Pelle Erobreren (1988)
Türkçeye çevrilmiş haliyle Fatih Pelle, iş bulma ümidiyle İsveç’ten Danimarka’ya göç eden yaşlı bir baba ve çocuğun hayatını konu alıyor. Martin Andersen Nexø’nün ayını isimli kitabından beyaz perdeye uyarlayan Bille August, filmin senaryosunu Per Olov Enquist ve Bjarne Reuter ile birlikte paylaşıyor. Filmin başrolünde ünlü İsveçli oyuncu Max von Sydow ve genç oyuncu Pelle Hvenegaard var. Max von Sydow’nun canlandırdığı ihtiyar baba ve çocuğu Pelle, bir çiftlikte iş bularak zor şartlar altında yaşamlarını devam ettirirler. Çiftçiliği bilmeyen 10 yaşlarındaki Pelle, zamanla çiftçiliği öğrenir ve para kazanmaya başlar. Pelle bu süreçte çiftlikte meydana gelen birçok acı olaylara dolaylı ve doğrudan şahit olur. Pelle’nin babasıyla olan ilişkisi başarılı bir şekilde perdeye yansıtan Danimarkalı yönetmen, dönem filmi olmasına karşın dramatik unsurları izleyiciye hissettiriyor. Filmin temelinde klişe baba-oğul ilişkisinden farklı, güçlü bir çocuk ve korkak bir baba ilişkisi yatıyor. Baba her ne kadar korkak ve zayıf olmuş olsa da iyi bir baba ve ailesi için elinden geleni yapıyor. Çocuk ise çiftlikteki yetişkin arkadaşı Eric ile birlikte Amerika’ya, Çin’e göç etme hayali kuruyor. 19. Yüzyılın sonlarını konu alan film, işçilerin en zor şartlar altında çalışmasını, ezilmesini tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriyor. Oyunculukların, film atmosferinin ve film müziklerinin benzersiz uyumu, izleyicilere dramı en ağır şekilde yansıtıyor. Özellikle filmde Max von Sydow ders niteliğinde bir performans sergiliyor. 1987 yılı Danimarka yapımı Pelle Erobreren filminin, Oscar En İyi Yabancı Film ve Palme d’Or ödüllerini kazanmış olması filmin ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesi. Ali Rıza
Sex, Lies & Videotape (1989)
1989 yapımı Sex, Lies & Videotape, bağımsız sinemanın önemli isimlerinden biri olan Steven Soderberg’in yönettiği ilk filmdir. Bu film Soderberg’in Cannes Film Festivali‘nde Palme d’Or kazanan en genç yönetmen olmasını da sağlamıştır. Yönetmene dünya çapında ün kazandırmış film, aynı zamanda 90’ların bağımsız sinema hareketinin öncülerinden biri da olarak görülmektedir. Soderberg, filmi dört ana karakterin evlilik, aile, cinsellik ve arkadaşlık gibi konulardaki tutumları ve birbirleriyle olan ilişkileri üzerine kurmuş, sormak istediği soruların hepsini birbirinden ilginç ilişkiler üzerinden soruyor.
Ann evliliğinde cinsel doyuma ulaşamamış, evliliğini sadece ev, iş ve paradan ekseninde değerlendiren bir kadındır ve eşi John ise kardeşi Cynthia ile gizli bir ilişki yaşamaktadır. John’un yıllardır görmediği bir arkadaşı olan Graham’in ziyarete gelmesi ise herkes için bir dönüm noktası olacaktır. Graham’in gelişi yalanlarla dolu ilişkilerin sarsılmasına, evliliğin, arkadaşlıkların sorgulanmasına neden olacak ve karakterler arasındaki dinamiklerin değişmesini sağlayacaktır.
Sex, Lies & Videotape, Soderberg’in karakter yaratma ve karakter analizi yapma becerisini gözler önüne seren bir film. Oyuncu seçimlerinin de oldukça başarılı olduğunu belirtmek lazım. James Spader, Andie MacDowell, Laura San Giacomo ve Peter Gallagher başarılı performanslarıyla karakterlerin gerçekçilikle yansıtılmasını sağlıyorlar.
Yalın ancak oldukça etkileyici diyaloglarla dolu filmde, yarattığı birbirine tamamen zıt, ilginç karakterler (Ann ile Cynthia ve John ile Graham) üzerinden ilişkilere dair sorduğu soruları başarıyla cevaplayabiliyor Soderberg. Filmi temelde bir evlilik eleştirisi olarak da okumak mümkün. Öyle ki evliliği sorulduğunda Ann’in verdiği cevap “mutlu” bir evlilik tarifinden oldukça uzaktır. Sırf bu evlilik tarifi ve bu tarifin üzerine kurulanlar bile filmi çok özel bir yerde tutmaya yetiyor. Sesil
David Lynch‘in alışagelmiş filmografisinden ayrılan ve farklı bir Lynch filmi olarak karşımıza çıkan Wild at Heart, Barry Gifford‘un aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Suç ve gerilim türünün kodlarını taşıyan Wild at Heart, bir yol filmi olarak karşımıza çıkıyor. Bu yol filminde erotizmin her daim var olması ve çeşitli psikanaliz yorumlara açık olmasıyla bildiğimiz Lynch sinemasına az da olsa yaklaştırıyor.
Sailor (Nicolas Cage) ve Lula (Laura Dern) sinemanın engel tanımayan aşıkları olarak karşımıza çıkıyor. Sinopsisine baktığımızda klasik bir aşk filmi gibi duran film, yol ve erotizmi harmanlamasıyla, parçalı kurgusu ve bu kurguda yapılan geçiş efektleriyle diğer aşk filmlerinden kolayca sıyrılabiliyor. Bunun yanı sıra The Wizard of Oz (1939) filmine yaptığı bolca göndermeyle adeta Wild at Heart‘ı karanlık bir Oz büyücüsü filmine dönüştürüyor.
Willem Dafoe‘yu tanınmayacak hale getiren ve Nicolas Cage‘in “Love Me Tender” performansıyla adeta zirveleştiği Wild at Heart, akıllara kazınan açılış sahnesiyle en azından kendi adıma Lynch sinemasında farklı bir yerde duruyor. Oğuzhan
Barton Fink (1991)
Barton Fink, Cannes’da yarıştığı 1991 yılında Altın Palmiye’nin yanında En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu (John Turturro) ödüllerini de toplayarak yarışmaya damgasını vurmuştur. Özgönderimsel bir şekilde bir önceki filmleri olan Miller’s Crossing’in yazımı sırasında yaşadıkları yazar tıkanmasından esinlenerek kaleme aldıkları film, Turturro tarafından can verilen Barton Fink isimli bir senaristi konu alır. “Sıradan insanın yazarı” olmak isteyen ancak gerçek sıradan insana mesafeli oyun yazarı Barton, çok beğenilen bir oyun sonrası Hollywood’a transfer olur. Bir B filmi senaryosu yazmaya çalışırken kaldığı otelde Charlie Meadows (John Goodman) ile tanışır. Onu ve hikâyelerini sıkıcı bulup ilgilenmez ancak Charlie göründüğünden başka ve karanlık bir kişiliğe sahiptir. Filmdeki yapımcı karakteri üzerinden sert bir Hollywood eleştirisi de yapılır ki Coenler bu konuyu yıllar sonra çekecekleri Hail, Caesar (2016) filminde de ele alır.
Barton Fink yönetmenlerin pek çok filmine göre çok daha karanlık bir atmosferi olsa da, alışık olduğumuz Coen mizahından da esintiler taşıyor. Coen sineması denince kendilerinden sonra akla ilk gelen isim, neredeyse her filmlerinde beraber çalıştıkları Roger Deakins’tir herhalde. Barton Fink’i de yine usta görüntü yönetmeninin kendine has kamerasından izliyoruz. Ayrıca başrol Turturro’nun ödüllü performansı yanında Coen filmlerinde yan rollerde görmeye alışık olduğumuz Goodman da her zamanki gibi derinlikli bir performans sergiliyor.
Yaratıcı hezeyan ya da daha özel hâliyle yazar tıkanması, Barton Fink’ten önce The Shining (1980), sonrasında Adaptation. (2002) gibi başarılı örneklerine sinemada rastladığımız bir konu. İki filmin de kendine bir oteli mesken tutması, tıkanma yaşayan baş karakterlerinin gitgide bir deliliğe sürüklenmesi ve korku ögeleri taşımasıyla The Shining’den oldukça esinlenmiştir. The Shining net bir şekilde korku filmidir, Barton Fink bu tarz ögeler taşısa da dış bir tehditten ziyade daha çok karakterin zihninde geçer. Bana göre Coenlerin en iyi filmlerinden biri, belki de en iyisi olan Barton Fink kendi alt türü içinde de ayrı bir öneme sahiptir. İlkyaz
Den Goda Viljan (1992)
Senaryosunu Ingmar Bergman‘ın yazdığı, yönetmenliğini Bille August‘un üstlendiği 1992 yapımı Den Goda Viljan usta yönetmen Ingmar Bergman‘ın anne ve babası olan Hendrick ve Anna’ın inişli çıkışlı ilişkilerine dayanıyor. Den Goda Viljan için usta yönetmen Bergman’ın otobiyografik hikâyesi de diyebiliriz. Bu otobiyografik hikâye ilk olarak 1991 yılında İsveç televizyonlarında mini seri olarak yayımlandı. Bir yıllık aranın ardından yaklaşık 5 saatlik bir dizi olan Den Goda Viljan, yeniden kurgulanarak 1992 yılında Palme d’Or ödülüne layık görüldü.
Ülkemizde ise “İyi Niyetler” adıyla gösterilen yapım, aile, ikili ilişkiler, dönemin siyasi ve toplumsal sorunu, sosyolojik yaklaşımlar gibi birçok konuya değiniyor. Den Goda Viljan, sadece Bergman’ın anne ve babasının zorlu aşkını anlattığı için değil ayrıca Bergman’ın filmlerinde sıklıkla gördüğümüz noel yemekleri, ölüm, tanrı üzerine gerçekleştirilen konuşmalar ile otobiyografik bir hikâye hâlini alıyor.
Tüm bunların yanında senarist Bergman ve yönetmen August, Hendrick ile din eleştirisini sunarken Anna ile de burjuva taşlamasını seyirciye aktarıyor. Hendrick’in aldığı eğitim ve yaptığı iş gereği tanrıya daha da çok yaklaşmasını beklerken her sekansta biraz daha uzaklaştığını görüyoruz. Kıskançlık güdüsünü hiçbir zaman dizginlemeyen, hakaret ve küfür eden, cezalandırma yöntemi olarak şiddeti seçen bir rahip portresi, filmin din ve din eleştirisi okumalarına açık olduğunu gösteriyor. Öte yandan Anna’nın tüm naifliği, saf duyguları ve aşkı için her şeyi gözü almasının yanı sıra kırsalda yaşamaktan sıkılması ve belki de bu sebepten Hendrick’i terk etmesiyle, yaşadığı eski hayata dönme düşüncesiyle tüm sorumluluklarını göz ardı edip Kraliçe’nin teklifine sıcak bakmasıyla ve Hendrick’in eski nişanlısı olan Frida’yı sırf barda çalışıyor diye küçümsemesiyle üzerine yapışan burjuva görüşlerinden kurtulamıyor.
Özetle Den Goda Viljan, burjuva sınıfına yaptığı eleştirisiyle, dine olan yaklaşımıyla, ülke siyasetini gözler önüne sunmasıyla iyi niyetler ile yapılan birçok olayın kötü yönelmelerle nasıl sonuçlandığını gösteriyor. Tüm bunların yanında Bergman filmlerinin alt yapısını veya çıkış sebebini anlamak açısından önemli bir yer tutuyor. Oğuzhan
Farewell My Concubine/Ba wang bie ji (1993)
Çin sineması denilince akla gelen kült eser Elveda Cariyem, birbirleri arasında sevgi ve dostluk ilişkisi bulunan üç opera sanatçısı üzerinden Çin’in 20. yüzyıl tarihindeki dönüm noktalarını işliyor. Sert şartlarda yetiştirilen karakterlerin çocukluktan itibaren aldıkları yol filmin temelini oluşturuyor. Geleneksel Pekin operasının merkezde olduğu filmde üst düzey oyunculuklar filmi ayakta tutuyor. “Elveda Cariyem” isimli opera oyununun çok kez tekrarlandığı, Japon işgali, Kültür Devrimi gibi olayların yaşandığı coğrafyada sanatın bu büyük değişimlere nasıl baktığı inceleniyor. İçerisinde yer alan eşcinsel tema sebebi ile Çin’de uzun süre yasaklanmış film, izleyici fark etmeksizin sanat yapmak isteyenler ile halkı yönetmek isteyenler arasındaki sonu gelmez çatışmaya dikkat çekiyor. Kaige Chen‘in üstün yönetimi, filmi 90’lar klasikleri arasına sokuyor. Tuncay
The Piano (1993)
’93 senesinde büyük ödülü Elveda Cariyem ile paylaşan Jane Champion filmi, kızı ile birlikte Yeni Zelanda’ya taşınan bir kadının müziğe tutkusundan yola çıkıyor. Görücü usulü evlendiği adama soğuk davranıp bir işçi ile yakınlaşan kadın, cinselliği dişil bakışla eşitleme çabasına girişiyor. Sinema tarihine en doğal, tutku ve aşk dolu sevişme sahnesini sunan yönetmen, bir kadını anlamanın inceliklerini de anlatmış oluyor. Yerli amatör oyuncuların yanında Yeni Zelanda’nın zorlu doğa şartları ile de savaşan Champion, nitelikli bir reji performansı gösteriyor. Yönetmene En İyi Orijinal Senaryo ödülünü kazandıran film, Holly Hunter‘a En İyi Kadın oyuncu ödülünü kazandırırken, 11 yaşındaki Anna Paquin Oscar kazanan en genç ikinci yardımcı kadıncı oyuncu olarak tarihe geçiyor. Tuncay
Pulp Fiction (1994)
Amerika’dan Avrupa’ya Kaldırılmış Orta Parmak
Döneminin altın çocuğu Quentin Tarantino için Cannes macerası aslında pek de iyi başlamamıştı. Clint Eastwood başkanlığındaki jüri, o yılın favorilerinden Krzysztof Kieślowski‘nin yönettiği Trois couleurs: Rouge‘u es geçerek Ucuz Roman‘a ödülü takdim etti. Törende bulunan izleyiciler arasında bu kararı beğenmeyenler de vardı. Ödülü almak için sahneye çıkan film ekibi yuhalandı, hatta bir kadın “Bu bir skandal!” diye bağırdı ve bununla yetinmeyip üstüne bir de küfür etti.
Tarantino’nun cevabı ise orta parmak (https://www.youtube.com/watch?v=O_nepsbQXaA) oldu. Pulp Fiction’ın sinema tarihindeki etkisini görselleştirmek için bu hikayeden daha iyisi kurgulanabilir mi emin değilim. Tabii ki film yıllar içerisinde kültleşti, tabir-i caizse bağımsız sinemanın Citizen Kane’i haline geldi ve yaratıcısını Amerikan ve hatta Dünya Sineması’nın en önemli auteur yönetmenlerinden biri haline getiren süreci başlatmış oldu. Tarantino, Pulp Fiction ile Palmiye’yi kazanmasının yirminci yıldönümünde film ile ilgili bir sunum yapmak için Cannes’a yeniden geldiğinde başarısının sırrını da açıklamıştı. Yönetmenlik ve senaristlikteki yeteneğiyle doğru orantılı biçimde çılgın bir film izleyicisi olduğunu bildiğimiz Tarantino, filmlerini yalnızca kendisi için çektiğini belirtmişti. Yönetmenin rafine sinema zevki düşünüldüğünde kendisi için çektiği filmlerin başarısı hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.
Ayrıca eklemek gerekiyor ki QT’nin Cannes’daki tek olaylı filmi Pulp Fiction değil. 2009’da Christoph Waltz’a En İyi Aktör Ödülü’nü de kazandıran Inglourious Basterds festivalde oldukça karışık eleştiriler almış, hatta gösterimi sırasında bazı seyirciler tarafından yuhalanmıştı. Sinema kariyerine yakın zamanda nokta koymayı düşünen yönetmenin Cannes’da bir kez daha ortalığı karıştırma ihtimali çok yüksek olmasa da kendisi festivalin tarihine çoktan adını yazdırmış durumda. Ağustos 2019’da gösterime girecek Once Upon a Time in Hollywood ile sinema salonlarına geri dönecek Tarantino’nun en azından sıradaki filmi ile festivalde yer bulması ise beklenmiyor. Ziya
Underground (1995)
Emir Kusturica’nın 1995’de vizyona giren filmi Underground ona ikinci Altın Palmiye’sini kazandırmıştı. 2. Dünya Savaşı sırasında hedef olan ülkelerden olan Yugoslavya’da geçen film Marko’nun savaş sırasında halkın bir kısmını kandırarak vatanları için bir yer altı şehrinde silah üretimi yaptırmasını konu alıyor. Tabi bu durum savaş bittikten sonra da devam edince iş vatanseverlikten silah tüccarlığına kayıyor. Kandırdıkları arasında en yakın arkadaşı Blacky’nin de olduğu grubun hayatı bir mahzen oluyor.
Underground Kusturica sinemasının en önemli yapımları arasında, film komedi türünde servis edilmesine rağmen filmin başındaki savaş bölümü olarak geçen kısım savaşı tanımanız için güzel bir şekilde tasvir ediliyor. Genel hatlarıyla absürd komediye yakın bir duruş sergileyen film, sizi savaşların asıl kaynağına götürüyor. O da silah tüccarlığı. Kendi kültürünü Goran Bregovic’in muhteşem ezgileriyle beraber filmin ilk saniyesinden itibaren göstermesini bilen yönetmen sinema adına unutulmaz bir filme imzasını atıyor. Son olarak; “Kardeş kardeşi öldürmedikçe, o savaş savaş değildir.” Hürrem
Köklerinden Kopmamış Ulu Bir Ağaç
‘’Bir ağacı kök saldığı topraktan alıp başka bir yere taşırsanız, ağaç artık meyve vermeyecektir. Verse dahi meyveler ağacın asıl yerindekiler kadar lezzetli olmayacaklardır. Bu doğanın kurallarından biridir. Eğer ülkemi terk etseydim, ben de o ağaç gibi olurdum.’’
İran İslam Devrimi’nin ardından birçok yönetmen arkadaşının aksine ülkesini terk etmeyen Kiyarüstemi’nin bu tercihinin nedenine dair sorulan soruya cevabı böyleydi. Usta yönetmen vatanına bağlılığının ödülünü Cannes Film Festivali’nin ellinci yıldönümünde İran’a tarihindeki ilk Altın Palmiye’yi kazandırarak aldı. A Taste of Cherry, intihar etmeye karar vermiş bir adamın bu eylemi gerçekleştirmek için kendisine yardımcı olacak birini aramak amacıyla İran kırsalında arabasıyla çıktığı yolculuğu konu ediniyordu. Prodüksiyon süreci oldukça sancılı geçen (yanan negatifler, bitmeyen kurgu, yönetmenin geçirdiği bir trafik kazası) film, o dönemin İran’ının dini ve siyasi iklimi düşünüldüğünde konusu açısından oldukça sakıncalıydı. Üstelik İran’da çekilen filmlerin ülke dışına çıkarılmasının yasak olması da Kiyarüstemi’nin işini kolaylaştırmıyordu. Fakat film için bir istisna yapıldı ve özel bir izin alınarak son dakikada festivale yetiştirildi. Gösteriminin öncesinde yönetmeni, ardından ise kendisi ayakta alkışlanan film Michael Haneke, Wim Wenders ve Wong Kar-wai gibi önemli yönetmenlerin yapımları arasından sıyrılarak Shohei Imamura imzalı Unagi ile büyük ödülü paylaştı. Bu başarısının dışında kariyeri boyunca Zire darakhatan zeyton, Dah ve Copie conforme gibi filmleriyle sıklıkla festivalde yarışan Kiyarüstemi aynı zamanda defalarca jüri üyeliği de yaptı.
2016’da kaybettiğimiz Kiyarüstemi, son olarak geçen yıl festivalin yetmişinci yıldönümünde 24 Frames isimli deneysel çalışmasıyla ölümünün ardından Cannes’da yer aldı. Gerçeklik ile kurgu arasındaki bağı incelemeyi (bkz. Zendegi va digar hich, Nema-ye Nazdik) kendine görev edinmiş, ülkesinin kültüründen beslenen minimalist yaklaşımıyla sinema tarihine damga vuran yönetmen için Jean-Luc Godard “Sinema D.W. Griffith ile başlar Abbas Kiyarüstemi ile biter.” diyor. Sinemanın sonu konusunda Godard haklı mıdır bilemiyorum ama Kiyarüstemi’nin yokluğunun sinema dünyasında doldurulamayacak bir boşluk bıraktığı çok açık. Ziya
Unagi (1997)
Shoei Imamura; Oshima, Suzuki ve Shinoda ile birlikte, 60’lar Japon Yeni Dalgası’nın en önemli yönetmenlerinden biridir. Yapıtlarında toplumun görece alt kesimini, yeri geldiğinde sert bir şekilde sunan yönetmen, teknik anlamda da deneysel yöntemlere başvurur.
Kalabalık ve koşuşturmacalı şehir hayatının görselleriyle açılışını yapan film, beyaz yakalı Takuro’nun hayatına odaklanır. Takuro, eline nereden geçtiği belli olmayan bir mektubu okur. Mektupta eşinin kendisini aldattığı ve o her balığa çıktığında, eve bir adamın geldiği yazmaktadır. Eve gittikten sonra her zamanki gibi balığa çıkan Takuro, bu sefer eve erken döner ve eşinin kendisini aldattığına bizzat şahit olur. Bunun üzerine eşini öldürür ve karakola gidip kendisini ihbar eder. 8 yıllık mahkûmiyet hayatından sonra, 2 yıllık denetimli serbestlik şartıyla tahliye olur. Film bu noktadan sonra, kendisine yeni bir hayat kurmaya çalışan Takuro’nun tuhaf hayatına odaklanır.
Takuro, 8 yılın sonunda, mental anlamda artık farklı bir kişidir. Arkadaşı olarak görebildiği tek canlı, hapiste bulup büyüttüğü yılan balığıdır (Unagi, Japonca ”yılan balığı” demektir). Bir berber dükkânı açan Takuro’nun hayatına tesadüfen, eşine çok benzeyen Keiko girer.
Imamura, filmin temel tonunu teknik anlamda çarpıcı öğelerle süsler. Takuro’nun halüsinasyon sekansları üzerinden gerçeklik duygusunu çarpıtan yönetmen, ayrıksı renk ve müzik kullanımıyla da anın izleyici nezdinde hissedilirliğini arttırır. İçerik bakımından alışıldık öğeler barındıran senaryoya rağmen film, işlenişteki marjinalliklerle farkını hissettirir. Filmin genel temposu kimi zaman ritmini yitirse de; bunun filmin bütüncül yapısına zarar vermediğini söyleyebiliriz.
Alışılmadık bir dram olan Unagi; toplumun birçok yönüne seslenen, cinsiyet rolleri üzerine saptamaları olan, etkileyici bir yapıt ve özellikle de Uzak Doğu Sineması’nı sevenler için kaçırılmaması gereken bir deneyim… Salih
Eternity and a Day/Mia aioniotita kai mia mera (1998)
“Benim bütün filmlerim biyografimin ve hayatımın birer parçası ve ifadesidir… Sonsuzluk ve Bir Gün, öteki filmlerimden daha fazla otobiyografik değildir ama; düşüncelerimden çok duygularımı ifade ettiği için daha şahsidir.” Bir röportajdan alıntı bu cümleler, Theodoros Angelopoulos‘un, Sonsuzluk ve Bir Gün için hislerini açıkça dile getirmektedir.
Theodoros Angelopoulos, Avrupa Sineması’nın en önemli hikâye anlatıcılarındandır. Entelektüel temeller üzerine kurduğu sineması ve ana karakterleri ele alış biçimi, sinemada kendine has bir üslup oluşturmasını sağlamıştır. Sonsuzluk ve Bir Gün de; yönetmenin bu anlatı dilini yine sıkça hissettiğimiz, masalsı bir başyapıt.
Alexander, ciddi bir rahatsızlığı olan ve bir gün sonra hastaneye yatması gereken, tanınır bir yazardır. Hastaneye yatmadan önce, yapması gereken birkaç şey için evinden ayrılan Alexander, vefat eden eşi Anna’dan kalan mektupları vermek ve köpeğini emanet etmek için kızının evine doğru yola çıkar. Bu sırada, yolda arabasının durduğu esnada, camını silmeye çalışan mülteci bir çocuğu da polis elinden kurtarır. Film bu noktadan itibaren, Alexander ve adını öğrenemediğimiz mülteci çocuğun bu bir gün içinde yaşadıklarını konu alır.
Angelopoulos, anlatısında özellikle sınır metaforu üzerinde durur. Zamana yönelik sınırlar, iki farklı zaman diliminin iç içe geçmesiyle kaybolur. Okunan mektuplarla ve anlatılan hikâyelerle; adeta zaman yolculuğuna çıktığımız filmde, zamana göre değişen ve değişmeyen unsurlar üzerinden oluşan kontrast, anlatıyı çarpıcı kılar. Kamerayı neredeyse hiç stabil görmezken, yakından panoramiğe kadar değişebilen planlar da filmdeki yolculuk hissini güçlendirir.
Sonsuzluk ve Bir Gün, Eleni Karaindrou‘nun muhteşem piyano resitaliyle, iç açıcı manzaralar eşliğinde ruhu besleyen şiirsel bir senfoni…
– Yarın ne kadar sürer diye sormuştum Anna, hatırladın mı?
+ Sonsuzluk ve bir gün kadar.
– Duyamadım?
+ Sonsuzluk ve bir gün kadar … Salih
Rosetta (1999)
Jean-Pierre ve Luc Dardenne’i toplumsal sorunlara odaklanan yönetmen kardeşler olarak tanıyoruz. Son olarak La fille inconnue ile karşımıza çıkmışlardı. Yönetmen kardeşleri ön plana çıkaran L’enfant (2005), Rosetta (1999) ve The Son (2002) gibi filmleri düşündüğümüzde La fille inconnue zayıf bir yapım olarak nitelendirilebilir. Filmografilerinde iki Palme d’Or’lu yapım var. Bunlardan biri Rosetta, diğeri ise L’enfant.
Rosetta işsiz ve alkolik bir annenin bir kızıdır. Babası hakkında neredeyse bir şey bilmediğimiz Rosetta ise annesinin iş aramama arzusuna inat iş aramaktadır. Film Rosetta’nın deneme, staj süresinin dolduğu ve bu sürenin sonunda işten çıkarıldığı bir sahne ile açılıyor. Film boyunca Rosetta oradan oraya debelenir. Kendine uygun bir iş aramaktan ziyade nerede iş söz konusu ise Rosetta oradadır. Ama hiçbir işte kendine bir yer bulamaz. İşsizlikten kaynaklı parasızlık canına tak etmiştir. Bir işe girebilmek için başkasının ekmeğine göz koymaktan kendini alamaz konuma gelmiştir.
Dardenne Kardeşlerin mihenk taşı olan Rosetta bir genç kızın yaşadığı işsizlik üzerinden çaresizliğini, ailevi sorunlarını sıradan bir şekilde, olması gerektiği gibi doğal bir üslupla kameraya alınıyor. Film içindeki Rosetta’nın yaşadığı doğal süreç gerçek hayattan bir kesit gibi seyirciye geçmesini biliyor. Hürrem
Dancer in the Dark (2000)
Dancer in the Dark, kalıtımsal bir hastalık nedeniyle görme yetisini yavaş yavaş kaybeden ve oğlunun da bunu yaşamaması için para biriktirmeye çalışan bir anneyi konu ediniyor. Hikâye, 1960’larda Amerika’da geçiyor. Selma, karavanda yaşayan, göçmen bir fabrika işçisidir. Arkadaşıyla bir müzikalin provasını yapar ve kendini bu müzikalde hayal eder.
Bana göre bu filmle ilgi büyüleyici olan şey seyirciye sanki 2 film sunuyor. Biri, trajik bir hikaye anlatan melodram, diğeri ise tümüyle şarki söyleyen bir müzikal. Trier‘in dahiyane zekası ve yeteneği bu iki türü birleştirebiliyor. Björk ise son derece zorlu bir performans sergiliyor. Filmin bazen kasvetli havası ve melodramı zorlayabilir fakat kendi şartlarında başarılı olmaya çalışan, kenarda kalmış karakterler hakkında gerçekten orjinal ve sarsıcı bir film Dancer in the Dark. Hazal
La stanza del figlio (2001)
İtalyan yönetmen Nanni Moretti tarafından yönetilen ve yazılan La stanza del figlio; güzel bir aile olan Sermontilerin bir ölümle sarsılan ve dengesi kayan yaşamlarını anlatıyor. Andrea Sermonti ailenin en küçük çocuğudur. Bir gün arkadaşlarıyla denize dalmaya açıldığı sırada hayatını kaybeder. Beklenmedik ölüm aileyi sarsmıştır. Her aile bireyi kendi içinde çıkmaza sürüklenir. Yaşadığı derin acıyı bir şekilde dışarıya yansıtmayı becerir. Ama baba Giovanni Sermonti’de ruhsal sızıntı çok daha sonra ve derinde başlar. Giovanni’yi filmin senaristi ve yönetmeni Nanni Morretti’nin canlandırdığını söylemekte fayda var. Giovanni mesleği psikologdur. Oğlu Andrea’nın ölümünden önceye kadar başarıyla yürüttüğü mesleğinde, oğlu öldükten sonra sendeler vaziyete gelir. Başkalarının derdine çare olan Giovanni böyle bir acı karşısında ne yapacağını bilemez ve kendine yararı olmaz. İçten içe incinir. Eşi iyice içine kapanır ve yalnızlaşır. Kızı hırçınlaşarak bu yas sürecini geçirir.
La stanza del figlio bir ailenin içten içe acı çekmesinin iyi örneklerinden. Karakterlerin yas sürecini beyaz perdeye yansıtmanın ötesine geçemiyor. Bazı noktalarda duyguyu çok iyi karşıya geçirirken bazı noktalarda oyunculuklardan kaynaklı duygu aktarımı tökezliyor. Hürrem
The Pianist (2002)
Cannes’da Palme d’Or’u, Oscar’da Adrien Brody’ye En iyi Erkek Oyuncu, Roman Polanski’ye En iyi Yönetmen ve son olarak Ronald Harwood’a En İyi Uyarlama Oscar’ını kazandıran 2002 yapımı film, Yahudi Soykırımını (Holokost) anlatan klasikleşmiş bir sinema eseridir. Władysław Szpilman’ın otobiyografik kitabından uyarlanan film, besteci ve piyanist Szpilman’ın II. Dünya Savaşında Nazi Almanya’sının işgalinden sağ kurtulma hikâyesini işliyor. Adrien Brody’nin canlandırdığı Szpilman’ın açlıkla mücadelesi, hayatta kalma gayreti tüyleri diken diken etmeye yetiyor. Savaşın içinde kalan ancak savaştan tamamen uzak bir insanın öyküsü The Pianist. Kana susamış devlet yöneticilerinin, kararları doğrultusunda yaklaşık 12 milyon Yahudi’nin öldürüldüğü bir soykırımdan sağ kurtulan bir hayatın öyküsü. Faşizmin ne kadar alçakça bir ruh hastalığı olduğunu gözler önüne seren film, aynı zamanda kıtlığın ne olduğunu ve her ne olursa olsun hayatta kalmak için pes etmeyen onurlu bir sanatçıyı tüm şeffaflığıyla perdeye yansıtıyor. Duyguları izleyicilere geçirmeyi başaran Adrien Brody’nin kusursuza yakın oyunculuğu, Polanski’nin üstün yönetmen becerisiyle birleşince ortaya muhteşem bir film çıktığını söylemek mümkün. The Pianist, döneminde büyük ses getirmiş, seyirciden olumlu geri dönüşler almış bir film. Aldığı önemli ödüller bunu kanıtlar nitelikte. Uzun yıllarca hafızalardan silinmeyecek Palme d’Or ödüllü bu film, milenyum çağının en iyi filmlerinden biri olarak kabul etsek abartmış sayılmayız. Ali Rıza
Elephant (2003)
Gus Van Sant‘ın hem yazıp hem yönettiği 2003 yapımı Elephant, 1999 yılında Columbine Lisesi’nde gerçekleşen katliamdan izler taşıyor. Drama/Suç türünde olan yapım, oldukça sıradan geçen bir okul gününün iki genç tarafından felakete sürüklenişini kendine konu ediniyor. Tek bir günü anlatan filmde seyirci başrol olarak konumlandırılıyor. Büyük bir çoğunluğu ‘plan sekans’ olan sahnelerde seyirci tüm karakterleri takip ediyor ve onları yakından tanıma şansına ulaşıyor. Film süresi boyunca seyirci adeta o okul koridorlarında hayatını sürdürüyor.
Bu plan sekans şeklinde ilerleyen sahnelerde günümüzde de büyük bir sorun oluşturan “bullying” kavramını görüyoruz. Pembe giyen erkeğin eşcinsel diye yaftalanması, bedeniyle dalga geçildiği için bir genç kızın beden eğitimi dersinde şort giymek istememesi, okulun havalı ve gözde kızlarının güzelliklerinden ödün vermemek için yemek yedikten sonra kendilerini kusturması gibi olaylar izliyoruz. Silahlı şiddetten önce bullying yani zorbalık yoluyla şiddetin her daim var olduğunu gösteriyor Gus Van Sant. Oğuzhan
Fahrenheit 9/11 (2004)
Fahrenheit 9/11; başını George W. Bush’un çektiği Amerikan hükümetinin 11 Eylül saldırıları sonrası aldığı nedensiz ve sonucu büyük kararları belgelerle masaya yatıran bir yapım. Saldırı sonrası bütün gözler terör grubunun ve Suudi Arabistan’ın üzerindeyken kitle imha silahlarını bahane ederek Irak’a saldıran Bush hükümetinin bağlantılarını, kurduğu iş ortaklıklarını ve Amerika halkının savaşa bir anda nasıl adapte edildiğini izleme fırsatı buluyoruz.
Genel olarak röportaj olarak ilerleyen yapım, Bush’u şaibeli Florida seçim sonuçlarıyla hazırlıyor. Burada belgelerle elini güçlendiren Michael Moore, seçim sonuçları üzerinden Bush’u baskı altına almayı başarıyor. Babasının gölgesindeki oğul olarak anılan Bush hiçbir dalda tutunamıyorken bir anda kendini Amerika Birleşik Devleti başkanı olarak buluyor. 11 Eylül saldırısından sonra savaş için bahane çoktan hazır hale gelmiştir. Halkın desteğini arkasını alarak savaşa giriyor. Alaycı söylemleri ve ne yaptığını bilmez havası açıkçası onun sonunu getiren şey olmuştur.
Yönetmen Michael Moore görünmeyi göstermekten elbet fakat asıl marifeti göz önünde olanı sakin sakin, izah ede ede anlatmaktan geliyor. 2004 yılında düzenlenen Cannes Film Festivali’nde Palme d’Or alan bir belgesel olarak literatürlere geçmeyi başarıyor. Filmin sonunda George Orwell ise şöyle diyor: “Savaşın gerçek olup olmaması önemli değildir. Zafer kazanmak imkansızdır. Savaş kazanılması değil, sürdürülmesi gereken bir şeydir. İmtiyazlı sınıfsal bir toplum ancak yoksulluk ve cehaletle oluşur. Bu, geçmişin yeni versiyonu. Farklı bir geçmiş hiç olmadı. Savaşın ilkesi, toplumu açlık sınırında tutma planıdır. Savaşı, egemen grup kendi vatandaşlarına açar. Amaç ne Avrasya, ne Orta Doğu, ne de Doğu Asya’yı yenmektir. Tek amaç, toplumun mevcut düzenini sürdürmek ve sağlamlaştırmaktır.” Hürrem
L’enfant (2005)
Dardenne Kardeşlerin Rosetta ile beraber Altın Palmiye’li filmi L’enfant başıboş gezen genç bir adam ile yine ondan biraz küçük Sonia’nın bir aile olamayışlarını anlatıyor. Geçimini kendi kurduğu çocuk çetesinden kazanan Bruno sefaleti yaşamaktadır. Ama her gün geçimini sağlayacak bir şeyi yasa dışı yollarda olsa da bulur. Bir gün sevgilisi çocuklarıyla çıkagelir. Bir aile kurmak isteyen Sonia’nın karşısında umursamaz bir adam vardır. Bruno öyle bir hayat tarzı benimsemiştir ki bu hayat tarzı ona kendi çocuğunu belli bir para karşılığında sattırır. Gerçi bu durum Sonia’da travma düzeyinde bir etki yarattığında Bruno bir şeyleri yanlış yaptığını düşünmeye başlamıştır.
L’enfant sefalete batmış gençliğin sefaletten çektiklerini Dardenne kardeşler tarzı anlatımını bizlere gösteriyor tıpkı Rosetta’da olduğu gibi. Hürrem
The Wind That Shakes the Barley (2006)
Senaryosunu Paul Laverty’nin yazdığı, yönetmen koltuğunda Ken Loach’ın oturduğu 2006 yapımı Palme d’Or ödüllü film, İrlanda Bağımsızlık Savaşını ve İrlanda İç Savaşını konu alıyor. Oyuncuların büyük çoğunluğu İrlandalılardan oluşan filmin başrolünde Cillian Murphy’yi görüyoruz. Ken Loach, İrlanda’nın özgürleşme sürecini şeffaf bir bakış açısıyla perdeye aktarıyor. The Wind That Shakes the Barley’yi diğer savaş filmlerinden ayıran önemli noktalardan biri, film, savaş temalı olmasına rağmen herhangi bir epik öğe barındırmıyor. Kahramanlık duygusundan arınmış, savaşın anlamsızlığı ve acımasızlığı üzerinde yoğunlaşıyor. Bağımsızlık savaşında aynı tarafta olan, ancak bağımsızlığın kazanılmasından sonra İrlanda’da ortaya çıkan iç savaşta farklı taraflarda olan silah arkadaşların hatta kardeşlerin bir hiç uğruna birbirlerine düşman olmasını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. Ken Loach, kendine has bir yaklaşımla, temposu yüksek ancak bir o kadar da gerçeklikle paralel, durağan ilerleyen bir film yaratmış. Savaşın, insanları insanlıktan çıkardığını kanıtlamak için gayret gösteren film, İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesini destansı anlatımdan uzak sade ve yalın bir şekilde anlatıyor. Ancak filmdeki temel kusurlardan birisi Cillian Murphy ve Pádraic Delaney’in canlandırdıkları kardeş ilişkisinin zayıf olması. Senaryoda var olan güçlü kardeş bağı perdeye iyi yansıdığını düşünmüyorum. Film, dramatik öğeler barındırmış olsa da devrimci ruhla yazılmış siyasi bir eser olması, dram duygusunu izleyiciye tam aktaramıyor. Ancak biyografi film gerçekliğinde bir yapım olan The Wind That Shakes the Barley, hayattan bir kesit sunmasıyla ve verdiği savaş karşıtı mesajla Palme d’Or ödülünü hak eden bir film. Ali Rıza
4 luni, 3 saptamâni si 2 zile (2007)
Avrupa coğrafyası, siyasal rejimlerden çokça nasibini almış ve bunun da büyük ölçülerde sosyolojik yansımaları olmuştur. 1980’li yılların Çavuşesku rejimindeki Romanya’da geçen film, kürtajın rejim tarafından yasaklanması nedeniyle, yasa dışı yoldan kürtaj yaptırmak isteyen Gabita ve bu konuda ona yardım eden arkadaşı Otilia’nın sancılı bir gününe odaklanır.
İki üniversiteli genç kızın kaldığı yurtta açılış yapan film, yurttaki yaşantı üzerinden dönemin koşulları hakkında ipuçları verir: Birçok ürünün karaborsadan elde edilmesi, filmin genel tonundaki matlık, karakterlerin dönem içindeki psikolojik alt yapılarını açıkça gözler önüne serer.
Film, anlatısını birkaç mekânda geçen uzun plan-sekanslar vasıtasıyla gerçekleştirir. Gabita’nın çekingen tavırlarından dolayı, filmin temel dinamikleri Otilia‘ın üzerinden işler. Otilia tarafından güç bela bulunabilen bir otel odasında, yasa dışı yoldan kürtaj yapan Bebe adlı bir doktor ile iki kız arasında gerçekleşen diyalog ve sonrasındaki sekanslar, filmin temel kırılma anlarını oluşturur. İlerleyen sahnelerde, Otilia’nın, erkek arkadaşının annesinin doğum günü için gittiği evde, kalabalık arkadaş grubu arasında gelişen diyaloglar; toplumdaki yüksek eğitim gören topluluğun, daha alt seviyede eğitim almış gruba bakış açısının bir portresidir. Yemek masasında gelişen bu diyaloğu, Otilia üzerinden yansıtan yönetmen, iddialı bir anlatı dili oluşturur. Filmin geneline hâkim olan ve özellikle son sahnede hissettiğimiz metaforik anlatım ise, hayatın bir şekilde devam ettiğini çarpıcı şekilde ortaya koyar.
Teknik anlamda çok sade bir kamera kullanımının olduğu film, gücünü gerçekçi yaklaşımından alır. İddialı kadrajlara şahit olmadığımız filmde, kamera genel olarak gösterge aracı olarak kullanılır. Stabil kamera eşliğinde gerçekleşen plan-sekans sahnelerinde; kameranın konumlandırıldığı yükseklik ve yine kameranın olayları takip eder tarzda kullanılması, izleyenlerin duruma şahitliğini ve filmin gerçekçilik dozunu büyük ölçüde arttırır. Bu yönden filmin belgesel yönünün olduğu söylemek dahi mümkün.
4 luni, 3 saptamâni si 2 zile, Cristian Mungui‘nin çarpıcı anlatımıyla adeta bir yönetmenlik şaheseri ve sosyolojik zeminde yaptığı çıkarımlarla da; üzerine uzun süre düşünülmesi gereken, sade bir başyapıt. Salih
Entre Les Murs (2008)
François Bégaudeau‘nun aynı adlı romanından uyarlanan Fransa’nın Oscar’ları olarak bilinen Cesar Ödülleri’nde “En İyi Uyarlama Senaryo” ödülünü kazanan The Class, 2008 yılında da Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’ye layık görüldü.
Ülkemizde “Sınıf” adıyla gösterilen yapım Fransa’nın alt tabaka olarak nitelendirebileceğimiz bir bölgesindeki okula odaklanıyor. Öğrencilerin çoğu farklı etnik kökenlere sahip olan göçmen çocuklardan oluşuyor. Bu göçmen çocukların eğitim sürecinde yaşadığı sorunlar, ergenlik, siyasi kimlik gibi unsurları hocaları François ile kurdukları iletişim sayesinde görüyoruz.
Yönetmenliğini Laurent Cantet‘in yaptığı filmde son zamanlarda revaçta olan mülteci sorununu, Avrupa’nın bu konudaki iki yüzlülüğünü Entre Les Murs‘de de görüyoruz. Aydın kesimi temsil eden eğitmenlerin, başarılı öğrencilerinin göçmen vizesinden dolayı sorun yaşamasından kaygılanırken başka bir öğrencilerinin (derslerinde pek başarılı olmayan) ülkeden uzaklaştırılmasını hiçe sayarak eğitim hayatına son verebiliyorlar. Filmin başrolünde olan François karakteri ise inişli çıkışlı ruh haliyle sinema dünyasında unutulmaz bir karaktere dönüşüyor.
İletişim kurma, birey yetiştirme gibi sorulara cevap arayan ya da ışık tutan Entre Les Murs, ele aldığı birçok konuyu dağıtmadan en sade biçimde aktarmayı başarabiliyor. Genç oyuncuların gösterdiği performansla takdiri hak eden Entre Les Murs, birçok eğitimcinin izlemesi, ders çıkarması gereken bir film olarak önem taşıyor. Oğuzhan
Das weiße Band (2009)
2009 Cannes ödülünü Michael Haneke’ye kazandıran Der weiß Band, Almanya’nın çocukları ile beraber 1913’lü yıllarda eğitim sistemini, dini yargılarını, etik kurallarını etraflıca anlatan ve eleştiriye gark eden siyah beyaz harika bir filmdir.
Bir öğretmen, öğretme arzusu ile beraber gözlemlerini küçük bir kasaba insanları, çocukları üzerinden, Almanya’nın aslında Birinci Dünya Savaşı’na nasıl da kendilerini hazırladıklarını sosyolojik bir araştırma gibi sunmaktadır. Üstelik farkında olmayan bir hazırlık sürecidir bu. Hazırlık süreci toplumu ve bilhassa çocukları kaldırmaya zorlanacakları kimi sorumlulukların altına sokmuştur ve buna temsilen saça yahut kollarına zorla takılan beyaz bez parçası durumu sembol etmektedir. Haneke’nin sinema dili yine şairanedir. Oyuncuların ötesinde konuyu anlatabilme yetisi, görüntülerin su gibi akarak yahut sert bir odun parçası gibi vurarak izleyiciyi sarsmaktadır. Michael Haneke’de hem serinleyip hem de bir anda karanlığa boğulmak mümkündür çünkü insan ve hayat ikilisi de bu şekilde işlemektedir. Yirmi dört ödüle sahip olan film, korkuyla yaşayan bir kasaba halkını anlatmaktadır. Bu kasaba halkı yıllar sonra Hitler’in en sağlam destekçileri olacaklardır. Pederin, çocuklarının kollarına onlara masumiyeti hatırlatıp günah işlemekten alı koyması amacıyla bağladığı beyaz bantlar, zorla baskı ile çocukları doğruya yönlendirme yöntemi, onları çocukluk saflığından şiddetle uzaklaştıracak çocuklarda acımasız bir bireyin tohumlarını atacaktır. Öyle de olur, kasaba ve onların bağnaz yaklaşımı yıllar sonra dünyanın üzerine siyah bir leke bırakılmasına katsı sağlayacak yetişkinlerin yaratılmasına sebep olur. Çünkü onlar bu sefer korkusuzca Führer’i seçeceklerdir. Sedef
Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives (2010)
Kendine has tarzı ile dünya sinemasında yer edinen Taylandlı yönetmen Apichatpong Weerasethakul, bu tuhaf deneyinde doğa ile iç içe bir insan resmi çiziyor. Ailenin yanına geri dönen hayalet anne, kaybolduktan uzun yıllar sonra maymun-insan bir hâlde gelen oğul, gençlikteki güzelliğini suda arayan bir kraliçe ve son günlerini yaşayan hasta bir amca. Kağıt üstünde oldukça garip duran bu karakterler, yönetmenin sinemasında gayet sıradan, doğa kadar gerçek. Dinginliği, doğayı ve canlıları ele alışı ile farklı Doğu felsefelerinden etkilenen film, seyircisine daha önce yaşamadığı bir deneyim sunuyor. Tuncay
Tree of Life (2011)
“Ya doğanın yolu, ya inayet yolu. Hangi yolu izleyeceğinize siz karar verirsiniz. İnayet, istediği gibi hareket etmeye çalışmaz. Hafife almayı, unutulmayı, sevilmemeyi kabullenir. Hor görülmeye razı gelir. Doğa ise istediği gibi hareket eder. Diğerlerine kendi isteğini yaptırır. Kendi bildiğini okur, onların üzerinde hakimiyet kurmayı sever.”
1950’li yıllarda Amerika’da geçen bu yapım 3 çocuklu bir aileyi konu ediniyor. Baba rolünde Brad Pitt, çocuklarına karşı sert, otoriter ve disiplinli bir karakter. Anne ise bunu kabullenen, pasif bir kadın. Hikâye, oğulları Jack’in gözünden anlatılıyor -Jack’in çocukluğunu oynayan çocuk oyuncunun performansı göz dolduran cinsten. Jack, büyüdüğü ev gibi yemyeşil bir doğadan uzak, bir şirkette çalışan başarılı ama mutsuz bir mimardır. Zihninde geriye dönüp hayatını, yaratılışı, dünyayı, ailesini, babasını sorgular ve Jack’in hayal kırıklıklarının nefrete dönüşümünü, iç hesaplaşmalarını tamamen bakışlardan ve yüz ifadelerinden anlıyoruz.
Filmde diyaloglar olabildiğince az tutulmuş. Olay örgüsünü, iç hesaplaşmaları, hisleri ve düşünceleri çoğunlukla oyuncuların mimiklerinden, bakışlarından, müziklerden takip ediyoruz ve bunun yanı sıra sinematografi çok zengin. Bu anlamda Knight of Cups‘a benzetiyorum.
Filmin bir kısmında big bang in kısa özeti gösteriliyor. Evrenin başlangıcı, dinazorlar, levhalar, döllenme.. Bu kısımda sinematografi üst düzeye çıkıyor ve adeta görsel bir şölene dönüşüyor. Bu sahne, müzikler ve görsellik sayesinde seyirciyi de düşünmeye teşvik ediyor ve teknik açıdan kusursuz bir yapım haline geliyor.
Bu filmin herkese hitap etmeyeceğini kabul ediyorum fakat felsefik ve teknik acıdan kusursuz bir yapım. Film bitince içinize oturan yumru hissini uzun süre atamayabilirsiniz.
“Ben dünyanın temelini atarken sen neredeydin? Sabah yıldızları birlikte şarkı söylerken, Tanrı’nın oğulları sevinçle çığrışırken” Eyüp 38:4-7 Hazal
Amour (2012)
Avusturyalı yönetmen Michael Haneke’nin Amour isimli filmi, Altın Palmiye (Palme d’Or) ile beraber tam yirmi yedi ödül aldı. Jean-Louis Trintignant Georges’u, Emmanuelle Riva Anne’ı ve Isabelle Huppert ise kızları olarak Eva’yı canlandırıyor. Haneke kendi yaşamındaki değerli bir yaşlı teyzenin yaşadığı zorluklara zamanında fazlasıyla tanıklık etmiş ve kadının yaşadığı acıyı, intihara dahi kalkışmasını yıllar sonra kendi duygu dünyasında harmanlayıp perdeye Anne olarak sunmuş.
Kahvaltı yaparken bir sabah, Anne’a yarı felç iner ve bir an uzaklaşır kendinden. Bu durumu fark eden Georges, elleri ile karısının yüzünü tutar ve onu kendisine getirmeye çabalar. O an artık her şeyin diğer günlerden çok farklı olacağını anlıyor Georges. Oluyor da. Yarı felç zamanla Anne’ı yürüyemez halden tekerlekli sandalyeye, daha da sonra ise konuşamaz ve kıpırdayamaz halde yatağa düşürür. Her sabah, çiçeklerle varlığını kutsayan Georges ise hayatının aşkının büyük acı çekişini elinden gelen her şeyi yapmaya çalışarak kahrolarak izler. Sedef
La vie d’Adele (2013)
2013’te Cannes Film Festivali’nin en çok konuşulan ve tartışılan filmlerinden biri olan La vie d’Adele, cesur sinema diliyle festival seyircisinin beğenisini de toplamayı başarmıştı. Hatta Steven Spielberg başkanlığındaki festival jürisinin bir ilk gerçekleştirmesine ve Palme d’Or’un ilk defa yönetmen dışında oyunculara da verilmesine sebep oldu.
La vie d’Adele, bir lise öğrencisi olan Adele’in hayatına konuk olmamızı, cinselliğini, aşkı ve kendini keşfedişinde ve yaşadığı varoluş mücadelesinde ona eşlik etmemizi sağlayan eşsiz bir başyapıt. Adele, Emma ile tanıştıktan sonra arzuyu, ilişkiyi ve büyümeyi öğrenecektir. Onların yıllara yayılan hikayesi, basit bir aşk hikayesinden çok daha farklı. Bu da karakterlerin ve anlatımın sıra dışı olmasının bir etkisi. Adele ile Emma’nın gençliği, yetişkinliği ve ilişkiyi beraber keşfedişi tutku dolu aşkları ve sınıf farklılıkları üzerinden sade ve bir o kadar da etkileyici bir anlatımla sunuluyor. Her sahnesi üzerinde uzun uzun konuşulabilecek, güçlü bir alt metne sahip film kendinizi karakterlerle özdeşleştirmenizi sağlayarak yaşanan her şeyi, Adele’in içsel yolculuğunu ve bu sırada hissedilen tüm duyguları izleyiciye başarıyla aktarıyor. Tabii ki bu konuda Adele Exarchopoulos ve Lea Seydoux’nun muhteşem performanslarının etkisi de çok büyük.
Blue is the Warmest Color, Julie Maroh’un 2010 yılında yayımladığı aynı adlı çizgi romanından Tunus asıllı Fransız yönetmen Abdellatif Kechiche tarafından beyazperdeye uyarlanmıştı. Filmin en çok tartışılan noktası ise fazlasıyla uzun ve açık bulunan seks sahneleriydi. Maroh da bu sahneleri çizgi romanını yazma amacına (seksin doğal ve sıradan bir şey olmasına dikkat çekmek istemesi) uygun bulmadığı için başlarda özgünlüğünü takdir ettiği filmden desteğini çekmiştir. Böylece film orijinali tarafından reddedilen ilk Palme d’Or kazananı olarak da tarihe geçmiştir. Sonraları filmin yönetmeni ve oyuncuları tarafından yapılan bazı açıklamalar kafaları karıştırsa da ortada değişmeyen bir gerçek var ki o da filmin başarısı. Pek çokları tarafından sadece o yılın değil 21. yüzyılın en iyi filmlerinden biri olarak görülen film son derece gerçekçi ve doğal anlatımıyla son dönemde sinemanın başına gelmiş en iyi işlerden biri. Filmin izledikten sonra seyircileri üzerinde bıraktığı etki ise çok özel. Sesil
Kış Uykusu (2014)
Türk sineması denince akla ilk gelen isim, medar-ı iftiharımız, bu sene Ahlat Ağacı ile Cannes’da bir kez daha ülkemizi temsil edecek Nuri Bilge Ceylan’ın ─şimdilik─ Altın Palmiye sahibi tek filmi Kış Uykusu. Daha önce aynı yarışmanın En İyi Yönetmen, Grand Prix gibi önemli ödüllerini de kucaklamış olan Ceylan, 2014 yılında ilk defa büyük ödülün sahibi oldu.
Sinemasına pek hakim olmayanlar için bile “taşra” kelimesi artık Ceylan’ı çağrıştırır. Kış Uykusu da yönetmenin en hakim olduğu yerde, Kapadokya yakınlarında küçük bir kasabada geçer. Eski bir tiyatrocu olan Aydın (Haluk Bilginer); kardeşi Necla (Demet Akbağ) ve genç ve mutsuz eşi Nihal (Melisa Sözen) ile bir otel işletmektedirler. Kiracıları olan cami imamı ve ailesiyle aralarında geçen maddi sorunla başlayan film hem sınıf çatışmalarına, hem aile içi çatışmalara hem de ‘aydın sorunu’na felsefi ve edebi bir açıdan bakar.
Başrollerin yanında Nadir Sarıbacak, Serhat Kılıç, Tamer Levent gibi çok başarılı yan rol performansları, Ceylan’ın uzun yıllardır işbirliği içinde olduğu Gökhan Tiryaki’nin göz alıcı kadrajları ve upuzun ama yağ gibi akan ─özellikle Aydın & Nejla ve Aydın & Nihal arasındaki─ diyalogları ile Kış Uykusu aldığı ödülü sonuna kadar hak eden bir eser.
Çehov, Shakespeare ve Dostoyevski gibi yazarlardan esintiler taşıyan film, aynı anda hem yerel hem evrensel, hem kişisel hem tüm insanlığa dair; insanın en mahrem duygularına, vicdana, hayırseverlik dilemmasına, burjuva aydınına ve onun kibrine, vicdana, en yakınlarımızı günbegün tüketişimize ve onlar tarafından tüketilişimize dair 196 dakikalık bir senaryo, sinematografi ve oyunculuk şöleni. 196 dakika demişken, bence süresini hiç hissettirmese de aynı zamanda en uzun Altın Palmiyeli film olma özelliğini de taşıyan Kış Uykusu, hem Türkiye hem de dünya sineması içinde özel bir yere sahip. İlkyaz
Dheepan (2015)
Son on yılda göçmenlik krizi tekrar kendini göstermeye başlarken sinema sektörü bu konuyu biraz daha sonradan keşfeden bir sektör oldu. Özellikle bu sene sık sık rastladığımız göçmenlik temalı filmlerden ziyade 2015 yapımı Jacques Audiard yönettiği Dheepan bu konuyu ilk fırsata çeviren yapım olarak ön plana çıkıyor. Zaten bunun ödülünü Palme d’Or olarak da alıyor.
Rust and Bone, A Prophet gibi filmlerin yönetmeni Jasques Audiard’ın gözünden Sri Lanka’daki iç savaştan kaçan bir adam, bir kadın ve bir çocuk olmak üzere 3 kişinin değişik bir usül ile yollarının kesişmesini ve enteresan bir şekilde aile olmasını konu alıyor. Jesuthasan Antonythasan’in canlandırdığı Dheepan Sri Lanka iç savaşında bir taraftır. Savaştan sıyrılmak için yurt dışına çıkmaya karar verir. Bu esnada zorunluluktan Yalini ve Illayaal ile tanışır. Ardından Fransa’ya doğru yola koyulurlar. Apartman çevresi olarak başladıkları hayatları ister istemez o çevrede şekillenir. Hepsinin ortak özellikleri geçmişlerinden kurtulmak istemeleridir. Fakat Dheepan’ın kötü geçmişi peşini bırakmaz. İlk başta ortama ayak uydurma konusunda diğerlerine de ön ayak olsa da bazı olaylarda geçmişini öne sürmekten çekinmez. Yalini ise kadınların ‘kısaca’ geri planda kaldığı ortamda sıyrıldığı için bir nevi Fransa onun için kendini bulma fırsatı olmuştur.
Dheepan, elinde iyi malzeme olmasına rağmen derin sularda küçük, sığ sularda ise çılgıncasına kulaç attığı için boğulmaktan kurtulamaz. Bu yüzden de son zamanların en zayıf Palme d’Or kazanan filmi olarak öne çıkar. Hürrem
I, Daniel Blake (2016)
Toplumda oluşan problemlere parmak basan, işsizlik, evsizlik gibi olgulara kendi penceresinden bakan bir yönetmen Ken Loach. Aldığı sayısız ödüllerin arasında iki Palme d’Or yer alıyor. Bunlardan biri The Wind That Shakes the Barley diğeri ise I, Daniel Blake.
I Daniel Blake’de Daniel (Dave Johns) sağlık sorunlarından ötürü çalışamaz haldedir. Bu yüzden işsizlik maaşına başvurmuştur. Sancılı bir süreçten geçen Dave’i zorlu bir görev beklemektedir. O da kendinin gerçekten iş göremez olduğunu yetkili birimlere ispatlamak. Bu esnada Katie ile tanışma fırsatı bulmuştur. Katie çocuklarına yiyecek yemek bulma zorluğu çeken ve Daniel’in o anda geçiyor olduğu evreye önceden maruz kalan biridir. İki kişinin hayatı umutsuzlukların, çaresizliklerin, işlemez düzenin doruk noktasında kesişir. Birbirlerine bir şekilde destek olurlar. En azından kısa süreliğine de osla bir sonraki adımlarını çıkarmaları için omuz verirler. Bu iki kişinin arkadaşlıkları çevresinde hikaye şekillenir.
I Daniel Blake, tam anlamıyla Ken Loach filmidir. Sistem eleştirisi barındırır. Sistem eleştirisini de sentetik bir şekilde yapmıyor Ken Loach. Gördüğü ne ise onu çekmeyi tercih ediyor, içine absürd noktalar katmıyor. Kamerasını halkın içinden başka bir içine doğru çeviriyor. Hürrem
The Square (2017)
‘’Kare, güven ve ilginin sığınağıdır. Onun sınırları içinde hepimiz eşit hakları ve sorumlulukları
paylaşırız.’’
Kurgu sürecinin uzun sürmesinden ötürü ana yarışmaya sonradan eklenen The Square, geçtiğimiz yılın seçkisindeki Loveless, You Were Never Really Here, Good Time ve Happy End gibi iddialı
yapımları geride bırakarak sürpriz bir şekilde yönetmeni Ruben Östlund’a Altın Palmiye’yi kazandırmıştı. Günümüz İsveç sinemasının önde gelen isimlerinden olan yönetmen, filmin bütünüyle bağlantılı fakat tek başına da anlam ifade edecek biçimde kurgulanan sahnelerle insan davranışlarını açığa çıkarmayı amaçlıyordu. Bu sinematografik yaklaşım bağlamında bir diğer İsveçli yönetmen Roy Andersson’un tarzından etkilendiğini açıkça belirten Östlund; The Square’de ana tema olarak çağdaş sanatı topa tutuyor gibi görünse de estetik, politik, sosyolojik ve etik birçok meseleyi birbirleriyle ilişkili bir şekilde irdelemeyi başarıyor. Yönetmenin mülteci sorunundan politik doğruculuğa, linç kültüründen toplumsal duyarsızlaşmaya kadar uzanan bu yelpazeyi güncel Batı toplumlarının ruhunu yansıtmak için kullanış biçimi dahiyane. Bir başka deyişle önceki filminde aile kavramını ters yüz eden Östlund, bu sefer toplumu hedef tahtasına koyuyor ve oklarını dört bir yandan atarak her seferinde hedefi on ikiden vuruyor. Doğal olarak bu başarısının karşılığını da Altın Palmiye’yi evine götürerek alıyor.
Force Majeure ile Oscar adaylığı alamayışını küçük bir sinir kriziyle karşılayan (https://www.youtube.com/watch?v=hYTWqLmnjt0) Östlund, The Square ile adaylık kazanmayı başardı. Fakat ödüle uzanamadı. Her filmiyle bir öncekinin üstüne çıkan yönetmenin sıradaki projesinin içeriği ise şimdiden belli. Triangle of Sadness ismini verdiği (gözlerin arasındaki kırışıklıklara yapılan botoksun sektördeki adıymış bu terim, alkış!) yeni filminde moda dünyasından kurtulmaya çalışan iki modelin hikayesini anlatacak. Ele aldığı konular ve bu konulara yaklaşımıyla kara mizah soslu Haneke sinemasını andıran filmografisine enfes bir geometrik şekil daha ekleyeceğine dair güvenimiz tam. Ziya