Ana Sayfa Kırmızı Halı ve Festivaller TIFF TIFF Notları 5 ve 6: The Whale, Banshees of Inisherin, The Son ve Daha Fazlası

TIFF Notları 5 ve 6: The Whale, Banshees of Inisherin, The Son ve Daha Fazlası

TIFF Notları 5 ve 6: The Whale, Banshees of Inisherin, The Son ve Daha Fazlası
0

5. Gün

The Whale

Darren Aronofsky’nin merakla beklenen filmi The Whale hiç kuşkusuz festivalin en iyi filmlerinden biri. Brendan Fraser’ın akıl almaz bir performansla hayat verdiği Charlie karakteri, depresyon ve obeziteyle mücadele ediyor. Aşırı kiloları yüzünden oturmakta, kalkmakta, yürümekte, hatta nefes almakta o kadar zorlanıyor ki, kimi sahnelerde seyir deneyimi dahi güçleşiyor. Dolayısıyla hareket alanı epey kısıtlı bir adamı takip eden olay örgüsü bizi klostrofobik atmosferli bir tek mekân anlatısına mahkum ediyor. Charlie’nin yaşadığı eve girip çıkan insanlar hikâyeyi katman katman derinleştiriyor. Aronofsky, çat kapı gelen misyoner bir genç üzerinden dinler, kurtuluş, kurtarıcılık, ahlak, eşcinsellik gibi mefhumları tartıştırıyor, yıllar sonra çıkagelen kızı dolayımıyla ise filmi bir aile dramasına dönüştürüyor. Film sona doğru ilerlerken yas, pişmanlık, hatalar, hatıralar, sevgi ve öfke; her şey bir yüzleşme anıyla masaya seriliyor.

Riceboy Sleeps

Riceboy Sleeps, 90lar filmi estetiğinde çekilmiş bir göç hikayesi. Film, 90larda Güney Kore’den Kanada’ya göç ederek oğluyla yeni bir hayata başlayan bir kadının yalnız anne olarak tutunma çabasını anlatıyor. Filmin ilk yarısı, çocuğun ilkokul deneyimine yakından bakarak göçmenliğin kılcal damarlarında geziniyor ve yaşıtları arasında bir yabancı olmanın zorluklarını yeme pratiğinden isim telaffuzu zorluklarına kadar minimal detaylarla etkili bir şekilde aktarıyor. Bu kurguya eklenen mizah unsurları da filmi zenginleştiriyor. Ancak filmin ikinci yarısı tamamen farklı bir atmosferde ilerliyor. İlk yarının kerameti yüzü geleceğe dönük bir hikayeyse, ikinci yarınınki köklere dönüş. Elbette buraya kadar bir sorun yok. Ancak ikinci yarı senaryo sarktıkça sarkıyor, çok uzun tutulan sahneler ilgiyi tamamen dağıtıyor. Bu bölümde, ilk yarıdaki göçmenlik deneyiminin yan etkileri neredeyse buhar olup uçuyor, yaralı bir çocukluktan geriye Kuzey Amerika kültürüne çok iyi adapte olmuş bir çocuk çıkıyor karşımıza.

6.Gün

Banshees of Inisherin

Tam anlamıyla gülmekten kırıp geçiren bir trajedi, bir yalnızlık filmi. Uzak bir diyarda, iç savaş tehdidinin tam ortasında, hayatın anlamı ve anlamsızlığı arasında sıkışıp kalmış mütevazi yaşamların gündelik ve sıradan ilişkilerinden fazlası değil anlatılan. Peki bir arkadaşımız, bir yere varmayan sıkıcı muhabbetlerle hayatını boşa harcadığı hissine kapılarak aniden bizimle arkadaşlığını bitirmeye karar verirse ne olur? Colin Farell’in canlandırdığı naif ve zavallı Padraic işte bu sorunun ağır yüküyle baş etmeye çalışıyor. Bu yük ağırlaştıkça gülüp geçtiğimiz anlar boğazımızda birer yumru olarak geri dönüyor. Sadece uzaktan duyulan bombalarla, yıkımın boyutlarını göstermeden bile savaşın tehdidinin hayatı birden nasıl anlamsızlaştırdığı, sanatın ise bu anlamsızlık hissinin rehabilite edilmesinde nasıl cevaplar üretebildiği üzerine düşünmek için epey bir malzeme veriyor Banshees of Inisherin.

The Son

Geçtiğimiz yılın en etkileyici filmlerinden biri olan The Father’ın yönetmeni Florian Zeller’dan bu kez odağını babadan oğula çeviren bir film. Bir bakıma, ihmal edilmiş çocukluk hikayelerinden bir yenisi daha. Film boyunca ebeveynleri boşanmış bir çocuğun çocukluk travmaları sebebiyle hayatının seyrinin nasıl değiştiğini izliyoruz. Zeller bir tercih yaparak geçmişi tasvir etmek yerine şimdiki zamanın sancılarıyla ilgileniyor. Ancak bu tercih filmin güçlü bir etki bırakabilecek potansiyelini yarıya indiriyor bana kalırsa. Hikayedeki boşluklar sebebiyle çocuğun psikolojik durumunun en uçlara nasıl sürüklendiğini idrak etmek güç. Çünkü Hugh Jackman’ın canlandırdığı baba karakteri ‘o kadar da’ kötü bir profil olarak sunulmuyor izleyiciye. Aksine, filmlerdeki birçok sorunlu ebeveyn tasvirinin yanında ‘iyi’ bile kalabilir. Bu sebeple, filmin kendi başına çarpıcı olan finali, senaryonun maalesef pek de ikna edici bir tonda kurulmayan dramatik yapısı sebebiyle sönük kalıyor.

Empire of Light

Empire of Light, sinemaseverlerin sevdiği klişe bir tabirle, sinemaya yazılmış bir aşk mektubu. Yalnızca bir sanat olarak sinemaya değil, sinema emekçilerine de aynı zamanda. Bu anlamda Cinema Paradiso’nun çağdaş bir yorumu gibi. Bir yandan hayatları sinema salonunda geçen sinema emekçilerinin gişe görevlerinden, salon temizliğine, mısır satışına kadar basit rutinlerini izliyoruz, bir yandan da bu koşuşturmaca arasında hayatlarının önemli anlarını ele veren samimi diyaloglara, psikozlara, kalp kırıklıklarına, ilişkilere, bağlara ve gerilimlere tanıklık ediyoruz. Tüm bu duygulanımları tek bir vücutta barındıran Hilary karakterini oynayan Olivia Colman içinse ‘büyüleyici’den öte söylenebilecek pek bir şey yok. Filmin yönetmeni Sam Mendes’in 80ler İngiltere’sine bu nostaljik bakışı, dönemin ırkçı eğilimleri gibi politik olayların da kadraja girip çıktığı bütünlüklü bir resim sunuyor. Sinematograf koltuğunda oturan Roger Deakins’in bu resme katkısı ise her zamanki gibi en az yönetmen dokunuşu kadar kayda değer.

Bir Cevap Yazın