8. Miller’s Crossing (1990)
1900’lu yılların ikinci yarısında Francis Ford Coppola’nın The Godfather’ı rüzgârı arkasına almış, sadece mafya türü filmlerde değil sinema tarihinde adını arşa yazdırmayı başarmıştı. Özellikle mafya türünde hiçbir film, Baba seviyesine yaklaşamadı. O dönemlerde yanına yaklaşamayan bir başka film Coenler’in yazıp yönettiği Miller’s Crossing filmidir. Buna rağmen bu türde üst seviyede bir çizgi çizer. Film, Blood Simple. ve Raising Arizona gibi kendi dokunuşlarını yansıtan filmlerle kariyerlerine başlayan Coen kardeşlerin, tür olarak en farklı yapımı olarak değerlendirilebilir.
Çete savaşının merkezde olduğu film, gangster Leo ve onun yardımcısı diyebileceğimiz Tom’un etrafında şekilleniyor. Bir başka gangsterin isteği üzerine bir adamın ölmesi gerekmektedir. Fakat bu ölüme, yasak aşklar, ihanetler ve entrikalar engel oluyor. Gabriel Byrne ve Marcia Gay Harden başrolü çekerken onlara Coen kardeşlerin çalışmaktan vazgeçmediği John Turturro eşlik ediyor. Hürrem
7. Inside Llewyn Davis (2013)
2013 yılında düzenlenen Cannes Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü’yle dönmeyi başaran film, bir anda dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı. Inside Llewyn Davis, Coen kardeşlerin yazıp yönetmesine rağmen içinde en az Coenler ögeleri bulunduran film. Aksilikler silsilesi barındırıyor, bir an güldürürken bir an düşündürüyor, fakat bunu filmin geneline yayamadığı için yönetmen kardeşlerin diğer filmlerinden biraz ayrı duruyor.
Llewyn Davis, yakın zamanda arkadaşını kaybetmiş, folk müzik yapan bir müzisyendir. Yakın arkadaşını kaybetmesi Llewyn’in bünyesinde şok etkisi yaratmıştır. Filmde arkadaşını kaybettiği sürece ve psikolojisinin değişme sürecine odaklanılmıyor. Fakat film içindeki bunalımlı hâli ve arkadaşının ailesi ile arasında olan görünmeyen bir bağ, arkadaşının onun için ne kadar önemli olduğunu destekler nitelikte. Coenler, Inside Llewyn Davis’de folk müzikte yoluna tek başına devam eden Llewyn Davis’in çetrefilli ve zorlu kariyerinin bir virajını beyaz perdeye yansıtıyor. Hürrem
6. Blood Simple. (1984)
Coenler’in henüz senaryo konusunda ustalaşmadıkları bir zamandan, herhangi bir mizah ögesi bulundurmayan, oldukça soğuk bir polisiye, erken başyapıt. Henüz ilk filmlerinde oldukça basit bir hikâye üzerinden klasik bir suç karmaşası ve ilişkiler yumağı örmeyi başaran yönetmen ikilisi, Sundance Film Festivali’nde en iyi filme verilen Büyük Jüri ödülünü kazanmıştır.
Coenler hikâyeyi ikinci plana atarak mizansenlere odaklanmış, kamera kullanımı ile üst seviye bir filme imza atmışlardır. ‘film noir’ kalıbının ögelerinin çoğunu tersine çevirip, yapısöküme uğratarak modern bir kara film çekmişlerdir. Texas’da geçen olaylar zinciri, bölgenin acımasız doğası ve insan yapısı nedeniyle, bir hayatta kalma mücadelesine dönüşür. Tuncay
5. The Big Lebowski (1998)
“Fuck it, Dude! Let’s go bowling.“
3. No Country for Old Men (2007)
2008 yılında düzenlenen Akademi Ödül Töreni’nde aralarında ‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Yönetmen’ dahil toplam 4 ödülle dönen No Country for Old Men‘de, bir gün ava çıkan Llewelyn Moss kendini olmuş bitmiş bir katliamda bulur. Uyuşturucu işinin karşılığı olan paraya dokunulmamıştır. Moss parayı alır. Fakat para kolay kolay ona kalmayacaktır. Parayı isteyenler Moss’un peşine Anton Chigurh adlı soğukkanlı bir katil takarlar.
Sinema tarihinin en kötü karakterlerinden biri olan Anton Chigurh’u inanılmaz oyunculuğu ve akıllarından çıkmayan performansı ile Javier Bardem canlandırıyor. Zaten bunun karşılığını filmin aldığı 4 heykelcikten biri olan ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ ödülü ile de ispatlıyor. Amansız bir kovalamacaya tanıklık ettiğimiz ‘No Country for Old Men’ Joel ve Ethan Coen’in dokunuşlarıyla hatırı sayılır bir hayatta kalma mücadelesi olarak sinema tarihine adını yazdırıyor. Hürrem
2. The Man Who Wasn’t There (2001)
Yalnız orada değil, hayatta bile olmayan, sıradan bir adamın huzurlu bir şekilde kendi sonuna ilerleyişini, karakter iç sesi yardımıyla bir roman estetiğinde izleriz. Sigarasını ağzından düşürmeyen baş karakter Ed, filmi de karizma mertebesine ulaştırır. Coenler’in bu en kara filmi, içinde mizah unsurları bulundursa dahi, gittikçe karararak ilerler ve beyaz ışıkla sonlanır. Karakterleri ile alay etmeyi seven yönetmenlerin en beceriksiz ve zayıf karakterleri bu filmde görülür. Oscar’sız görüntü yönetmeni Roger Deakins‘in kamerası da bu siyah-beyaz filmin klas statüsüne ulaşmasında müziklerle birlikte en önemli unsurdur. Avukatın dava sırasında baş karakteri işaret edip gösterdiği gibi (kamera burada seyirciye yönelir) modern insanın trajedisidir bu, hayatın saçmalıklarıyla örülü bu hikâyeden sağ çıkmak zordur. Labirentten çıkış yoktur, bütün çabalar boşunadır. Belki de en mantıklısı, bir uzay gemisi tarafından kaçırılmaktır. Tuncay
1. Fargo (1996)
Filmin hemen başında, izleyeceklerimizin 1987’nin Minnesota’sında yaşanmış gerçek bir hikâyeden kurgulandığını öğreniyoruz. Jerry Lundegaard, kayınpederi Wade Gustafson’un araba satış mağazasında satış müdürü olarak çalışmaktadır. Art arda yaptığı hatalardan ötürü mali sorunlarla karşı karşıya kalır. Mali sorunlarını çözmek için Jerry, Gaear Grimsrud ve Carl Showalter adlarındaki iki suçlu ile karısını kaçırmaları için anlaşır. Suçlular ise fidyeyi her zaman pastanın büyük payını alan Jerry’in kayınpederinden isteyeceklerdir. Teorikte hiç bir sıkıntı görünmüyor. İş bu planı adım adım uygulamaya geçince her adımda kan dökülüyor. Bazı noktalarda ise olay trajikomik bir hal alıp beklenilmedik noktalara gidiyor ve Coen kardeşlerin başyapıtına dönüşüyor.