Ana Sayfa Dosyalar En'ler 2023’ün En İyi 25 Filmi

2023’ün En İyi 25 Filmi

2023’ün En İyi 25 Filmi
0

1

Felaketlerle ve savaşlarla geçen bir yılı filmlerle hatırlamaya çalışmak hepimiz için zor. Fakat sinemayla yatıp kalkan biz sinemaseverler için listeler bu işin zevkli tarafı ve kolektif listeler de Türkiye’den çağdaş sinemanın nasıl izlendiği ve görüldüğüne dair güzel veriler sunuyor. Sene sonunda zihnimizde kalanlara bakmak, birdunyafilm ekibi olarak 2017 yılında başladığımız ve bir geleneğe dönüşmesini istediğimiz sene sonu listelerini yapmamızın asıl sebebi. Bu sene 20 kişinin katılımıyla oluşan listemizi paylaşmanın ve böylelikle 2023 sinema yılını geride bırakmanın hem tatlı hem buruk sevincini siz okuyucularla paylaşıyoruz.

60 filmlik tam liste için: 2023 En İyi Filmler

Umarız 2024 senesi bir öncekini aratmadan sinema salonlarını doldurduğumuz, bol bol film izlediğimiz, festivallerin heyecanını yaşadığımız, iyi sinemaya doyacağımız bir yıl olur, sanatla kalın!

 

25. Perfect Days

Entelektüel bir tuvalet temizlik işçisinin biteviye kendini tekrar eden gündelik rutininden izlemesi epey keyifli, yer yer dokunaklı ama yüzde daima bir gülümseyiş bırakan seyirlik bir deneyim çıkartabilmek Wim Wenders’ın elinden mümkün olabilirdi ancak. Diyalog kullanımı oldukça az ama günlerin birbirini tekrarladığı o mütevazı evrenin içine tekrar tekrar bakmakta insanı sıkmayan sihirli bir taraf var. Elbette bunda filmin başrolünde Cannes’dan ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödüllü Kôji Yakusho’nun gösterişsizce devleşen performansının payı da çok büyük. Hirayama karakteri her sabah dişlerini fırçalıyor, incecik bıyıklarını tıraşlıyor, bitkilerini suluyor ve işçi tulumlarını çekip bize bir sanatkâr marifetiyle temizlediği Tokyo’nun süslü kamusal tuvaletlerini gezdiriyor. Hirayama’nın geçmişine ve onu yalnızlığa iten şeyin ne olduğuna dair bir fikrimiz yok ancak onun temas ettiği her şeyin çiçeklendiğine gururlu bir gülümseyişle tanık oluyoruz biz de. Yatmadan önce Faulkner okuyup arabasında eski kasetler dinlemesinden, ağaçların gölge oyunlarıyla yarattığı enstantaneleri fotoğraflama tutkusundan süzülen mütevazi bir yaşam bilgeliği onunkisi, Wenders da bu mütevazılığa sade bir sinematografiyle cevap veriyor. Burak Yılmaz

24. Tótem

Meksikalı yönetmen Lila Avilés‘in 73. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Ana Yarışma’da gösterilen filmi, 7 yaşındaki Sol’ün babasının doğumgünü partisi için geniş aile evine yaptığı ziyareti konu ediniyor. Bir büyüme öyküsü ve bir aile portresi olarak okunabilecek film, Latin Amerika sinemasına özgü temalara sahip taraflarıyla öne çıkıyor. Kendi coğrafyamızdan da aşina olduğumuz kalabalık ailelerdeki kargaşa filmin ana karakteri olarak büyük yer kaplıyor. Hastalık, çözümsüzlük, iletişimsizlik bu coğrafyaların kaderi gibi. Bu evlerden sağlıklı çıkmak isteyen çocukların ise dilek tutmayıp hayal kurmadan hayatın gerçekleriyle erken yüzleşmesi gerekiyor. Yönetmen Avilés, ev içinde, dar mekanlarda, yakın planlarla ve plan sekanslarla kamerasını çok iyi kullanarak seyirciyi sürekli diken üstünde tutan bir yapıma imza atmış. Filmin finali ise en yaratıcı ve etkileyici tarafı şüphesiz. Tuncay Uravelli

23. In Water

Üç arkadaş, büyük bir adanın kayalık sahilinde birlikte film çekmek üzere bir araya gelirler. Yönetmen Seongmo (Shin Seokho), oyunculuğu bırakmış ve kendi parasıyla film yapma kararı almıştır. Eski sınıf arkadaşı Sangguk (Ha Seongguk) kamerayı kullanacaktır ve Namhee (Kim Seungyun) ise başrolde yer alacaktır. Tek sorun ise Seongmo’nun ne yapacağına karar verememesidir.

Film, hüzünlü bir atmosfere sahiptir. Sanki ortalıkta dolaşırken daha sanatsal yahut daha “hakiki” bir ilham arayan gençlerin melankolik hissiyatı aslında anlam arayışında olan herkese tanıdık gelecektir.

Hong Sang-soo‘nun filmografisine alışık olan herkes bilir ki, bir grup arkadaş bir masanın etrafına toplanır, beraber sohbet eder ve yemek yer. Aslında görünen budur fakat tam bunlar olurken arkalarda bir yerde başka şeyleri göstermeye niyetlenir yönetmen. Bu gösterim şekli bazen anlam açısında da bulanıklaşsa da yönetmenin imzasını oluşturan hususlardan biridir.

Kabataslak söyleyecek olursak film, yönetmenin diğer iyi işleri arasında pek yıldızı parlamıyor gibi görünebilir. Fakat, tabiri caizse inat etti Hong Sang-soo “slow cinema” seyirci topluluğuna, belli ki süreyi hiç uzatmayarak yeni kanlar katacak. Sedef Açıkgöz

22. The Killer

David Fincher’ın Netflix’te yayına giren son filmi The Killer; soğukkanlı bir seri katilin hedefini ıskaladığı bir görev sonrasında, kendi ailesinin hedef alınması sonucu işverenlerine savaş açmasını konu ediniyor. Fransız bir çizgi romandan uyarlanan film, farklı şehirlerde geçen kısımlara ayrılarak filme alınmış. Filmde pek çok eski klasikten esinlenmeler olduğunu söylemek mümkün ancak bunların en belirgini ise Jean-Pierre Melville’in 1967 yılında gösterime giren başyapıtı Le Samouraï. Michael Fassbender’in karakteri de aynı Alain Delon’un Jef Costello’su gibi çok fazla konuşmuyor. Film açılıştan itibaren çoğunlukla iç ses üzerinden ilerliyor.  Film, bir seri katil hikâyesi olmasına rağmen aksiyondan ziyade karakterin psikolojisi / zihni üzerinde duruyor. Filmin her bir bölümünde, karakterin intikama giden yolda farklı bir karakterle olan mücadelesini izliyoruz. Fincher bir kez daha sinematografik açıdan usta işi bir görsellik sunuyor izleyiciye ve bunu yaparken de nefis müzikler kullanıyor. The Killer, Fincher filmografisinde alt sıralarda kalacak olsa da genel kanının aksine yılın iyilerinden. ‘’Plana sadık kal, doğaçlama yapma!’’ Sefa Dönmez

21. Monster

Yuji Sakamato’ya Cannes’da En İyi Senaryo ödülü getiren Monster, Hirokazu Koreeda’nın son filmi ve sinema yılı boyunca en güçlü filmlerden biri olmaya başardı. Yine birçok sıkıntılı noktada ip üstünde giden film, listemize girmeyi başardı.

Monster özellikle 2000’lerin başı Koreeda sinemasına büyük yakınlık gösteriyor. Çocuk oyuncuların başrolde olduğu bu film, özellikle senaryo tekniği ve hikaye anlatıcılığı bakımından bir Japon klasiği Rashomon’o da benziyor. Koreeda’nın son zamanlarında olduğu gibi yine steril bir anlatım tercih ettiğini görüyoruz ama bu sefer bunu kolay bir matematikle yapmıyor aslında Anatomy of a Fall’ün yaptığına benzer bir şekilde neredeyse her konuda bizi bir ikircikte bırakıyor. Hikayenin belki de en güçlü kısmı bu, bir taraf tutmaması ya da yaşanan sorunu aklamadan her karaktere alan açabilmesi… Bu açılan alan sayesinde, Koreeda’nın sinemasını yenileyebildiğini hatta görsel açıdan daha önce hiç girmediği alanlara girdiğini, konfor alanından çıktığını bile söyleyebiliriz. Senaryoyu kendi yazmamasından da kaynaklı bu sefer sistemin dışında değil içinde olanlara attığı bu bakışla, senenin en iyi yapımlarından biri olduğunu rahat rahat söylemek mümkün. Anıl Boydağ

20. The Delinquents

Böylesi harika bir soygun anlatısını tekrar izler misiniz bilmiyorum. Arjantinli bir banka çalışanı yıllardır çalıştığı bankadan büyük bir miktar parayı çalmaya karar verir ve bu planına bir iş arkadaşını da dahil eder. Planlarına göre, banka çalışanı suçunu itiraf edecek ve cezasını çekerken, iş arkadaşı parayı koruyacak ve ardından serbest kaldıktan sonra bu parayı paylaşacaklar.

Buraya kadar hayli sıradan gibi görünüyor değil mi? Fakat aslında tam tersi. Gerçekten seyirciyi alıp akan fakat uyuşturmak amaçlı değil, gerçekten canlı bir şeymiş gibi akan finale doğru da kendi çıtasını da aşan bir film var karşımızda. Aslında seyirciye, “özgürlük” diye yüzyıllardır peşinde koştuğumuz “şeyin” tam olarak ne olduğunu ve nerede asla var olamayacağını düşündürtüyor.

Film yolda olma durumunu çok iyi anlatıyor çünkü yolda her türlü şey gizlidir; iyi ya da kötü. Ve dahi aşk sizi en beklemediğiniz anda yakalayabilir. Kesinlikle izlenilesi. Sedef Açıkgöz

19. Kavur

Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981), Anayurt Oteli (1987) ve Gizli Yüz (1991) gibi pek çok incelikli filmin yönetmeni olarak tanıdığımız Ömer Kavur’un ruh dünyasına yolculuk yapan bir belgesel Kavur. Bu yolculuk genç bir kadının sesi ve hikayesiyle yapılırken, Kavur’un kendi mektupları, incelikle seçilmiş arşiv görüntüleri de ona eşlik ediyor. İnsanların çoktan terk ettiği yıkı dökük harabeler, oteller; niye gittiğini bilmeden gidilen ülkeler ve şehirler, bu kadının ve bu kadınla birlikte iç dünyasını keşfetmeye başladığımız Kavur’un kendini bulma arayışı aslında. Bir ait olma ve olamama meselesi. Bir auteur olarak yönetmenin kendi sinema dilini yaratma çabası ve bu çabanın popüler sinemaya yenik düşmesinin ardındaki aitlik sorunu da bilhassa belgeselin merkezinde yer alıyor. Cem Yılmaz, Funda Eryiğit ve Tilbe Saran’ın filme şiirsel bir hava katan seslendirmelerinin yanı sıra bütün olarak ses tasarımı hikâyeyi daha da derinleştiriyor. “Kavur filmi gibi bir Kavur belgeseli” yapma arzusuyla yola çıkan yönetmen Fırat Özeler’in, senaryo, görüntü ve kurgudaki tercihleri de adeta Ömer Kavur’un o sorgulayan, duygusal, arayışta olan karakterleriyle örtüşüyor. Kavur’un hayatının merkezini oluşturan yolculukları, kendi sinemasal üslubuyla birleştiren Fırat Özeler, 4 bölümden oluşan filmini, klasik bir biyografi olmaktan öteye taşıyıp, dökü-drama olarak bilinen kurmaca belgesele dönüştürüyor. Kısacası, “belgesel sinema gerçeğin peşindedir, bu nedenle üslup, stilistik tercihlerin önemi yoktur gibi” belgeseli asıl anlamından uzaklaştıran söylemin aksine, gerçeği film estetiğiyle harmanlayan başarılı bir film Kavur. Röportajlara boğmayan, stilize görsellerle anlatımına zenginlik katan çok yaratıcı, çok şiirsel bir iş. Kavur’un arayışı ile bütünleşen bir başka arayışın izini süren izleyici, film bittiğinde büyülenmiş olarak çıkıyor sinemadan. Pelin Oduncu

18. Close Your Eyes

İspanyol yönetmen Victor Erice’nin son filmi Close Your Eyes, bu sene birçok festivalde yarıştı ve ödül aldı. Oldukça sıra dışı ve sinemadan beslenen bir konusu var ama bunu daraltırsak ve tek bir kelimeye dökmek istersek bu herhalde, nostalji olur.

Yönetmen Miguel Garay’ın 70’lerde çektiği bir filmde başrol oyuncusu Julio Arenas’ın bir anda ortadan kayboluşunu konu alıyor, Close Your Eyes. Bu kayboluşa dair çekilen televizyon programıyla beraber ilerlese Miguel’i takip ediyoruz film boyunca. Ortaya atılan bir sürü komplo teorisi, Miguel’in tekrar bu konuya dair eski arkadaşlarıyla, aşklarıyla konuşması aslında mevzunun ortadan kayboluşla alakası olmadığını bir özlemle, nostaljiyle alakası olduğunu gösteriyor bizlere. Hayatın o akışında belirli bir döneme, gerçekten yaşadığını hissettiğin döneme duyulan büyük özlem Close Your Eyes’ın asıl meselesi. Erice’nin bu özlem dolu, nostaljik ve gizemli draması listemizin nadide filmlerinden. Anıl Boydağ

17. Music

Fırtınalı bir gecede Yunan dağlarında doğan Jon, annesi veya babası tarafından terk edilmiş ve kimliğini bilmeden yetim kalmıştır. Genç bir adam olduğunda, bir trajedi sonrasında kendisini hapishanede bulur ve orada gardiyanlık yapan Iro ile tanışır. Iro, Jon’un varlığına özel bir ilgi gösterir, onun için müzik kayıtları yapar. Jon’un görme yeteneği zamanla kaybolmaya başlar. Ancak, yaşadığı her kayıp, ona bir şeyler kazandıracaktır. Böylece kör olmasına rağmen, hayatının daha dolu dolu yaşamaya başlayacaktır.

Aslında Oidipus mitine oldukça farklı, modern bir hava verilmiş olsa da tam Schanelec bakışını anlatan bir film olmuştur. Bilerek tercih edilmiş olan, oyuncuların aşırıya kaçmayan Bressonvari oyunculukları, konunun derin trajedisinin hayli sade şekilde ele alırken geniş çekimlerin tercih edilmesiyle bu anlatıyı kendisine has bir tınıya dönüştürmüş sevgili Schanelec. Evet, kabul edelim ki film; bazıları için sıkıcı olabilecekken bazıları için unutulmazlar arasına ilk on dakikadan itibaren girecektir bile.

Schanelec, neredeyse ilk filmlerinden itibaren kendisine has anlatı rengini yakalamak için her filminde biraz daha eklemeler yaparak kendi kıvamını tutturmaya oldukça yaklaşmış durumda. Sedef Açıkgöz

16. Beau is Afraid

Hereditary (2018) ve Midsommar (2019) filmleri ile hem korku sinemasına yenilik getiren hem de arthouse sinemaya etkileyici bir giriş yapan Ari Aster üçüncü uzun metrajında anksiyeteyi bir korgu ögesi olarak filminin tamamına yedirmeyi denemiş. Ülkemizde Korkuyorum Anne ismiyle vizyona giren film, annesinin fazla sevgisinden muzdarip ve kaygı bozukluğu hastası 40lı yaşlarındaki Beau’nun annesinin ölüm haberi sonrası cenaze için anne evine dönme çabasını perdeye taşıyor. New York’ta küçük bir dairede yaşayan Beau’nun gündelik dertleriyle başlayan ve günümüzde metropolde yaşamanın korkularını ve sıkıntılarını oldukça yaratıcı bir şekilde resmeden ilk 1 saatin ardından Beau uzun bir yolculuğa çıkıyor. Ormanın ortasında yaşayan bir tiyatro cemiyetine, oğlunu savaşta kaybetmiş yaralı ve oldukça sorunlu bir aileye, en sonunda da Beau’nun annesinin evine uğradığımız, Aster’ın biçimsel denemelerine devam ettiği bu duraklarda film gerçeküstü sularda gezerken ritmini ve mantığını kaybediyor. Bütün bunların üstüne Aster’ın finaldeki mizansen tercihi, filmin başarısız bir deneme olarak aklımızda kalmasına sebep oluyor. Tuncay Uravelli

15. The Boy and the Heron

Sinema dünyasının ustalarından Hayao Miyazaki, sinemadan emekli olduğunu açıkladıktan sonra çektiği ve yaklaşık 7 yıllık bir yapım sürecinden geçen son filmi, bizi yine büyülü dünyalara davet ediyor. Kariyerinin tartışmasız en kişisel ve şimdilik ‘son’ filmi; yas, kabulleniş, yıkım ve umut temalarını kendine has dünyalarda incelikle işlediği duygu dolu bir eser.

Seyircilerinin filmi hakkında herhangi bir şey bilmeden, hiçbir beklentide bulunmadan tecrübe etmelerini istediği için hiçbir tanıtım dahi yapmadığını belirtmek lazım. Ancak yakın dostu ve filmin yapımcısı olan Toshio Suzuki’ye göre bu film bir nevi Miyazaki’nin ölmeden önce torunu için arkasında bırakmak istediği bir hediyeymiş. Ki filmin ilham kaynakları, filmde kullandığı sembolizm de buna işaret eder şekilde.

Tokyo’da ikinci dünya savaşı dönemlerinde geçen hikâyede Mahito annesini kaybettikten sonra babasıyla birlikte yeni bir şehre, babasının yeni eşinin yanına taşınır. Bu olayı kabullenmekte ve yeni hayatına alışmakta zorlanan Mahito, sürekli karşısına çıkıp annesinin ölmediğini iddia eden bir balıkçıl kuşunu takip eder ve keşfettiği yeni ve görkemli dünyadaki gizemleri çözmeye çalışırken bir yandan da inkâr ettiği bazı gerçeklerle yüzleşip kabullenmeye başlar. Usta yönetmenin 60 kişilik bir animasyon ekibiyle beraber tamamen elle çizerek yarattığı bu dünyalarda, Studio Ghibli’de görmeye alışık olduğumuz görseller eşliğinde yas, yozlaşma, umut, insan-doğa ilişkisinin ve bunun yarattığı yıkım gibi bazı tanıdık temalar işleniyor. Sesil Yersu Uncu

14. Trenque Lauquen

Trenque Lauquen çok katmanlı bir hikaye ve her şey Laura karakterinin bir biyoloji projesi kapsamında şehre gelmesiyle başlıyor. Bu kısa araştırma döneminde dahil olduğu radyo programı için kütüphanede araştırma yaparken gizli bir mektuplaşmaya rastlıyor, sonra bu onun için bir tutkuya dönüşüyor. Filmin asıl başlangıcı ise Laura’nın sevgilisi Rafael ve henüz kim olduğunu bilmediğimiz ama Laura’ya şoförlük yapan Ezequiel’in (Chico) Laura’nın kaybolmadan önceki son adımlarını araştırmasıyla başlıyor. Yani hikayenin ikili zaman akışı başlangıçta Laura’nın mektuplaşmanın gizemini araştırırken, Chico ve Rafa’nın da Laura’nın ne yaptığını öğrenmeye çalışması arasında gidip geliyor. Bu üç karakter üzerinden de hikayeyi ayrı ayrı izliyoruz. Sonradan öğreneceğimiz üzere Chico her şeyden haberdar ve neredeyse bütün hikayede Laura’nın yanında. Bu ilk bölüm, inanılmaz bir kasaba noir’i yerelliğini ve Citarella’nın tarzını içerisinde tutsa da, öte yandan western olma özelliklerini taşıyor. Sürekli çözülen bir düğüm gibi ilerleyen hikaye sizi 4 buçuk saat boyunca herhangi bir dikkat dağılma olmaksızın ekrana kitliyor. Citarella ve başrol Laura Paredes’in birlikte yazdıkları senaryo neredeyse kusursuz… Anıl Boydağ: Yazının tamamı

13. The Zone of Interest

İnsanlığın büyük suçlarının bütün açık seçikliğiyle ortaya serildiği ve dolayısıyla kötülüğün olağanüstü ve müstesna bir anomali olarak portrelendiği anlatıların belki de sonuna geldik ve Jonathan Glazer’ın The Zone of Interest filmi bu kapanışı muştuluyor. Kötülük denen şey kolektif bir çılgınlık hali değil, bilakis bir metodoloji meselesiydi. Elbette bunu çok daha önce Hannah Arendt ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ kitabında tespit etmişti. İşte The Zone of Interest, zaten tasvir edilmesi imkansız olanı, yani felaketlerin en büyüklerinden biri olan Holocost’u, paranteze alarak kadrajın dışına itiyor ve milyonlarca insanın insanlıktan çıkarıldığı bir ölüm kampına komşu bir evin içinde, avlusunda yaşanan gündelik anlara, koşuşturmalara odaklanıyor. Odağımızda kusursuzca düzenlenmiş bir bahçe peyzajı görüyoruz, arkada işkenceden geçirilen insanların sesleri bulanıklaşıyor, uzaktan bir patırtı gibi gelen silah sesleri durmaksızın tüten dumanlara karışıyor. En büyük endişesi gaz odalarından içeriye salınacak olan gazın maksimum kıyım için optimum kullanımı olan bir Nazi subayının eşi ve çocuklarıyla derli toplu, hatta duvarın öte yanında olan bitene kulağımızı tıkarsak kıskanılası hayatını izliyoruz. Arada çocuklarını yüzdürdüğü nehirden insan kemikleri çıkıyor, huzuru kaçıyor ama o kadar da olur. Glazer, yalnızca sinemayla anlatılabilecek bir iş yapıyor. Ses tasarımıyla, arada bir devreye giren termal kamera estetiğiyle ve tekinsizce kadraj dışında bekletilen anlatısıyla sinemayı tarihe tanıklık etmeye çağırıyor. Burak Yılmaz

12. Past Lives

İn-Yun kavramı Kore kültürü için kökleri Budizm’e dayanan, geçmiş yaşamımızdaki binlerce deneyimin ve bağlantının içinde bulunduğumuz andaki ve gelecekteki karşılaşmalarımıza, ilişkilerimize yön verdiğine yönelik bir inanış anlamına geliyor. Bizdeki kısmet olgusuna çok benziyor yani. Nora (Greta Lee), yazarlık eğitimi aldığı New York’taki bir okulun sanatçı yerleşkesinde aynı evi paylaştığı Amerikalı Arthur’a (John Magaro), bahçede vakit geçirdikleri sakin ve romantik bir akşamda İn-Yun kavramından bahsediyor, aralarındaki karşılaşmanın kader boyutuna vurgu yaparak. Nitekim, çocukluk yıllarında ailesiyle birlikte Kore’yi terk ederek önce Toronto’ya oradan da New York’a göç eden Nora’nın yaptığı seçimler, milyonlarca olasılık arasından onu bu beyaz Amerikalı yazar adayıyla evlendiren bir kaderle sonuçlanıyor. Ancak Koreli-Kanadalı yönetmen Celine Song’un ilk filmi Past Lives, kader, kısmet ya da İn-Yun meselesine oldukça mesafeli ve soğukkanlı denebilecek bir yerden bakan bir aşk üçgeni yaratıyor. Burak Yılmaz: Yazının tamamı

11. Oppenheimer

Christopher Nolan senaristliği ve yönetmenliğinde vizyona giren Oppenheimer tarihsel izleklerle şekillenen epik biyografik bir kurguyu ihtiva eder. Film dünya tarihinin ve bilim dünyasının kült isimlerinden biri olan Amerikalı Fizik Profesörü Robert Oppenheimer’ı hem bir bilim insanı hem de salt insan olarak çözümlememizi isteyen bir yapbozu bizlere sunmaktadır. Bu yapbozun parçaları tamamlanıp bütüne erişildiğinde, bizlere iyi ve kötünün dengesini kurmaya çalışan bir insanı ve bu insanın hırslarını bilimin emrine sunduğunda hem kendi yaşamını hem bir insanlığın yaşamını nasıl şekillendirdiğine dair hikayesini ortaya koyar. Arzu Atak: Yazının tamamı

10. Inside the Yellow Cocoon Shell

Thien An Pham’ın ilk uzun metrajı Inside the Yellow Cocoon Shell, yılın başında Cannes’dan Altın Kamera ödülünü alarak sesini duyurdu. Pham’ın özellikle son yıllarda Uzak Doğu sinemasında yoğunlaşan tarza sahip olduğu kesin, bununla beraber özel olarak Weerasethakul’un meditasyon sinemasına yakınsadığı da açık.

Baldızının ölüm haberini aldıktan sonra yanına kazadan sağ kurtulan yeğeni Dao’yu da alarak cenazeyi köylerine götüren Thien’in hikayesine odaklanan film, geçmişle bugün arasında bir rüya anlatısını kullanırken, kameranın özgür olduğu anlarda meditatif bir tarza sahip. Savaştan, ölen kardeşini arayışa, geçmişin hayaletleriyle günümüzün gerçeklerinin sıkıştığı ve Thien’in bir çıkış aradığı bu yolculukta Vietnam’ın insanı büyüleyen coğrafyasıyla kameranın birleşimi bu deneyimi inanılmaz bir seviyeye çıkarıyor. Ustalarına nazaran pek çok boşluk ve ilk film olmanın kusurlarına sahip olsa da, Inside the Yellow Cocoon Shell yılın en güçlü filmlerinden biri ve Vietnam sinemasının son yıllardaki en iyi işlerinden. Bu sene pek çok listede yer alan film şüphesiz bu övgüyü sonuna kadar hak ediyor. Anıl Boydağ

9. The Holdovers

Son yılların en önemli filmlerinden biri olan Nebraska‘ya imzasını atan Alexander Payne araya vasat bir film sıkıştırmasına rağmen bence Nebraska kadar olmasa da yine başarılı bir filmle geri dönüyor. The Holdovers bir lisede bir tarihçi olan Paul Hunham ve Noel tatilinde okulda kalmak zorunda kalan öğrenci Angus Tully’nin hikayesini anlatıyor. Verdiği hissiyat ve senaryonun gelişme şekli itibarıyla 90’lar ev sinemasını andıran The Holdovers için filmleri pazarlamak için afişlerde yazan klasik bir cümle olan “içinizi ısıtan bir film” ifadesi hem yeterli olan hem de yetersiz kalacaktır. Kibirli bir öğrenci olan Angus Tully ve aksi bir öğretmen olan Paul Hunham’ın bu zorunlu mahkumiyet sonrası zorunlu iletişimlerini doğal gelişim seyrinde yumuşamasını görmek yüzümüzde ister istemez tebessüm bırakıyor. Hep yan rollerde izlediğimiz Paul Giamatti‘nin başroldeki dikkat çekici performansı sinemaseverler için bir şans olsa da bunca zamandır bu oyuncuyu ana karakter olarak izlememek de bir şansızlık olarak dile getirilebilir. Hürrem Celil Erdoğan

8. Here

Berlin Film Festivali’nin sürpriz keşifler çıkardığı ‘Encounters’ bölümünden En İyi Film ve FIPRESCI ödülü ile ayrılan Here, Flaman yönetmen Bas Devos‘un 4. uzun metrajı. Önceki filmlerini de merak etmemize sebep olan son filminde Devos, Apichatpong Weerasethakul ve Tsai Ming-liang gibi Asyalı ustaları anımsatan oldukça olgun bir işe imza atmış. Doğanın, çevresinin ve kendinin farkında dingin ve engin bir sinema örneği. Rumen inşaat işçisi Stefan ve biyoloji doktorası yapan Çin asıllı Shuxiu merkezde. Brüksel’de yolları kesişen bu iki göçmen arasında başlayacak sevgi adeta laboratuvar ortamında, mikroskop altında çalışır gibi oldukça hassas işleniyor ve ağır ağır gelişiyor. Klişe tabirle “aşkın doğası”na, hatta bilimin, emeğin doğasına mikroskop tutan bir film. Sık sık araya giren orman imgeleri ve sesler zamanı unutturuyor. Doğayı, bilimi ve aşkı buluşturduğu nokta ayakta alkışlanası. Dolapta kalan sebzelerle yapılan çorbanın 40 yıl hatrı varmış meğerse. Tuncay Uravelli

7. Evil Does Not Exist

Çağdaş Japon sinemasının en önemli temsilcilerinden biri olan Ryusuke Hamaguchi prestijli festivallere damgasını vurarak dünya sinemasında mertebe atlamaya devam ediyor. Toronto’da henüz festival devam ederken Venedik’te Büyük Jüri Ödülü’nü kazandığı haberi gelen Evil Does Not Exist, kapitalizmin ekolojik yıkımına alışılmadık bir açıdan bakan bir film. Tokyo’nun bir köyünde ormanın içine Glamping projesi yapmak isteyen bir şirketle karşı karşıya gelen bir yerel komünitenin doğanın talanına karşı yaşamı savunduğu uzun bir toplantı sekansı izliyoruz. Buraya kadar her şey normal. Hamaguchi, şirketin bölgeye gönderdiği temsilcilerin hem doğayla hem de yerli insanlarla temas etmesi sonucu dönüşebileceği bir mümkünlük evreni yaratıyor ve burada bir şeytan yok, şeytanın kendisi bizzat kapitalizm mesajını veriyor. Ajansın kentli temsilcileri filmin ana karakteri Takumi’yi ikna etmek için geldiklerinde ormandan su taşıyıp odun kırmak gibi en temel faaliyetler karşısında büyülenerek yabancılaşmış doğalarının farkına varıyorlar. Film doğanın ve doğallığın kutsanmasına dair meditatif bir tempoda ilerlerken finalde şok edici bir twist’e başvuruyor Hamaguchi. Evil Does Not Exist, kamerasını doğanın tam ortasına yerleştirerek içeriden ve yabancılaşmamış bir bakış sunuyor. Bunun yanı sıra belki de ilk kez Hamaguchi sineması için müzik hikayeyle doğrudan entegre biçimde duyguları keskinleştirmek için kullanılıyor. Finalini Hamaguchi’nin kendisinden başka kimsenin anlayamayacağı türden bir muğlaklığa yer vermesi dışında bu yılın en iyi filmlerinden biri. Burak Yılmaz

6. The Teachers’ Lounge

İlker Çatak’ın Almanya’nın Oscar aday adayı olan son filmi The Teachers’ Lounge, bir okulda Matematik ve Beden Eğitimi öğretmeni olarak çalışan Carla Nowak’ın (Leonie Benesch) çok farklı etnik kökenlerin bir arada olduğu bu okulda gerçekleşen hırsızlık olaylarını kendi başına çözmeye çalışmasını konu alıyor. Carla’nın hırsızı bulmak için kullandığı tartışmalı yöntem ve bunun ortaya çıkardığı sonucu sonrası okulda işler karışır. Bu andan itibaren idealist öğretmenimiz karşısında mükemmeliyetçi ve disiplinden taviz vermeyen okul yönetimini bulur. Filmin türü gerilim olmamasına rağmen İlker Çatak, tamamı tek mekânda geçen filmi izlerken 90 dakika gibi bir sürede bizleri gerim gerim germeyi başarıyor. Carla’nın bir anda iş arkadaşlarının ve okul öğrencilerinin odağı haline gelmesi ve tüm bunlar olurken öğretmenimizin bir yandan hırsızlık olayından zarar gören öğrencisini korumaya çalışması, öğretmenlik mesleği açısından önemli mesajlar içeriyor. Çatak ve Duncker, basit bir olaydan yola çıkarak ırkçılık, önyargılar, toplum ve eğitim sistemiyle ilgili anlattıklarıyla mükemmel bir senaryo ortaya koymuşlar. Alman mükemmeliyetçiliğine kendi içinden bir eleştiri sunan filmin finali belki daha vurucu olabilirdi. Öğretmenler Odası yılın en iyi filmlerinden olmasına rağmen sektörün ABD’de yaşayan paydaşları keşke altyazılı film izlemeyi daha çok sevseydi belki o zaman Leonie Benesch’in adını ödül sezonunda da sıkça duyabilirdik. Sefa Dönmez

5. Fallen Leaves

Dönüp dolaşıp benzer filmler çeken Aki Kaurismäki‘nin 20. uzun metrajı Sararmış Yapraklar (Kuolleet lehdet), işçi sınıfından iki bireyin karşılaşmaları, zahmetli de olsa birbirlerine uygun olduklarını anlamaları üzerine bir aşk filmi özünde. 70’li yılları, rock barları, sinemadan çıkmanın, sokakta posterlerin önünde filmi değerlendirmenin esrikliğini hatırlatan, günümüzde geçen ama oldukça nostaljik bir film karşımızdaki. Bu hissi, kendisinden alışkın olduğumuz sabit planlar, yemek masaları ve ışık kullanımı ile sağlamayı bir kez daha başarıyor yönetmen. Yeşil, kırmızı, kahverengi tonlarının öne çıktığı yapay setler retro bir ortam yaratırken büyülü gerçekçi bir tarz oluşuyor. Fakat karakterlerin gerçekliği ve günümüzün acımasız sistemindeki yerleri, yer bulamayışları Kaurismaki’nin politik söylevinin en önemli aygıtları. Diyaloglarla yarattığı ifadesiz mizah da yönetmenden aşina olduğumuz ve sinemasını sevmemizin başlıca nedeni olarak yine tıkırında. Tuncay Uravelli: Yazının tamamı

4. Killers of the Flower Moon

Tarihin aralıklarında kalmış hikayeler, insanlar en doğru yönetmenle günümüze geliyor. Yönetmenlik koltuğunda Martin Scorsese’nin oturduğu, başrollerini Leonardo DiCaprio, Lily Gladstone ve Robert De Niro’un paylaştığı Killers of the Flower Moon, David Grann’ın romanından uyarlanan ve 1920’lerde işlenen Osage Cinayetleri ile ona bağlı olarak FBI’ın doğuşunu anlatan bir biyografik/western-suç filmidir.

Osageler, sürüldükleri Oklahoma topraklarının petrol kaynağı olduğunun ortaya çıkmasıyla büyük bir servete kavuşan ve bu servetin avcıları tarafından hedef haline gelen Kızılderili Kabilesidir. Kabileye yakınlık gösteren politikacı William King Hale’in önderliğinde kurulan suç şebekesi, kabilenin servetini elde etmek için faili meçhul cinayetler işler, kabile üyesi kadınlarla evlenir. Kabile üyelerinin gizemli ölümleri artınca bir araştırma bürosu kurulur ve büro ajanları bölgeye sızarak, Mollie Kyle ve Ernest Burkhart’ın aşkı ekseninde Osage cinayetlerinin perdelerini aralar.

Killers of the Flower Moon, bana göre 2023’ün en iyi filmidir. Martin Scorsese, yaşayan en büyük yönetmen olduğunu kanıtlarcasına aynı üretkenlikle, aynı özveriyle çekmiş bu filmini de. Görüntüler, kostümler ve sinematografi sizi 1920lerin Amerikasına götürüyor. Oyuncuların çoğu Kızılderili halkından, hatta Osage halkının kalan kabile üyelerinden seçilmiş. Uzun süresine rağmen film, temposu sayesinde bir solukta izleniyor, final sahnesinin işlenişine ise mest oldum. Lâl Hazal Erkul

3. Kuru Otlar Üstüne

Erzurum’un ücra bir köyünde resim öğretmenliği yapan Samet, zorunlu görev yeri olan bu köyde mutsuz ve yalnızdır. Samet, gitmek fikriyle görev yaptığı ve bu avuntuyla günlerini geçirdiği ücra köy okulunda birlikte çalıştığı öğretmen arkadaşlarına dahi yabancıdır. Tek isteği bir an evvel  İstanbul’a gitmek ve orada nihai huzura erişmektir. Orada anlaşılacağını, orada varlığını gerçekleştireceğini sanır. Tabii bu, zamanın daha hızlı akmasını sağlamak için kahramanın kendisine verdiği uyuşturucu bir telkin, içsel bir avuntudan ötesi değildir. Bu noktada seçilen mekan , çetin iklim koşullarıyla kahramanın hapishanesi haline gelen bir mekandır. Mekanın kasveti ise kahramanın huzursuzluğuna yapılan açık bir göndermedir. Arzu Atak: Yazının tamamı

2. Afire

Yaşayan ve üretmeye devam eden dahi yönetmenlerden Christian Petzold‘un son filmi Roter Himmel‘i, Éric Rohmer‘in La Collectionneuse filminin çağdaş Alman versiyonu olarak okumak zihin açıcı olacaktır. Kendisi de bir röportajında Rohmer’in 1967 yapımı filmini uzun zaman sonra tekrar izlediğinde çarpıldığını ve Leon’u kendisinin 20li yaşlardaki halinden, dünyaya bakışından yarattığını söylüyor. Petzold’un kendi itirafıyla Leon, güvensiz, gösterişçi, küçümseyici, dünyanın bir katılımcısı olmaktan ziyade gözlemci bir karakter. Bunun yanında Rohmer’in Haydée’si gibi Nadja da gözlemlenen, sayfiyenin yabancısı, beklenmeyen misafiri, çözülmesi ve ulaşılması zor bir kadın ve erkekler için bir arzu nesnesi rolünde. İkisinin karşılaşması ise ─eşyanın tabiatı gereği─ yangın yeri. Heinrich Heine‘nin muhteşem ‘The Asra’ şiirinin okunduğu yemek masası, filmin arşa değdiği bölüm olarak kolay kolay unutulmayacaktır. Paula Beer perdede yine değerli bir taşmışcasına parlıyor. Tuncay Uravelli

1. Anatomy of a Fall

Cannes’da büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kazanan film, kocasının şüpheli bir şekilde düşerek ölmesinin ardından suçlamalara maruz kalan Sandra’nın hukuki mücadelesini anlatıyor. Anatomy of a Fall, ya bir erkek düşerek ölse diyor bir yandan. Yanlış hesaplanan düşme açıları, bir kadının yaşadığı tüm ilişkiler ve cinsel yönelimi, öğle saatlerinde içki içiyor oluşu ve daha birçok hareketi onun katil olması için yeterli ya da devlet ve onun erki için yeterli. Bir erkek partneri ile cinsel ilişki yaşamak istemeyince kurban, bir kadın partneriyle ilişki yaşamak istemeyince suçlu… Bütün bu ikilikler, film boyunca küçük küçük ifadelerde duruyor, savcının büyük ifadeleri dışında, erkeği suçluyken bile kurban yapan hareketler, bir kadını her iki durumda da nasıl suçlu hale getirebiliyor bunu görüyoruz. Anatomy of a Fall çok açık yılın en güçlü filmlerinden biri, ilmek ilmek dokunan sadece filmin bitmesiyle değil bittikten sonra da devam eden bir etki yaratıyor. Triet ortada büyük bir anlatı olmadan harika bir senaryoyla bunu başarıyor ve şüphesiz neredeyse kusursuz bir yönetmenlikle, Anatomy of a Fall büyük bir yönetmenlik eseri. Anıl Boydağ: Yazının tamamı

Listeye katkı sağlayanlar: @anaskvit | @renksiztsukuru | @sinemayazari | @evren_kayas | @merveyakut | @CanAslak | @muratinaal | @okanacmak | @saguara | @ozguripek86 | @serosben 

Katılımcıların kişisel listeleri için ikinci sayfaya bakabilirsiniz.

Bir Cevap Yazın