Ana Sayfa Kırmızı Halı ve Festivaller TIFF TIFF Notları 7,8 ve 9: Triangle of Sadness, No Bears ve Daha Fazlası

TIFF Notları 7,8 ve 9: Triangle of Sadness, No Bears ve Daha Fazlası

TIFF Notları 7,8 ve 9: Triangle of Sadness, No Bears ve Daha Fazlası
0

Gün 7

The Young Arsonists

Görsel estetik açısından etkileyici planları olan ama filmin hikayesi ve duygusunu bu estetikle buluşturamayan bir film. Kendi yaşamlarında ciddi sorunlarla boğuşan dört kız arkadaşın terk edilmiş bir çiftlik evinde bir araya gelerek kurdukları kolektif yaşama deneyimi, iyileşme vadeden feminist bir karşılaşma yaratıyorsa da bu fikrin sahnelenişi kâğıt üzerindeki kadar ilginç durmuyor. Bunun çeşitli sebepleri var. Bir tanesi, öne çıkan iki karakterin hem derinlikli yazılmaması hem de dönüşümlerinin tutarsız olması. Kardeşini kaybettiği için yas sürecinde olan Nicole ile alkolik ve şiddet faili babasıyla başı dertte olan Veronica’nın filmdeki yolculuğu, yakınlaşıp uzaklaşmaları, çatışmaları, zorbalıkları, bütün bunların sebebi anlaşılmıyor. Bu yüzden her şeyin etrafa saçılıp asla toparlanamadığı bir yapıda ilerliyor film. Bir yandan da yer yer hikâyeyi hiç beslemeyen bir mistisizm kullanımı, gerçeküstücü bir anlatım var. Kanadalı yönetmen Sheila Pye’nin ilk filmi olan The Young Arsonists, görsel dili umut vadetse de bir ilk film olduğunu fazlasıyla hissettiriyor.

Triangle of Sadness

Ruben Östlund’a Cannes’da ikinci Altın Palmiye’sini getiren Triangle of Sadness, üç kısımdan oluşan burjuvazi, hatta bir oligarşi hicviyesi. Meslekleri modellik (Carl) ve sosyal medya ‘influencer’lığı olan bir çiftin reklam anlaşması karşılığında ultra lüks bir yat turuna çıkmasıyla, yatın en az varlıklıları olan bu çiftin hikayenin gerisine çekildiği, aralarında silah tüccarlarının da bulunduğu hiper zenginlerin doğal habitatına yakından bakan bir belgesel izliyoruz neredeyse. Bu kısım, filmin ikinci bölümünü oluşturuyor. Bana kalırsa, Buñuelvari bir estetiği andıran, filmin en dikkate değer kısmı da burası. Bir yemekte bir araya gelen burjuvalar ve oligarklar fırtına sebebiyle alabora olmanın kıyısından dönen yatta en steril hallerinden en ‘ilkel’ durumlarına rücu ediyorlar ve mideleri bulandıkça istifra edilmedik köşe bırakmıyorlar. Evet, yat mürettebatında çalışan emekçiler de dahil bu kapitalist uzamda hepimiz ayni gemideyiz ve gemiyi bok götürüyor. Dünyanın kanını emen hiper zenginlerin alabora olan lüks bir yatta yerden yere vurulduğunu görmek, ne yalan söyleyeyim, meditatif bir haz veriyor. Ancak filmin son bölümünde hayatta kalanlarla bir ıssız ada filmi izliyoruz ve bu bölüm fikrinin cazibesine fazlaca kapılmış bir yönetmenin, filmin süresini uzatmaktan başka bir işe yaramayan yerli yersiz hicivlerine, kör göze parmak yapıbozumcu oyunlarına maruz kalıyoruz. Bu sebeple filmin finali de epey etkisiz kalıyor. Ayrıca, filmdeki belli bir hiciv matematiği içinde kurulan marka göndermelerinin, her ne kadar eleştiri mahiyetinde olsalar da, iyisi kötüsü olmayan bir reklam işlevi gördüğünü de hatırlatmak gerekir.

Gün 9

Walk Up

Dar açılar, yakın planlar, minimalist perspektifler ve siyah beyaz biçimciliğiyle Hong Sang-soo bir kez daha karşımızda. Hatta oyuncular da Sang-soo’nun filmografisinden yabancısı olmadığımız kişiler. Güney Koreli yönetmen yine karakterlerini bir masa etrafında topluyor, bolca içki içiriyor ve gündelikmiş gibi başlayan sohbetleri farkına bile varmadan derinleştiriyor. Sang-soo, filmin anlatısı içinde içkiyi karakterlerin dilini çözen, onların kalbini açan bir araç olarak kullanıyor. Mimar olmak isteyen kızıyla birlikte eski bir dostunu ziyaret eden ünlü bir yönetmenin hikayesini merkeze alarak, sinema sektöründen pandemi dönemindeki film festivallerine, yalnızlıklardan kıskançlıklara ve aile ilişkilerine kadar her telden çalıyor film. Yalnızca, filmde takibi zorlaştıran sürekli bir zaman kayması var. Farklı zamansallıklar arasında gidip geliyor film; geçmiş, şimdi, rüya ve gerçeklik kimi zaman birbirine karışıyor. Yine de arkada çalan soft gitar sololarıyla birlikte meditasyon gibi işleyen bir film Walk Up.

No Bears

[Öncelikle, hükümeti eleştirdiği için geçtiğimiz aylarda İran rejimi tarafından Mohammad Rasoulof ile birlikte tutuklanan Jafar Panahi’nin halen hapiste tutulmasının utancını hatırlatarak ve her iki İranlı sinemacının da bir an önce özgürlüğüne kavuşmaları gerektiğini not düşerek başlayayım]. Heyecanımı gizlemeyeceğim ve No Bears’ın festivalde gördüğüm en iyi film olduğunu söyleyeceğim en baştan. Panahi, gerçekten de sınır tanımayan bir sinemacı, hem de kelimenin gerçek anlamıyla. Yurt dışına çıkış ve film çekme yasağı olduğu dönemde dahi bir yolunu bulup bireysel bir direniş tarihi yazmayı başarıyor. No Bears da bu anlamda yarı otobiyografik yarı kurgu; Türkiye’de çekilen bir filmini İran’ın bir sınır köyünde internet üzerinden yönetmeye çalışan bir yönetmene dair bir meta-film. Filminin gerçeklik tonuyla obsesif derecede kafayı bozmuş bir yönetmeni oynayan Jafar Panahi, Zara ve Bakhtiyar çiftinin Türkiye üzerinden yapılması planlanan Avrupa’ya düzensiz göç hikayesini tüm çıplaklığıyla yakalamaya çalışıyor. Ancak zamanla kurgu ve gerçek, sinemayla hayatın kendisi çok sert bir noktada iç içe geçiyor, sınırlar bulanıklaşıyor. Yönetmenin kendisi de Tahran gibi büyük bir şehirden sınıra yaklaşmak için geldiği küçük bir köyde gelenek ve kentli seküler değerler arasında sıkışıp kalıyor, umulmadık olayların bir parçası olmak zorunda kalıyor. Köyde kayda aldığı görüntüler üzerinden kopan bir yaygara, hiç hesapta yokken köyün dinsel, geleneksel ve ahlaki dinamiklerini ifşa ediyor. No Bears, film yapmaya çalışan bir yönetmenin sıkışmış hayatındaki gerçekliklerin, film içindeki filmde yaşananlarla çarpıcı bir şekilde kesiştiği, sınırlara, göç meselesine ve yasaklara dair katarsis anlarıyla vurucu bir film.

Gün 10

Aftersun

Charlotte Wells’in ilk uzun metrajı Aftersun, şaşırtıcı derece olgun, yaratıcı ve görsel olarak güçlü bir film. Normal People dizisinin yıldızı Paul Mescal ve geleceğe damgasını vuracağı şüphesiz Frankie Corio’nun müthiş bir uyum içerisinde ortaya koydukları baba-kız performansı da filmi yukarılara taşıyor. Çekimleri Türkiye’de yapılan Aftersun, geçmişte baba-kız baş başa Türkiye’nin güneyinde çıkılan bir tatilin en neşeli ve bazen de buruk hatıralarının el kamerasına kaydedilen özensiz ama dokunaklı kayıtlarla geri çağrılmasını konu ediniyor. Zaman zaman araya giren şimdiki zamana ait kesik karanlık görüntülerden bu hatıraların şimdi yetişkin bir kadın olan Sophie’ye ait olduğunu anlıyoruz. Filmin tamamına yakını, yakın plan veya bütünü saklayan parçalara odaklanan planlardan oluşuyor. Filmin yönetmeni Charlotte Wells, tıpkı el kamerasının o rastgele hareketinin kayda aldığı görüntüler gibi kuruyor filminin görsel dünyasını. Gördüklerimiz, Sophie’nin hafızasının anımsadığı ya da el kamerasının kadrajına aldığı kadarı. Aftersun’ın hatıralara sığdırdıkları arasında Sophie’nin büyüme ve kendini keşfetme hikayesi ve babası Calum’un eşiyle ayrılığından geriye kalan duygusal iniş çıkışları da var. Bu kadar minimalist bir sinema dilinin bu kadar duyguyu aynı anda yüklenmesi kesinlikle görülmeye değer.

Bir Cevap Yazın