoruz. Çünkü Bella, baskının yalnızca yeniden yaratıldığı ve kapatıldığı evde değil, eve gelen avukatla (Mark Ruffalo) birlikte kaçarak heves ettiği toplumsallığın içinde de olduğunu bizzat deneyimleyerek öğreniyor. Bella’nınki, az evvel yukarıda da değindiğim üzere, her şeye sıfırdan başlayan ve öğrenen tabula rasa bir zihin. Dünyaya ahlaksız, normsuz, geleneksiz ve kültürsüz bir başlangıç yapmak nasıl olurdu fikrinin masalsı ve ürkütücü, aynı zamanda sarsıcı bir zihin egzersizi adeta. Patriyarka ve birilerinin aç bırakılarak birbirine yapıştığı kaburgaları üzerinde yükselen ekonomik ilişkiler gibi kötücüllüğe Bella’nın henüz kirletilmemiş ve çeşitli ideolojik aygıtlarınca hücum edilmemiş yaşam etiğinin lenslerinden bakmak, tıpkı aynı yıl feminist bir güncellemeyle Greta Gerwig tarafından sinemaya aktarılan Barbie’de olduğu gibi, içinde yaşadığımız ve kanıksadığımız dünyanın nasıl olmaması gerektiğine dair bize gelecekten ipuçları sunuyor. Hem Barbie hem de Bella, içinde bulundukları zamansız gibi görünen evrenin aksine, geleceğe ait insan formlarını temsil ediyor. Çünkü gelecek, henüz gelmediği için bizi kısıtlayan bütün bağlardan münezzeh olmayı hayal edebildiğimiz tek zaman dilimidir.

Bella’nın ne kocasının esareti altında yaşamaya dayanamayıp kendi isteğiyle son verdiği önceki hayatında, ne de doğmamış çocuğunun beyniyle keşfe çıktığı yeni hayatında değişen bir şey var. Ancak tek bir farkla: eski Bella’ya dair pek bir fikrimiz olmasa da yenisi kendi aydınlanma çağını icat ederek bu dünyaya sıkı sıkıya tutunan, kavga eden ve kendi yöntemince direnen ─kelimenin tam anlamıyla erkeklerin dünyasında arıza çıkaran─ bir kadına dönüşüyor. Felsefeye ilgisi, genelevden arkadaşı vesilesiyle tanıştığı sosyalizmle ilişkisi ve özgür sekse düşkünlüğüyle etrafındaki erkekleri erkeklik krizine sokan, bir zamanlar onu kendi canına kıymaya kadar götüren ataerkinin bir antitezi gibi çalışan zaptedilemez bir varlık alıyor eskisinin yerini. Başladığımız yere dönersek, Bella’nın cinselliği keşfi ve hazla kurduğu ilişki, asıl ‘zavallılar’ın kim olduğunu ifşa eden bir direniş performansı olarak inşa ediliyor filmde. Burada yönetmenlik açısından da önemli bir fark var. Bella’nın seks sahneleri bilinçli bir tercih olarak erotikleştirmekten kaçınılmış. Aksine, hem Bella’nın medeniyet normları karşısında cinselliği normalleştiren tavırları hem seks pozisyonlarına verdiği tuhaf gülünç isimler hem de iddia edilenin aksine Emma Stone’un bedenini erkek bakışının ihtiyaç duyduğu bir içeriğe dönüştürmeyecek biçimde kurulan kamera açıları bu tezi destekliyor bana kalırsa. Bu anlamda, yazının başında aktardığım Emma Stone’un söyledikleriyle Lanthimos tarafından perdeye aktarılanların örtüştüğünü pekâlâ iddia edebiliriz. Bella’nın beyni yetişkin beyni olmadığı için seks sahnelerinin filmin evreni içinde ciddi bir rıza ihlali ve istismar olduğuna yönelik iddialarsa kurmaca, sanat, fantastik öykü, temsil, alegori gibi kategoriler üzerine bu yazının kapsamına sığmayacak kadar uzun okumaları gerektiriyor.

Kitabın bilim kurgu ve fantezi evrenini kendine has tuhaf üslubuyla imal eden Lanthimos, renk kullanımı ve müziği de anlatının önemli bir parçasına dönüştürerek bir yandan izleyiciyi etkisinde bırakırken, bir yandan da The Favourite (2018) filminden beri favorisi olan balık gözü lens estetiğine sık sık başvurarak filmin fantastik ve alegorik yapısını bizlere hatırlatıyor. Poor Things, kaynak kitabının anlatısı itibarıyla kadınları ehlileştirmeye ve kontrol etmeye programlanmış sisteme karşı alegorik bir meydan okuma. Emma Stone’un, çarpık yürüyüşü, yetişkin bedeninde bebek zihnine sahip olmanın getirdiği tüm yabancılaşmaları ve bu dünyaya ait değilmiş gibi takındığı fiziksel ve duygusal tavırlarıyla dışarıda pek de örneğine rastlayamayacağımız Bella Baxter karakterine hayat verirken sahnelediği performansı sanırım daha uzun yıllar aklımızdan çıkmayacak. Poor Things’in Lanthimos için de hem sinematografik olarak hem de evrenler yaratma yetkinliği açısından başka bir seviyede durduğunu açıkça söyleyebiliriz sanırım. Türkiye’de geç vizyona girdiği için yıl sonu listeleri yapmayı sevenlerin çoktan kapattıkları 2023 defterlerini yeniden açmalarına, listelerini gözden geçirmelerine sebep olacaktır şüphesiz.

[1] https://x.com/PoorThingsFilm/status/1754965725335167210?s=20

Bir Cevap Yazın