25th Hour (2002): En Uzun Gece
David Benioff’un aynı adlı romanından uyarlayıp yazdığı, Spike Lee’nin yönettiği ve Edward Norton’un hem yapımcılarından biri olduğu hem de başkarakteri canlandırdığı 2002 yapımı film, Monty’nin, dayak atıldıktan sonra ölmesi için bırakılmış yaralı ama ele avuca sığmayacak kadar vahşi duran bir köpeği güç bela kurtarışıyla açılır. Köpeğin felaketi aslında kurtuluşu olur ve köpek, onunla güzel bir hayata başlar. Sonrasında Monty’yi de yeni bir başlangıç bekliyordur; ne var ki o, lüks ve özgür bir hayattan muhtemel bir cehennem hayatına adım atacaktır.
Filmde uyuşturucu satıcısı Monty’nin hapse girmeden önceki 24 saatini izleriz. Babası, iki yakın arkadaşı ve sevgilisiyle birlikte geçirdiği bir süre bu. 24 saat sona erdiğinde yani 25. saatte o artık alıştığı rahat hayatında olmayacak; birbirinden farkı olmayan uzun bir 25. saate başlayacaktır. Öte yandan, filmin adı biraz da; bu son gün keşke bitmek bilmese, bir 25. saat daha olsa ve gerçeğin dışındaki bu saate kaçıp hayalde saklanabilse şeklinde de yorumlanabilir. Babasının, firar ederse yaşayacağı güzel hayatı ona anlattığı sondaki monoloğu da bu tür bir yorumu besler nitelikte. 24 saatlik bir gerçek film boyunca anlatılır ama film koca bir ömürlük hayalin fragmanıyla biter.
Filmde bir önemli monolog daha vardır, buna “Fuck You” sahnesi demek yanlış olmaz: New York’ta yaşayan herkese, her bir gruba, ırka, etnisiteye yönlendirdiği küfürlerinin arkasında aslında başkalarına değil kendine duyduğu nefret yatar. Ve de yuvası bildiği bu kenti terk etmek zorunda kalacağı için duyduğu özlem, pişmanlık, çaresizlik ve en önemlisi de kendisine dönük öfkesi gizlidir.
Monty gibi, 11 Eylül sonrası New York’u da, bir felaket sonrası yeni başlangıçlara gebedir. İhanete uğramış ve kimin ihanet ettiğini bilmeyen karakterin enkaz altındaki şizofren ruhuyla özdeştir sanki kent. İki dostunun onunla buluşmadan önce, 11 Eylül’de yıkılmış kulelerin bulunduğu konumdaki enkaza bakarak Monty’den bahsetmesi de bunu doğrular niteliktedir. O sırada enkazdan yansıyıp gecede parlayan ışık huzmeleri, saldırıda kaybedilenlerin hayaletleri şeklinde yorumlanabileceği gibi yeniden inşa sürecine, yeni bir başlangıca dönük umut ışığı da olabilir.
Caz müzisyeni Terence Blanchard’ın yaptığı müzikler de filmde oldukça öne çıkar. Caz ile klasiği etnik dokunuşlarla harmanlayan yoğun müzik kullanımın da etkisiyle, dünyanın sonu gelmiş gibi bir hava eser. Monty’nin özgür olduğu son gün olduğundan, o dünyanın sonu gelmiş gibi hissedebilir. Ne var ki, 11 Eylül saldırısından sonra da kimileri dünyanın artık farklı olacağına inanmış olsa da hayat devam etmiştir. Yönetmen, doğrudan 11 Eylül’den bahsederek onu ana konuya taşımak yerine arka planda vererek, bu saldırıyla ilgili tüm olumsuz hislerinin yükünü, dünyanın söylediği şarkıya kafiye olmak istemeyen Monty üzerinden boşaltır.
Ayrıca İlginizi Çekebilir: Ayın Teması: Yeni Başlangıçlar
11 Eylül saldırısı arka planda sürekli hissedilse de, filmin uyarladığı romanın söz konusu saldırıdan önce yayımlandığını belirtmek lazım. Ancak romanda derinden hissedilen kayıp atmosferi yönetmene, kişisel bir krizi, yıkılmış New York’un yeniden inşası için de bir metafor olarak (veya tam tersi şekilde, yıkılmış New York’u kişisel bir kriz için metafor olarak) kullanabileceğini düşündürtmüş olabilir. Monty geçmişte olanları artık düzeltemez, geçmişi geri getiremez fakat gelecekten sağ çıkıp çıkamayacağı da belirsizdir.
Monty’nin evinde asılı film posteri de manidardır. Türkçeye Parmaklıklar Arasında olarak çevrilen 1967 yapımı Cool Hand Luke’tur bu. Paul Newman’ın canlandırdığı hapishaneye düşmüş anti-kahraman herkese, her şeye, otoriteye, hatta tanrıya bile karşı olan, sınırları zorlayan, kadere isyan eden, bana ilişmeyin mesajı veren yalnız ve uyumsuz bir karakter çizer. 24 saat bittiğinde Monty de bir başka özgür ruhlu Luke olabilecek midir?