Ana Sayfa Dosyalar En'ler 2021’in En İyi 25 Filmi

2021’in En İyi 25 Filmi

2021’in En İyi 25 Filmi
0

Düşük yoğunlukta da olsa sinema salonlarına döndüğümüz, büyük festivallerin bir şekilde yapıldığı, sinema konuşmanın keyfini ve ihtiyacını hatırladığımız 2021 senesini yine pandeminin gölgesinde bitiriyoruz. Sene sonunda elimizde kalanlara bakmak, birdunyafilm.co ekibi olarak 2017 yılında başladığımız ve bir geleneğe dönüşmesini istediğimiz sene sonu listelerini yapmamızın asıl sebebi. Bu sene 11 yazarımızın katılımıyla oluşan listemizi paylaşmanın heyecanını yaşıyor ve böylelikle 2021 sinema yılını geride bırakıyoruz.

37 filmlik tam liste için: 2021 En İyi Filmler

2022 yılının sinema salonlarında bol bol film izlediğimiz, farklı festivalleri yerinde deneyimlediğimiz, iyi sinemaya doyacağımız bir yıl olması dileğiyle, sanatla kalın!

 

25. Spencer

spencer 2021

Spencer, Prens Charles ile Galler Prensesi Diana’nın Sandringham House’ta geçen son noel tatiline odaklanan ve soğumuş olan evliliklerinin son zamanlarını anlatan bir film. Prenses Diana, kraliyet ailesi tarihinin geleneklerini yıkan ve alışılmış prenses ve kraliçe adayı modellerinin ötesinde bir prensesti. Kraliyet geleneklerine bir başkaldırı niteliğinde olan bu farklılıklara filmin birçok sahnesinde şahit oluyoruz. Noel tatili için kraliyet ailesi tarafından önceden düzenlenmiş birkaç günlük programa birçok açıdan uyum sağlamak istememesi bahsettiğim sahnelerin ana beslenme kaynağı. Bana göre, filmin en büyük eksiği güçlü bir pik noktaya bir türlü ulaşamaması. Genelde aynı frekansta ilerliyor olması filmi yer yer durağanlaştırmış ve bu eksiklik, özellikle Prenses Diana‘nın trajik hikayesine vakıf olmayan biri için kopmalara sebep olabilecek bir etken. Buna rağmen, sinematografisi, müzikleri, kostüm ve prodüksiyon tasarımı ve oyunculuk performansları ile Oscar sezonunun önemli filmlerinden biri olmaya aday bir film Spencer. Anıl Meydan: Yazının tamamı

 

24. The Girl and the Spider

the girl and the spider 2021

Lisa taşınıyor ve Mara kalıyor. Mara kalıyor ama etrafındaki her şey birer birer yıkılıyor… The Girl and the Spider, Zürcher kardeşlerin beraber çektikleri ilk film. Berlin Film Festivali’nde Encounters bölümünde Fipresci ödülünü almalarıyla beraber isimlerini duyurdular. Angela Schanelec’in sinemasının dinginliğiyle o kadar benzeşen yönleri var ki filmin, ister istemez filmi izlerken sürekli Schanelec’in 2001’de çektiği Passing Summer filmine gitti aklım. Filmin neredeyse  her sekansında Mara’nın geride kalıp bu eski öğrenci evinde kendi kendine kalışına ve içinde hissettiği duyguların yoğunluğuna dair bir kamera işçiliği var. Karamsar bir masal anlatısıyla Mara’nın hayatının ev imgesi üzerinden sürekli yıkılıyor olarak görünüşü ve rüyalarıyla birleşen hikaye filmi ayrı bir seviyeye taşıyor. The Girl and the Spider, bu yılın en potansiyelli işlerinden bu tarz hikaye anlatıcılığının büyümesine dair de bir umut. Alman bağımsız sinemasının hatlarının temeli her yıl daha da güçleniyor, Schanelec’in şanssızlığı yeni neslin şansı olur umarım. Anıl Boydağ

 

23. The Matrix Resurrections

the matrix resurrections 2021

Sinema, sanat, felsefe dünyasını sarsmış bir fenomene 21 sene sonra devam filmi yapmak her açıdan zorlu bir görev. Bu cesur işe soyunmak zorunda kalan Lana Wachowski‘nin oldukça kabul edilebilir bir film ortaya çıkardığını söylemek ve hakkını teslim ederek başlamak gerek. The Matrix Resurrections her yıl hızla değişen çağa uygun bir biçimde başlıyor. Neo’yu bilgisayar oyunu üreten nevrotik bir bireye dönüştürmek başlangıç noktası olarak çok iyi bir fikir. Devamında filmin kendi öyküsü ve karakterleri ile alay etmesi de herkesin kendini fazla ciddiye aldığı internet çağı için doğru seçimler. Kendi hayran kitlesini umursamamak ve yarattığı evreni yıkmak postmodern sanatın getirdiği yeni araçlar, bunları kullanarak tarafını bellir ediyor Wachowski. Fakat sanrılar, nostalji ve mizahın biz seyircileri mest ettiği ve 20 yıl öncesine götürdüğü ilk yarının ardından aksiyon ve anlaşılmaz diyaloglarla dolu ikinci yarı oldukça zayıf kalıyor. Yine de anlatılacak öykü kalmadığı sanılan günün sinema evreninde, yeniden çevrim ve devam filmleri çöplüğü arasında kendini bir şekilde ayırmayı başaran bir film var elimizde. Marvel filmlerinin sinemayı ele geçirdiği dönemde geçmiş zamana özlem içeren sessiz bir protesto aslında bu film. Tuncay Uravelli

 

22. Annette

Annette 2021

Leos Carax’ın Holy Motors filminden beri 9 yıllık bir aradan sonra çektiği ilk film olan Annette, Marion Cotillard ve Adam Driver’lı kadrosuyla büyük bir beklenti yaratmıştı. Ancak Carax filmografisine aşina olanlar için görece daha ayrıksı bir yerde konumlanan müzikal türündeki film izleyenleri tam anlamıyla ikiye böldü. Annette, sansasyonel bir komedyen olan Henry ile dünya çapında bir Soprano olan Ann’in medya önünde yaşadıkları mutlu birlikteliğin Annette ismini verdikleri çocuklarının doğumundan itibaren tepetaklak oluşunu konu edinir. Etten kemikten bir bebek yerine kukla olarak resmedilen Annette’in biçimsel tuhaflığı filmin tekinsiz evreniyle kusursuz bir şekilde uyumludur. Gıpta edilesi bir aşk hikayesi toksik bir ilişkiye evrilirken filmin neşeli ve cıvıltılı dünyası da müziklerin giderek sertleşen tonuyla birlikte karanlık bir atmosfere doğru yol alır. Carax, ikili arasındaki kariyer hırsları, paranoyalar, şüpheler, rüyalar, sanrılar, pişmanlıklar, aşk ve nefret gibi duyguları, deyim yerindeyse çiftin kullanışlı bir oyuncağı haline gelen bebek Annette’in sessiz ve kimi zaman görünmez tanıklığı dolayımıyla yansıtmayı başarır. Burak Yılmaz

 

21. The Tragedy of Macbeth

The Tragedy of Macbeth 2021

Yıllardır süregelen Ethan ve Joel Coen kardeşlerin birlikteliğine kısa bir ara özelliği taşıyan The Tragedy of Macbeth adından da anlaşılacağı üzere bir Shakespeare uyarlaması. Büyük Coen, Joel’in yönettiği ve beyaz perdeye uyarladığı film, İskoç Lord Macbeth’in İskoçya’nın yeni kralı olmasına giden yolu konu alıyor. Başrollerinde Macbeth rolünde Denzel Washington ve Lady Macbeth rolünde aynı zamanda filmin yapımcıları arasında da yer alan Frances McDormand var. Film sonuçta bir tiyatro oyunu olarak yazılması kaynaklı olarak teatral bir tarz benimsiyor. Dış mekan kullanımı yok. Bir stüdyo filmi. Tiyatroda olduğu gibi sahneler yaratılmış. Ve sürekli sahne arka fonuna verilen sisle de kısmen mistik bir ortam hazırlanmış. The Tragedy of Macbeth, Shakespeare’nin serbest bir uyarlaması değil. Zaten en büyük dezavantajını da burada yaşıyor. Joel Coen burada yönetmenlik becerisini konuşturmak istemiş. Bir nevi bence şahsi meselesi belki de yönetmen olarak ustalık eseri haline getirmek istemiş filmi. Coenler’i Coen yapan dokunuşlar da haliyle senaryoda kendine yer edinememiş. Coenlerin son filmlerin görüntü yönetmenliğini üstlenen Bruno Delbonnel burada kelimenin tam anlamıyla döktürmüş. Kral Macbeth’in bir kaos anı filmi çok farklı bir tarafa sürükleyebilirmiş. Joel Coen bana kalırsa burada büyük bir fırsatı tepmiş. Bir Coen filmi olarak değerlendirsek bile senenin kaçırılmayacak filmleri arasında yer alıyor. Hürrem Celil Erdoğan

 

20. Bergman Island

bergman island 2021

L’avenir ile adını daha çok duyuran Mia Hansen-Løve’ın yeni filmi Bergman Island; yönetmen Ingmar Bergman’ın filmlerinin geçtiği Farö Adası’nı merkeze alıyor. Başrollerinde Vicky Krieps ve Tim Roth’un yer aldığı film; iki yönetmenin kariyerine yeni bir soluk, yeni bir bakış açısı kazandırmak için Bergman’ın filmlerini çektiği adaya yolculuğa çıkıyor. Bir nevi yaratıcılığı artırma amaçlı bir meditasyon gibi düşünsek de özellikle Tim Roth’un canlandırdığı Tony için de aynı zamanda bir iş gezisi niteliği taşıyor. Bu yönetmen çiftin ilişkilerini de irdelediği Bergman Island, Ingmar Bergman’ın filmlerinin çekildiği yerler hakkında bilgi edinmemizi sağladığı için belgesel niteliği de taşıyor. Galasını gerçekleştirdiği 74. Cannes Film Festivali’nde de büyük beğeniler toplayan Bergman Island, yönetmen sineması ve izleyici arasında bağ kurarak anlatım dilini kuvvetlendiriyor.  Hürrem Celil Erdoğan

 

19. Last Night in Soho

last night in soho 2021

Shaun of The Dead ve Baby Driver gibi başarılı filmleri ile tanınan Edgar Wright’ın son filmi Last Night in Soho yönetmenin önceki yapımlarının da üstüne çıkan ve belki de ‘Magnum Opus’u olmaya aday şahane bir film. Film, Eloise isimli bir kızın moda tasarımcısı olma hayali üzerinden açılıyor. Filmin girişinde seyirciyi karşılayan dans sahnesi ve Elois’in davranışları onun her yönden pozitif bir insan olduğunu gösteriyor. Annesini trajik bir olay ile kaybeden ve zaman zaman onu karşısında gören Eloise bunun etkisini hareketlerinde belli etmese bile bilinçaltında bir acı ile yaşıyor. Filmde iki farklı zamanda yolculuk ederken Thomasin Mckenzie’nin canlandırdığı Eloise ve Anya Taylor-Joy’un canlandırdığı Sandie karakteri, müthiş bir uyum yakalamış. Biçim açısında neon ışıklarının altında 1960’ların Londra’sını görmek çok keyifliydi. Yönetmenin tercih ettiği açılar ve müzik kullanımı da filmin ruhuna uygun, yer yer neşelendiren ve bazen de ürkütme duygusunu sonuna kadar yaşatan başarılı müziklerdi. Filmin 1960’larda geçen bölümünde Sandie kariyer adımlarını tanıştığı Jack sayesinde hızla tırmanırken aslında nasıl bir bataklığa düştüğünün farkında olmuyor ve Sandie’nin hikayesi Elois’in günümüzde yaşadığı hikâye ile paralellikler barındırıyor. Yönetmen filmde bunu anlatmak için ayna metaforunu bolca ve yerinde kullanmış. Oğuzhan Altunkurt: Yazının tamamı

 

18. Red Rocket

red rocket 2021

Red Rocket bu yılın şüphesiz en underrated (hak ettiğinden daha az ilgi görmüş) filmlerinden biri. Filmin yönetmeni Sean Baker ise bu konuda oldukça tutarlı, tıpkı Tangerine ve The Florida Project filmlerinde olduğu gibi iyi kurulmuş hikayelerinin peşinden giderek gösterişsiz ama nitelikli filmler yapmaya devam ediyor. Red Rocket, 17 yıl boyunca oyunculuk yaptığı porno film sektöründen ayrılarak beş parasız memleketine geri dönen Mikey’in (Simon Rex) bir tutunamayan olarak portresini çiziyor. Doğup büyüdüğü yerlere yabancılaşmış, porno sektöründeki nâmı isminden önde giden, bir türlü iş bulamayan ve eski eşinin evinde sığıntı gibi yaşayan Mikey’in hayatta kalmak için çevirdiği her türlü dalavere Amerikan sisteminin amansız güvencesizliğini kahkahalar arasında yüzümüze tokat gibi çarpıyor. Red Rocket, temposu bir an bile düşmeyen kurgusu ve bir Sean Baker klasiği olarak sistem dışına itilmiş ‘basit’ insanların gündelik mücadelelerine bakış atan bir alt-sınıf etnografisi estetiğiyle seyir zevki yüksek bir yapım. Burak Yılmaz

 

17. The French Dispatch

french dispatch 2021

İlk olarak 1996 yılında çektiği Bottle Rocket ile karşımıza çıkan ve sinemasında oluşturduğu karakteristik ve stilize tarzıyla geniş bir izleyici kitlesine sahip olan Wes Anderson, son filmi The French Dispatch ile Grand Budapest Hotel ve Moonrise Kingdom ile yakalamış olduğu seviyenin altına düşmeyen bir iş ortaya çıkarmış. Dünya prömiyerini 74. Cannes Film Festival’inde yapan film olumlu eleştiriler aldığı için haliyle seyirci kesiminde de beklentiler bir hayli yüksek tutulmuştu. Film, adından anlaşılacağı üzere yirminci yüzyıl Fransa’sında hayali bir şehirde The French Dispatch (Fransız Postası) ya da tam adıyla The French Dispatch of The Liberty, Kansas Evening Sun isimli Amerikan dergisine ve bu derginin yazarları üzerinden anlatılan üç hikâyeye odaklanıyor. Filmin başında yönetmenin oluşturduğu Fransız şehrini ve Fransız Postası’nın yazarlarını tanıyoruz. Derginin editörü olan Arthur Howitzer Jr.’ın (Bill Murray) ölümünün ardından derginin yazarlarının onu anmak için dergide yer verecekleri üç hikâye birbiri ile bağlantısız olarak sunuluyor. Oğuzhan: Yazının tamamı

 

16. Memoria

memoria 2021

74. Cannes Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü ile dönen Memoria, Weerasethakul’un kişisel dünyasına kolektif tarih bilincini sığdıran ve bekleme anlarına izleyicilerini davet edip meditasyonuna ortak eden bir yapıt. Yavaş sinema olarak geniş bir başlık altında incelenen geleneği sadece ağır bir ritimle değil, bu ağır ritmi son derece yaratıcı dokunuşla zihinle eşleyerek temsil eden film; sinema tarihi için çok müstesna bir noktada konumlandırıyor kendini. Belirli işlevler atanmış kişi ve araçlar için, bu işlevlerin kasıtlı olarak yerine getirilmemesi elbette her konuda olduğu gibi müzikte de ilk seferinde (ve hala günümüzde de) pek kabul edilebilir bir tablo ortaya koymamıştır. Odaklanılmış sessizlik anında büyük bir kesimin kaçırdığı ise, sesin, kendisinin esas olduğu bu dinletide asla tekrarlanamaz bir tecrübe sunmasıydı. Bir sessizlik anı olmadığını göstermek isteyen Cage, müziği partisyonlardan kurtarıp mekânı çevreleyen titreşimleri insanların dikkatine sunmuştu… Sessizlik, boşluk ve dinleme ekseninde bellek üzerine yola çıkan Memoria, ana vatanından uzaktaki ilk yönetmenlik deneyimini yaşayan Apichatpong Weerasethakul’un sesi başrole oturttuğu ve metinsellikten sıyrılmış meditatif sinemasını her seferinde tekrar edilemez anlara sahne ettiği eşine az rastlanır bir yapıt. Salih Alp Gökçek: Yazının devamı

 

15. tick, tick…BOOM!

tick tick boom 2021

tick, tick…BOOM!, yakın zamana kadar varlığından haberdar olmadığım fakat iyi ki bir şekilde yolumun kesiştiği film. Netflix’e geldiğini gördüğümde ve müzikal olduğunu duyduğumda genelin aksine izlemek için hemen şans vermeliyim diye düşündüm. Geçen sene yayınlanan ve sinemaseverlerin beğenisini kazanan yine müzikal türündeki Hamilton’un başrolü ve senaristi Lin-Manuel Miranda’nın yönettiği tick, tick…BOOM!, içten içe 30 yaş takıntısı olan ve 30 yaşına basmadan büyük bir eser verme gayretinde olan amatör bir müzikal bestecisi Jonathan Larson’ın hayatının bir dilimine odaklanıyor. Hürrem Celil Erdoğan Yazının devamı

 

14. The Hand of God

the hand of god 2021

Napoli, Maradona, politika, Fellini ve sinema… Paolo Sorrentino, gençlik yıllarını ve İtalya’nın yakın geçmişini kuşatan, zaman zaman sinemasında da tekrar edegelen bu büyülü imgeler etrafına ördüğü yepyeni bir hikayeyle çıktı sinemaseverlerin karşısına. Yönetmenin otobiyografik referanslarını içeren The Hand of God filmi, Fabietto isimli bir gencin 80ler Napoli’sinde geçen büyüme hikayesine odaklanırken arka planda Maradona mitini bir hayalet gibi filmin boşlukları arasında dolaştırıyor. The Hand of God, isminin ima ettiğinin aksine futbola dair bir film değil; ancak futbol, gençlik çağlarının arifesindeki Fabietto için tıpkı cinsellik ve sinema gibi tutkularının bir parçası. Filmin ilk yarısı oldukça kalabalık ve gürültülüyken hayat ileriye sardıkça Fabietto’nun etrafındaki kalabalıkları birer birer sadeleştiriyor Sorrentino; beklenmedik trajediler ve büyüme sancıları arasında yönetmen olmak isteyen tutkulu bir gencin kaderini eline alma serüvenine ortak ediyor seyirciyi. Burak Yılmaz

 

13. Flee

flee 2021

Belgesel yönetmeni olan Danimarkalı Jonas Poher Rasmussen‘in animasyon ve belgesel türlerini oldukça etkileyici ve yaratıcı bir şekilde birleştirdiği filmi Kaçış (Flugt), gerçek bir kişisel hikâyeyi sinemaya taşıyor. Filmde ailesinin ve kendisinin Afganistan’dan  zorlu kaçış öyküsünü dinlediğimiz Amin Nawabi filmin senaristleri arasında. Danimarka’da yaşayan ve eğitimini sürdüren Amin’in flashbackler yardımıyla çocukluğuna ve gençliğine yaptığı yolculuk doğası gereği seyirciyi çarpıyor. Oldukça hüzünlü bir mülteci öyküsünü fazla sulandırmadan, klişelerden uzak bir şekilde sinemaya aktarmak filmin en önemli meziyeti. Bunun yanında görsel olarak da özenli bir iş var karşımızda. Her dünya vatandaşının kişisel olarak da kolaylıkla yakınlık kurabileceği bu öykü bir varoluş manifestosu aynı zamanda. Tuncay Uravelli

 

12. Petite Maman

petite maman 2021

Céline Sciamma’nın son filmi Petite Maman dünya prömiyerini 2021 Berlin Film Festivali’nde yapmıştı. Türkiye’de ise henüz vizyona girebildi. Sciamma, Petite Maman’la sinemasında çok kullanılan motiflerden, çocukluk ve büyümek arasındaki döneme Portrait de la Jeune Fille en Feu’den sonra yeniden dönüş yapıyor. Film, 8 yaşındaki Nelly’nin büyükannesinin ölümünün ardından, geçirilen birkaç güne odaklanıyor. Artık muhtemelen kullanılmayacak evi taşımak için annesiyle yola çıkan Nelly, eski ev taşına dursun ormanda, birlikte ağaç ev inşa etme serüvenine atıldığı, annesiyle aynı adı taşıyan Marion’la karşılaşır. Onların 72 dakikalık hikayesi o çok tuhaf ama bildiğimiz âna ışınlar bizi de. Taşınılan, terk edilen evin teker teker boşalan odalarına Nelly ile birlikte bir de biz bakıp çocukluk, oyun ve yas arasında dolaşan anlatıya tutunuruz. Tatilde, parkta, komşunun evinde rastlayıp kısa zamanı paylaştığımız, çok benzerimizi bulduğumuzu sandığımız, sonra kaybettiğimiz o dostla yeniden buluşuruz sanki. Yetişkin değil gibi. Bir oyun daha oynasak her şey düzelecek gibi. Kokunun hafızası değil seyirin hafızası. Aslı Öztürk Yazının devamı

 

11. Licorice Pizza

licorice pizza 2021

Paul Thomas Anderson’ın yeni filmi Licorice Pizza kişisel listemin en üst sırasında. Bunun başlıca sebebi sinema salonuna girdiğimde bana büyük bir heyecan yaşatması ve bu 2 saat boyunca sanki 70’lerin Kaliforniyası’nda bir ergen aşıkmışım gibi bu renklerin bu yaşamın içindeymişim gibi hissettirmesi galiba. Bunun dışında ise harika bir senaryo matematiği olması çekilen her sekansın kurgulanan her anın artık onuncu uzun metrajını yapan bir yönetmen olmasına rağmen neredeyse aşkla ve tam olarak anlatılamayacak bir heyecanla yapılmış olması büyük bir hayranlık uyandırıyor. Gary ve Alana’nın San Fernando Vadisi’nde geçen uzun ve bir sürü yola girip çıkan hikayesinde sürüsüyle referansla beraber bir an için hikayenin sizi avucunun içine alan havasından çıkamadan ilerliyorsunuz. Nev-i şahsına münhasır Gary karakterini canladıran ve ilk sinema macerasında harikalar yaratan Cooper Hoffman ve tabii ki hikayeyi taşıyan Alana yani Alana Haim ile müthiş bir harmoni yakalıyorlar. Licorice Pizza hala sinemadayken, bir sinema salonunda izlemenizi tavsiye ederim, Anderson’ın yeni büyülü hikayesi büyük ekran için çekilmiş romantik bir dönem filmi ve en iyi işlerinden biri. Anıl Boydağ

 

10. Bad Luck Banging or Loony Porn

Bad Luck Banging or Loony Porn 2021

Radu Jude’un “Tarihe Barbarlar Olarak Geçmek Umrumda Değil” filmiyle başlattığı ülkesi, ülkesinin tarihi ve güncel insanıyla açık kavgası devam ediyor. Önceki filmin ismi, İkinci Dünya Savaşı’nda Romanya Nazi Hükümeti’nin katlettiği Yahudilerle ilgiliydi, filmde buradan kurduğu güncel politik bir eleştiriydi. Bad Luck Banging or Loony Porn ise 3 bölümden oluşan bir film, Jude’un hesaplaşmasının yeni durağı. Sevgilisiyle yaptıkları seks kaydının öğrencilerinin ve velilerin eline geçmesiyle beraber Emi’nin bu kaosun ortasındaki bir günü ve Emi üzerinden kameranın pandemi ortasındaki Romanya’ya dair bir perspektif sunmasını izliyoruz ilk bölümde. Bu bölüm pandemiden kaçan sinemanın tersine Jude’un kendi politik düzlemine uzanan yolculukta önemli bir temsil olarak önümüze çıkıyor. Bu politik düzlemi, filmin ikinci bölümünde sadece imgelerle ve bunlara yapılan alt yazılı açıklamalarla daha da derinleştirdiğini görüyoruz Jude’un. Son bölümde ise Emi’nin okulda bu video üzerine yargılanmasına dair farklı senaryolarla Romanya toplumunun stereotype karakterleriyle beslenen bir eleştirisi mevcut hatta bazan karikatürleştirilip alaya alınması. Radu Jude Romanya’yı militarizmden, cinsiyetçiliğe, ahlakçılığa ve homofobiye, imgesel ve tarihi bir zeminle eleştiriyor ve bunu da orijinal bir yöntemle yapmayı başarıyor. Bu yüzden bana göre Bad Luck Banging or Loony Porn yılın en iyi filmlerinden.  Anıl Boydağ

 

9. Petrov’s Flu

petrov's flu 2021

The Student (2016) ve Leto (2018) filmleriyle tanıdığımız Rus yönetmen Kirill Serebrennikov, Cannes Film Festivali Ana Yarışma’da yarışan son filmi Petrov Grip Oldu‘da önceki filmlerinde olduğu gibi Rusya sineması geleneğinden oldukça farklı deneysel tarzına devam ederken en olgun eserine imza atıyor. Son filmiyle çağdaş Rusya sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olduğunu tekrar kanıtlayan Serebrennikov, öykü çizgisini takip etmenin zor olduğu zaman atlamalarıyla biçimlenen bir anlatının peşinde. Kaotik Rus toplumunu görselleştirme çabasındaki ilk yarıda hasta olduğu halde, yolda tanıştığı tuhaf serseri Igor’un (Yuri Kolokolnikov) peşinde bütün geceyi farklı mekanlarda sarhoş olarak geçiren Petrov’u (Semyon Serzin) takip ederken enfes bir görüntü ve sanat yönetimine şahit oluyoruz. Eşi kütüphane görevlisi, kendisi ise bir çizer olan Petrov ailesini takip ederken biçimsel olarak da çizgi roman estetiğine yaklaştığımız bir sanrı, rüya karışımı sunuluyor. Bir cenaze minibüsünde başlayan film, otobüsü bir toplumsal mekan olarak çok iyi kullanıyor ve yine bir otobüs sahnesiyle sonlanıyor. Oldukça tuhaf, anlaşılması güç ve fakat çekici bu evren Sovyet sonrası Rus kültürünün bir özeti adeta. Hatıralar ve hafıza üzerine düşünmemiz amaçlanan ikinci yarıda ise Petrov’un çocukluğundaki bir yılbaşı gününe tekrar tekrar ve farklı açılardan bakıyoruz. Kaosun bir miktar azaldığı, romantik hatta nostaljik sayılabilecek bu kısmın filmi ikiye bölecek kadar ilk yarıyla hem tematik hem biçim açısından bağının zayıf olması filmi bir miktar düşürüyor. Bir ailenin kuruluşuna dair anları takip eden bu kısım istemeden de olsa Sovyet nostaljisi yapıyor. Parlak bir Rus beyninin içinde gezindiğimiz ilk 1 saat ise 2021 senesinin açık ara en yeni ve etkileyici sinema deneyimi. Devrimler ve büyük sanatçılarla kaplı 200 yıllık görkemli Rusya tarihini, kendini ve ülkesini ciddiye almayan, böylesi bir sürrealist imge yığını temsil edebilir ancak bu çağda. Serebrennikov’un yaratıcı bir yönetmen olarak gelişimini üç filmi üzerinden adım adım izlemek ilham verici olduğu kadar bir sonraki projesi için de iştah açıcı. Tuncay Uravelli

 

8. Titane

titane 2021

Julia Ducournau henüz iki uzun metrajı olmasına karşın body-horror diye adlandırılan türde, kabaca Türkçeleştirirsek, dehşetin beden aracılığıyla dolayımlandığı korku sineması içerisinde kendine has bir üslup yaratabilmiş bir yönetmen. Sadece korku sineması tutkunlarını değil ‘arthouse’ yapımlara ilgi duyan herkesin ilgisini toplamayı başardığı ilk filmi Raw’a (2016) baktığımızda belli bir tutarlılık içinde Titane filmi ile aynı evrenden konuştuğuna şahit oluruz. Hatta dikkatli seyirci fark edecektir, Justine, Alexia ve Adrian gibi karakter adlarının her iki filmde de tekrar edegelmesi basit bir yönetmen imzasından fazlasına, her iki filme de hayat veren ortak dili konuşan bir sinema evrenine işaret ediyor. Basitçe bir soyutlamayla söylersek, Ducournau her iki filminde de iki genç kadının kaynağı geçmişe uzanan bir tür determinizmle mücadele etme ve onunla birlikte dönüşme imkânlarına odaklanıyor. Burak Yılmaz: Yazının tamamı

 

7. The Last Duel

the last duel 2021

Jasques Le Gris filmin ortalarına doğru alaycı bir şekilde elindeki kitaptaki bir satırda yazan ve olacakların habercisi olan “Elbet iki adam bir kadını sevebilir, bir kadın da iki adamı…” satırını okurken öylesine bir ifade olduğunu ve bunu öylesine okuduğunu varsayabiliriz. Fakat filmin bütünü için değerlendirdiğimizde bu cümlenin Ridley Scott’ın bu son harikası için birçok anlam ifade ettiğini söylemek mümkün. Açılışında büyük bir arenanın iki farklı ucunda başkaları tarafından biraz sonra olacak olan düelloya hazırlanan iki soylu/rütbeli insan görüyoruz. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra bu ikilinin tam çarpışacakları anda asıl hikayeye yani bu düellonun yapılma sebebine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu andan itibaren film yönetmen Akira Kurosawa’nın 1950 yapımı Rashomon’daki benzer bir anlatıyla yoluna devam ediyor. Rashomon’da ana karakterin başına gelen olayı karakterler üzerinden izliyorduk. Aynı şey The Last Duel için de söz konusu fakat onunla The Last Duel’in anlatısında ayrı düştüğü nokta ise Rashomon’da olayı farklı kişilerin gözünden farklı hikayeler üzerinden izledik. The Last Duel’de ise farklı kişilerin gözünden neredeyse aynı olay şeklinde izledik. Sadece hissedilen ve hissettirilen duyguların aktarımında küçük sapmalar ortaya çıkıyor. Hürrem Erdoğan: Yazının tamamı

 

6. Drive My Car

drive my car 2021

2021 sinema yılına Ryûsuke Hamaguchi’nin damga vurduğunu iddia etmek sanırım pek çokları için tartışma götürmeyecektir. Aynı yıla iki film birden sığdıran Japon yönetmen, Wheel of Fortune and Fantasy ile Berlinale’den Jüri Büyük Ödülü’yle dönerken Drive My Car filmiyle yarıştığı Cannes Film Festivali’nde ise en iyi senaryo ödülüyle onurlandırıldı. Hem görece daha prestijli bir festivalin daha prestijli bir kategorisinden ödülle ayrılmasından hem de bir Murakami uyarlaması oluşundan olsa gerek, Drive My Car filmi, aynı yıl içinde rekabet ettiği kardeş filmi Wheel of Fortune and Fantasy filmini gölgede bırakmayı başardı.

Drive My Car filminin, ‘hayat bir sahnedir’ klişelerinden kendisini ciddiyetle ayıran, rol yapmanın tiyatro ve gerçeklik arasındaki sınırlarını deneyimler ve sonuçlarıyla çizen bir anlatısı var. Kafuku’nun trajedisi, gerçek hayatta rol yapmakla başlarken, ancak tiyatro sahnesinde rol yapmakla bir çözüme kavuşuyor. Kendisini aldattığına tanık olduğu eşi Oto’yla yüzleşmekten kaçınan, onun yazdığı erotik metinlerdeki yabancıların Oto’nun cinsel hayatının bir parçası olduğunu sezdiği halde kıskançlığını baskılayan, kısacası onu kaybetmemek için hayatı boyunca hiçbir şey olmamış gibi davranan Kafuku, bu kaçınmalarının ve büründüğü sahte hallerinin bedelini eşinin ani ölümüyle ve dolayısıyla tüm hayatına sirayet edecek kaçırılmış bir yüzleşme fırsatıyla ödüyor. Buradan sonrası sadece bir yas süreci değil, tıpkı Vanya Dayı metnindeki gibi boşa geçmiş bir hayatın geri döndürülemez anları üzerine pişmanlıklar ve kendine yönelen bir yıkım olarak geri dönüyor Kafuku’ya. Burak Yılmaz: Yazının tamamı

5. The Green Knight

the green knight 2021

Belli bir çizgide filmler yapan, A Ghost Story (2017) filmiyle bu çizginin tesadüf olmadığını kanıtlayan ve sinemaseverlere kendini sevdiren David Lowery’in bir ortaçağ hikayesinden uyarladığı yeni filmi The Green Knight’da Sir Gawain adlı bir gencin şövalyelik ekseninde mertlik, onur, erkek olma gibi olgulara değindiği yolculuğunu konu alıyor. İlk baştan itibaren kurduğu atmosferle mistik bir hava yaratmayı başaran yönetmen olayı sıradan bir şövalye ve düello olayının ötesini taşımayı hedefliyor. Bir şövalye hikayesi bu ama epik savaş sahneleri görmemiz pek mümkün olmuyor. Yönetmenin yarattığı bu atmosfer gitgide kahramanın bir rüyada veya halüsinasyonda olduğu izlenimini veriyor. Abartıdan uzak, sembolik olacak düzeyde fantastik detaylar hikayeye hakim olmaya başlıyor. Ana karakter hariç diğer bütün yan karakterler bölüm bölüm aksiyon alıyor. Kahramana hizmet edip, görevlerini yerine getirip sahneden çekiliyorlar. Yeri geliyor bu yan karakterler bu yolculuğu kolaylaştırırken yeri geldiğinde ise zorlaştırıyor. Hikaye ortaçağda geçince cadılar da Gawain’in hikayesinde ve hikayenin kaderinde hatırı sayılır bir yer tutuyor. Hürrem Erdoğan: Yazının tamamı

 

4. C’mon C’mon

cmon cmon 2021

Mike Mills son filminden 5 yıl sonra 5. uzun metrajıyla, sinema takviminin en güçlü filmlerinden biri olacak C’mon C’mon ile tekrar aramızda. Mills’in hikaye anlatıcılığı kabiliyetini daha da derinleştirdiği yeni filminde Joaquin Phoenix, Woody Norman ve Gabby Hoffmann başrolleri paylaşıyor ve şimdiden yılın en iyileri arasında. Joaquin Phoenix’in canlandırdığı Johnny’nin radyo programı için çocuklarla yaptığı röportajlarla başlayan film sonrasında uzun zamandır konuşmadığı kız kardeşi Viv’in, oğlu Jesse’ye bakması için çağırmasıyla asıl hikayesine doğru ilerliyor. Çocukların Amerika’ya, yaşadıkları bölgeye ve hayata dair gelecek beklentileri, filmin hikaye anlatıcılığını daha geniş bir perspektife yöneltiyor. Direkt bir senaryoya bağlı olmayan bu anlar bir şekilde filmin duygusu içinde kalmayı başarıyor, çocukların filtresiz sözleri entelektüel açıdan bir düşünme haline bile sokabiliyor. Anıl Boydağ: Yazının tamamı

 

3. Dune

dune 2021

Denis Villeneuve, Blade Runner 2049’dan sonra yine bir uyarlamaya karşımızdaydı. Pandemi koşulları yüzünden gösterimi sürekli ertelenen Dune’a sonunda bu Sonbahar’da kavuşabildik. Frank Herbert tarafından yazılmış, devasa bir külliyatı olan ve hem çok iyi yazılmış hem de muazzam politik bir roman Dune. Lynch’in 1984’de uyarladığı ama pek beğenilmeyen filmi, Alejandro Jodorowsky’nin kendi yönetmen profili yüzünden ulaşamadığı bütçe sebebiyle uyarlayamadığı bir film olmasıyla üzerine bir lanet çökmüş de metin aynı zamanda. Bu yüzden yıllardır anlatının devasalığından, başarılı bir şekilde uyarlanamayacağı konuşulan bir roman Dune. Denis Villeneuve büyük bir bütçe ve özgürlükle filmi çekip bitirdiğinde herkes heyecan içinde vizyon tarihini bekledi bu sebeple. Dune bana göre yılın en iyi filmlerinden ve çok iyi bir uyarlama. Bir geek işi olduğundan ve kitaba sadık kaldığından, seveni kadar sevmeyenin de çok olduğunu gördük ancak hem teknik olarak hem de kitaptaki devasalığı yakalama açısından müthiş bir iş. Son olarak bu harika metni iki bölüm olarak tasarlayıp yapımcı şirketleri de buna zorlayan Denis Villeneuve’e ayrıca bir teşekkür etmek gerekli. Anıl Boydağ

 

2. The Worst Person in The World

the worst person in the world 2021

Reprise (2006) ve Oslo, August 31st (2011) filmlerini takip eden Dünyanın En Kötü İnsanı, “Oslo Üçlemesi”nin son filmi. Joachim Trier‘in Kuzey Avrupa sineması geleneğinden miras aldığı kara komediyi ustalıkla kullandığı film, Julie isimli kadın karakterin psikolojik olarak zorluklar yaşadığı, kendini tanıdığı, farklı ilişkiler deneyimlediği 4 yıllık döneminin günlüğünü tutuyor.

 

1. The Power of the Dog

the power of the dog 2021

Jane Campion’ın yıllar sonra yönetmen koltuğuna geçtiği The Power of the Dog’u tanımlamak için en doğru kavramlardan biri iktidar. Geçmiş dönemlere olan ilgisiyle bilinen yönetmen bizi bu sefer 1920’lerin Amerikan kırsalına götürüyor. İki kardeşin çiftlik yaşamı sırasında kardeşlerden birinin kocasını kaybetmiş bir kadınla evlenmesi, karısını ve çocuğunu kardeşiyle birlikte yaşadığı eve getirmesi sonrasında yaşananları izliyoruz. Bu saatten sonra evde bazı rahatsızlıklar baş göstermeye başlıyor. İktidar çatışması gün geçtikçe ilerliyor. Rahatlamak için kendini alkole veren Rose, piyanoda da özgüvenini yaratamadan kaybediyor. Tüm bu olanların hastalık ve ölümle sonuçlanacağı aşikâr dururken devreye oğlu Peter giriyor. Peter bir anda kendini savaşın ortasında buluyor. Çünkü filmin başında da dediği gibi annesinin mutluluğu için her şeyi yapmaya hazır. Aslında filmin başında oldukça duygusal bir tip olarak görünse de zamanla gerektiğinde ne kadar soğukkanlı olabileceğini anlıyoruz. Peter evdeki bu gerilimin ikiliden biri ölene kadar geçmeyeceğinin farkına varınca mükemmel planını işletmeye koyuluyor. Diğer türlü annesini kaybedeceğini anlıyor. Anıl Meydan: Yazının tamamı

Bir Cevap Yazın