Gün 2
TIFF’in ikinci gününe dair önce kısa bir not. Bugün görmeyi planladığım Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl’ın son filmi Sparta’nın tüm gösterimleri filmin çekimleri sırasında sette çocuk oyuncuların şiddete ve istismara maruz kaldığı iddialarıyla tam da prömiyer gününde apar topar iptal edilmiş, film festivalin seçkisinden kaldırılmış. Bir diğer not da 2018 yapımı filmi The House that Jack Built’ten beri bir yapıtını izleme şansını bulamadığımız Lars von Trier’in yönettiği The Kingdom dizisine dair. 1993 yılında ilk sezonu yayınlanan dizinin son sezonu uzun bir aradan sonra yine Trier’in yönetmenliğinde geri döndü ve Toronto Uluslararası Film Festivali’nde ilk iki bölümünün prömiyeri yapıldı. Diziyi hiç izlememiş biri olarak, önceki bölümlere aşina olmak gerekmediği tavsiyelerine de kulak asarak Trier estetiğinden izler görmek amacıyla salona girdim, ancak ne yazık ki kendine dönük referansı bol bir içeriğe 25 dakika dayanabildim. Son olarak, tüm bu aksaklıkları telafi etmek için seçtiğim Amy Redford’in Roost filmi ise tam bir hayal kırıklığıydı. Zaten sonradan filmin dünya prömiyerinin yapılacağı 15 Eylül’e kadar film eleştirilerine ambargo uygulanacağı haberi geldi. Dolayısıyla günü sadece This Place filminin kısa notlarıyla kapatıyorum.
This Place
Festivalin discovery (keşif) bölümünde gösterime giren Kanadalı yönetmen V. T. Nayani’nin filmi This Place, Biri Tamil (Sri Lankalı demeyi politik olarak reddeden) diğeri İranlı-Mohawk komünitesinden (Kanada yerlilerinin diliyle, Kanienʼkehá꞉ka) iki kadının Toronto’da geçen quir bir aşk hikayesine odaklanıyor. Ancak çamaşırhanede gerçekleşen bu karşılaşma bir aşktan fazlasına; hem aile travmalarının hem de kültürel çatışmaların ve kimlik bunalımlarının yüzeye çıkmasına vesile oluyor. This Place, isminin de çağrıştırdığı gibi, ev duygusuna ve evin neresi olduğuna ilişkin anlam arayışlarına dair bir film. İki kadın arasında yeşeren dostluk, dayanışma ve aşk üzerinden insanlık tarihinde ilk göçlerden beri oluşan dolaşıklıkları, Kanada’nın yerli halkların topraklarını ve yaşamını hedef alan yerleşimci sömürgeci politikasını ve buna verilen komünite temelli dayanışmacı cevapları soruşturuyor.
Gün 3
Women Talking
Zamansız bir evrende ve mekânı belli olmayan bir yerde, kadınlar için distopyavari bir atmosfer kuruyor Women Talking. Ayni isimli romandan uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda Sarah Polley otururken yapımcılığını Frances McDormand üstleniyor. Women Talking, bulundukları kolonide geceleri sistematik olarak saldırıya ve tecavüze uğradıktan sonra kötü ruhlar ve şeytanlar tarafından lanetlendiklerine inandırılan kadınların bir tanıklık sonucu asıl fail olarak erkekleri ve patriyarkayı keşfetmeleri ve onunla başa çıkma yolları arayışlarını perdeye taşıyor. Koloninin önde gelen kadınları bir inisiyatif alarak geleceklerine dair kararlar almak için toplanıyor, uzun uzun tartışıyor, oylamalar yapıyor. Neredeyse 12 Angry Men filminin tam da cinsiyet asimetriği bir film gibi işliyor. Filmin tamamında zaman zaman bir travma anımsaması gibi gelip geçen kısa flashback’ler dışında sadece bitmeyen tartışmalara, feminist öfkeye, bazense birbirlerine yönelik öfkeye, fikir ayrılıklarına, suçlamalara ve her şeye rağmen kadın dayanışmasının kendini hatırlattığı incelikli anlara tanıklık ediyoruz. Filmde yetişkin erkekler bir istisna haricinde hiçbir surette kadraja girmiyor, erkeklerin tehdidinden bir kara büyü gibi, bir salgın hastalık gibi bahsediliyor. Women Talking, kadınların özgürleşmesi ve güvenli yaşam alanlarının inşa edilmesi gibi meselelere feminist perspektiften bakarken sadece erkekler üzerine değil erkekliği yaratan koşullar üzerine de düşünen ufuk açıcı bir film. Özellikle Jessie Buckley ve Rooney Mara’nın oyunculukları görülmeye değer.
Snow and the Bear (Kar ve Ayı)
Bu yıl festival seçkisine Türkiye’den seçilen tek film olan Kar ve Ayı, yönetmen Selcen Ergun’un da aynı zamanda ilk filmi. Ancak bir ilk film olmasına karşın Kar ve Ayı’nın ayakları yere basan bir sinema dili tutturduğunu söylemek yanlış olmaz. Zorunlu hizmet gereği taşrada bir sağlık ocağına atanan bir hemşirenin hem usandırıcı karlı bir coğrafyayla hem de taşranın o bildik içe dönük taşra ahlakıyla mücadelesi, görünmez bir düşman olarak katil bir ayı mitiyle katmanlanıyor ve film taşrada kadın olmaya, dışarıyla bağlantısız yaşayan toplumların hayali düşman mitleri yaratma eğilimlerine ve iklim krizi çağında insanın doğayla kurduğu ilişkiye dair geniş bir çerçevede sorular soruyor. Kar ve Ayı, taşra filmi anlatılarının doğası gereği tempolu bir film değil ancak diyaloglar ve sinematografi o kadar uyum içerisinde çalışıyor ki filmin ritmi oldukça akışkan hale geliyor. Hemşire karakterine hayat veren Merve Dizdar’ın olağanüstü performansı da filmi yukarılara taşıyan önemli faktörlerden biri. Kar ve Ayı, Türkiye prömiyerini Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapacak.