Ana Sayfa Dosyalar Ayın Teması Ayın Teması: Yeni Başlangıçlar

Ayın Teması: Yeni Başlangıçlar

Ayın Teması: Yeni Başlangıçlar
0

Yeniden başlamak direngenliği, inatçılığı ve sebatkârlığı temsil eder. Bu güçlü iradeye içkin olan şeyse umuttur, bitmek tükenmek aşınmak bilmez bir umut. Elbette yenide keramet aramak, henüz gelmemiş olan olasılıkların sonsuzluğundan, geleceğin kışkırtıcı açıklığındandır. Yeni bir başlangıç yapmanın çok uzaklardan hoş gelen cazibesine kapılmamak bu yüzden hiç kolay değil. Bu yüzdendir yeni bir yılı sigarayı bırakmak için bir milat bellememiz, her şeyi geride bırakma arzusuyla yolculuklara çıkıvermemiz, kıtalar değiştirmemiz, yeni bir ilişkinin eskinin izlerini geri dönüşsüz bir kesinlikle sileceğine iman edişimiz. Her şeye rağmen umutlu olmak, karar alıcı sonların her şeyi belirleyen kudretine teslim olmamak, yenide, başlangıçta ısrar etmek hepimizin sır gibi sakladığı bir panzehir. Bu sebeple, dünyanın içinden geçtiği bu karartılı ve bunaltıcı uğraklarda, yeniden başlamayı bir bayrak gibi taşıyan kurmaca karakterlere çeviriyoruz bu dosyada yüzümüzü. Travmalar, kayıplar ve felaketlerin ardından yaşamla sanat dolayımıyla yeniden bağ kurmaya çalışanlardan, hayatın kendisine dayattığı olanaksızlıklara boyun eğmeyip yollara düşen İrlandalı, İtalyalı, Amerikalı tanışlarımızdan yine deneyip daha iyi yenilen inatçı umut yorgunlarına uzanan bir yolculuğa çıkıyoruz. Martin Scorsese, Ermanno Olmi gibi ustaların yanı sıra Wim Wenders, Coenler, Spike Lee ve Lee Chang-dong gibi çağdaş dehaların gözünden yeniden başlamanın binbir halinin izini sürdüğümüz bu dosyayı, siz okurlarımızı benzer dertlerle hemhal olmuş diğer sayısız filmle buluşturmayı vesile kılacak bir altlık mahiyetinde sunmaktan büyük bir mutluluk duyuyoruz. Burak Yılmaz

25th Hour

David Benioff’un aynı adlı romanından uyarlayıp yazdığı, Spike Lee’nin yönettiği ve Edward Norton’ın hem yapımcılarından biri olduğu hem de başkarakter Monty Brogan’ı canlandırdığı 2002 yapımı film, Monty’nin, ölmesi için bırakılmış yaralı ama ele avuca sığmayacak kadar vahşi duran bir köpeği güç bela kurtarışıyla açılır. Köpeğin felaketi köpeğin kurtuluşu olur ve köpek Monty’yle güzel bir hayata yeni bir başlangıç yapar. Sonrasında Monty’yi de yeni bir başlangıç bekliyordur; ne var ki o, lüks ve özgür bir hayattan muhtemel bir cehennem hayatına adım atacaktır.

Filmde uyuşturucu satıcısı Monty’nin hapse girmeden önceki 24 saatini izleriz. Babası, iki yakın arkadaşı ve sevgilisiyle birlikte geçirdiği bir süre bu. 24 saat sona erdiğinde yani 25. saatte o artık alıştığı rahat hayatında olmayacak. Filmin adı biraz da; bu son gün keşke bitmek bilmese, bir 25. saat daha olsa ve gerçeğin dışındaki bu saate kaçıp hayalde saklanabilse şeklinde de yorumlanabilir. Babasının sondaki monoloğu da bu tür bir yorumu besler nitelikte.

Filmde bir önemli monolog daha var, buna “Fuck you” sahnesi demek yanlış olmaz: New York’ta yaşayan herkese, her bir gruba, ırka, etnisiteye yönlendirdiği küfürlerinin arkasında aslında başkalarına duyduğu nefret değil, yuvası bildiği bu kenti terk etmek zorunda kalacağı için duyduğu özlem, pişmanlık, çaresizlik ve en önemlisi de kendisine dönük öfkesi gizlidir. Monty gibi, 11 Eylül sonrası New York’u da, bir felaket sonrası yeni başlangıçlara gebedir. İhanete uğramış ve kimin ihanet ettiğini bilmeyen Monty’nin enkaz altındaki şizofren ruhuyla özdeş gibidir kent.

Monty’nin evinde asılı film posteri de manidardır. Türkçeye ‘Parmaklıklar Arasında’ olarak çevrilen 1967 yapımı Cool Hand Luke’tur bu. Paul Newman’ın canlandırdığı hapishaneye düşmüş anti-kahraman herkese, her şeye, otoriteye, hatta tanrıya bile karşı olan, sınırları zorlayan, kadere isyan eden, bana ilişmeyin mesajı veren yalnız ve uyumsuz bir karakter çizer. 24 saat bittiğinde Monty de bir başka özgür ruhlu Luke mu olacaktır? Öykü

Alice Doesn’t Live Here Anymore

Alice Doesn’t Live Here Anymore (1973), Martin Scorsese’nin filmografisinde erkeklerin karanlık dünyasına adım atmadan hemen önce çektiği ve geriye dönüp baktığımızda bu sebeple kariyerinde istisnai bir konumda duran bir kadın hikayesi olarak karşımıza çıkıyor. Elbette, burada da o karanlık dünyanın ipuçlarına rastlıyoruz, zira Alice’in yalnız bir anne olarak hayatta kalma çabalarına odaklanıyoruz. Kendisine pek de iyi davranmayan eşini bir kazada kaybettikten sonra hem çocuğunun bakımını sağlamak da hem de çocukluk hayali olan şarkıcılığı icra etmek isteyen Alice’in New Mexico’dan Monterey’e ulaşma hayaliyle yollara düştüğü yeni bir başlangıç hikayesi izlediğimiz. Bir yönüyle de yol hikayesi, çünkü Alice’in hayalini kurduğu dünyanın önünde parasızlık ve yalnız bir kadın olması sebebiyle erkekler tarafından istismara açık bir kırılganlık var. Bu sebeple Alice birden fazla kez yeniden başlamak zorunda. Phoenix’te mekanlarda şarkı söylerken de Tucson’da garsonluk yaparken de karşısına çıkan, hayatına giren erkeklerin taşraya özgü kaba sabalığı ve zorbalığı, her seferinde onun çocuğuyla iyi bir hayat kurma iradesini sınayan, yeniden ve yeniden başlamaya mecbur bırakan durumlar yaratıyor. Kadrosunda başrolü üstlenen Ellen Burstyn’in yanı sıra Harvey Keitel ve Jodie Foster gibi Scorsese’nin sonraki dönem filmlerinde de yer alacak olan önemli oyuncuları barındıran Alice Doesn’t Live Here Anymore, yeniden başlamanın en inatçı ve direngen hallerinden birini portreliyor. Burak

Barry Lyndon

Barry Lyndon, ‘The Luck of Barry Lyndon’ isimli pikarest romandan Stanley Kubrick tarafından sinemaya uyarlanan, 18. yüzyılda, yedi yıl harbi sırasında geçen ve insan doğasının karmaşıklığını, zamanın ve insanın değişmez gerçekleriyle anlatan bir dönem filmidir. Redmond Barry, bir İngiliz Yüzbaşıyla düelloya girip öldürdüğünü düşünerek kaçma kararı verir ve yeni bir başlangıç yapar. Film, Barry’in maceralarını, yükselişini ve düşüşünü anlatırken dönemin sosyal sınıf dinamiklerini ustaca ele alır.

Film, seyirciyi içine çeken yavaş temposu, kostüm dekor ve estetik sahneleriyle 18. yüzyılda geçen bir hikaye için yeterli görkeme ve ihtişama sahiptir. Kubrick hayranı olduğu ressamların tabloları gibi görüntüler elde etmiş ve Handel, Schubert, Bach gibi klasik müzik bestecilerinin eserlerine yer vermiştir. Mum ışığı ile aydınlatılmış iç mekanların görüntüsünü tamamen doğal ışık altında çekebilmek adına ünlü optik markası Carl Zeiss’in 50 mmf/0.7 lensini kullanmıştır, firmanın bu lensi Nasa için ürettiği bilinmektedir.

Film tüm atmosferiyle etkileyici sahneler sunarken Barry’in içsel çatışmaları, izleyiciyi derinlikli bir düşünceye çeker. Barry Lyndon sadece bir görsel şölen değil, aynı zamanda düşünsel bir deneyimdir. Lâl

Barton Fink

Cannes Film Festivali’nde büyük ödüllerin hepsini alan Barton Fink, Coen kardeşlerin dopdolu filmografilerinde önemli bir yere sahip. Broadway’deki ilk oyununun başarısından sonra Kaliforniya’daki bir stüdyodan senaryo yazma teklifi alan Barton Fink (John Turturro), tereddüt etse de teklifi kabul edip Hollywood’a taşınır. Daha iyi maaşla, daha iyi şartlarda çalışmak için başka şehre taşınan bir yazarın hikayesi gibi başlayan film, Barton’ın taşındığı kasvetli motelde “en büyük korkularıyla” karşı karşıya geleceği bir tecrübeye dönüşür.

Büyük kitlelere hitap eden, “sıradan insanlara” odaklanan senaryolar yazmak istediğini iddia eden Barton, kendisine bunu yapabilmesi için sunulan tüm olanaklara rağmen senaryosunu bir paragraftan öteye götürememektedir. Yazar tıkanıklığı yaşadığı sırada tanıştığı komşusu Charlie Meadows (John Goodman) tam olarak anlatmak istediği “sıradan insanlardan” biri olmasına rağmen onun bu konudaki yardımlarını da asla kabul etmez ve anlatmak istediği hikayeleri dinlemeyi reddeder.

Kendini beğenmiş bir yazarın yaşadığı yaratma sancısı filmde cehennem metaforu ile anlatılmaktadır. Hollywood’a geçişten itibaren kullanılan simgeler kaldığı olağandışı motelin Barton için her şeyin en kötü sonuca vardığı bir kişisel cehenneme dönüşmesine neden olur. Yaratıcı yazarlık dışında Hollywood ile Broadway farkını da değinen film, metafor ve sembolizmle dolu olduğu için farklı okumalara açık ve hala Coen kardeşlerin en önemli filmlerinden biri. Sesil

Brooklyn

Colm Tóibín’in aynı isimli romanından beyazperdeye taşınan Brooklyn, 1950’lerde geçmekte ve genç bir İrlandalı olan Eilis Lacey’nin Amerika’ya göç etmesini konu almaktadır. Ünlü oyuncu Saoirse Ronan’ın canlandırdığı Eilis, her şeye sıfırdan başlamayı göze alarak ablasının da desteği ile daha iyi olanaklara ulaşabileceği New York’a taşınır. Kimseyi tanımadığı bu yeni dünyada “Amerikan Rüya”sının kendisi için ne anlama geldiğini keşfederken yeni hayatında kendini bulacaktır.

Filmin başında gemi yolculuğunda karşısına çıkacaklara hazır değilmiş gibi görünen, utangaç Eilis, yolculuk sırasında tanıştığı birisinin desteğiyle ilk yolcuğunu atlatır. Brooklyn’deki ilk aylarında ailesine ve ülkesine duyduğu özlem nedeniyle zorluklar yaşasa da eşi olacak Tony ile tanıştıktan sonra yavaş yavaş yeni ülkesine aidiyet duymaya başlar. Artık daha özgüvenli, kararlı olan Eilis çalışıp eğitimlere katılarak geleceğine de yatırıp yapmaktadır. Ancak ablasının beklemedik ölümü nedeniyle bir süre İrlanda’ya annesinin yanına dönmek durumunda kalır.

İrlanda’ya geri döndüğünde keşke ben buradayken de böyle bir hayatım olsaydı diye düşünmesine neden olacak olaylarla karşılaşır. Ancak imrendiği bu yeni olanaklar İrlanda’dan ayrılmadan önce ona sunulması mümkün olmayan olanaklardır. Farklı bir kıtaya göç edip yaşadığı yeni tecrübelerin ona kazandırdıklarının bir yansımasıdır bunlar. Nitekim eski işvereni ile yaşadığını bir diyalog, neden İrlanda’nın kendisi için en iyi seçenek olmadığını ve neden potansiyeline ulaşmak için yeni bir başlangıç yapması gerektiğini gözler önüne seriyor.

Nick Hornby’nin yazıp John Crowley’in yönettiği 3 Oscar adaylığı bulunan film, duygu dolu ve akılda kalıcı bir göçmen hikayesi sunuyor. Kariyerinin en iyi performanslarından birini sunan Saoirse Ronan’a, başarılı bir şekilde eşlik eden Emory Cohen ve Domhnall Gleeson için bile izlemeye değer. Sesil

Il Posto

İtalyan Yeni Gerçekçiliği denince akla gelen yönetmenlerin başında Rosellini, Fellini gelir. Ermanno Olmi ise o dönem öne çıkan filmlerinden birkaçı ile katkı vermiştir. Bunların başında Il posto (1961) gelir. Il posto, Domenico adlı bir gencin iş aramak adına geçen bir gününü ele alır. Dönemin savaştan çıkmış İtalyası’nda bolluk, bereket söz konusu değildir. Bu yüzden iş aramak özellikle o dönemin erkekleri için sancılı bir serüvendir. Domenico karakterini canlandıran Sandro Panseri’nin saf ve masum yüz hattı bu sancılı serüven oluşturduğu tezatlıktan ötürü biçilmiş kaftandır.

İş mülakatı için Milano’ya giden Domenico’nun karşılaştığı manzara yıkık bir İtalya’nın yeniden inşasıdır. Bu başkalaşım şehirden başlayıp taşraya henüz uğramadığı için Domenico’da şaşkınlık etkisi yaratır. Aynı zamanda mülakatta tanıştığı Antonietta ile arasındaki mahcup tavırlar da Domenico’nun yabancı olduğu başka bir durumdur. Aslına bakarsanız bu tip olaylar sıradan bir hikaye tasviri için gerekli bütün malzemeleri içerir. Olmi de Il posto’da sıradanlığı ele alır. Arka fona bürokrasiyi, şehir yaşamını ve yeniden doğan İtalya’yı yerleştirir. Fakat Domenico hepsinden rolleri çalmayı ustalıkla becererek yeni hayatının ilk günü için var gücüyle kürek çeker. Hürrem

Rudderless

Ünlü aktör William H. Macy’nin yönetmen koltuğunda oturduğu 2014 yapımı bu indie rock esintili filmde başrolde yer alan Billy Crudup şarkıları da seslendiren isim. Baştaki müzik kaydını bir okul saldırısının izlediği filmi çoğu benzerinden ayıran, bir kurbanın veya ailesinin değil saldırganın tarafının, suçlunun babasının hikâyesini anlatması. Saldırganın gerekçeleri gibi konular yerine de söz konusu saldırıdan sonra bir ebeveynin durumla baş etme sürecine odaklanıyor.

Sam başarılı ve zengin bir iş adamıyken oğlu Josh’u malum olayda kaybettikten sonra bu hayatını terk edip, bir teknede yaşamaya ve işçi olarak çalışmaya başlıyor. Bunun ardındaki neden, oğlunun hem kendisini hem de başkalarını öldürdüğü fikriyle yüzleşmekten kaçmak. Eski karısı da kendine yeni bir hayat kurduğu halde, gerçekten kaçmıyor ama bunun yükünü tek başına taşımaktan yorulduğundan olsa gerek, oğluna ait bazı şeyleri zorla Sam’e teslim ediyor. Bunların arasında, oğlunun yazıp bestelediği şarkıların kayıtları da var. Ve geçmişe dönüş tek bir akortla başlıyor. Müzik sayesinde oğlunu yeniden keşfettiği sırada karşısına çıkan, oğlu yaşlardaki bir gençle müzik aracılığıyla kurduğu iletişimin sonucunda, gerçekle yaşamaktan ve yas tutmayı öğrenmekten daha fazla kaçamıyor.
Sing Along şarkısını tek başına dinlemek belki o kadar etkilemeyebilirdi ama filmin son sahnesindeki kabulleniş ile şarkı birbirini öyle iyi tamamlıyor ki dinlerken gözyaşlarını tutmak pek mümkün olmuyor. Herkese ve her şeye rağmen, oğlunun cani katil imajına rağmen, Josh sırf oğlu olduğu için, onun varlığını inkâr etmeden anısını yaşatmayı öğrendiğini göstermesi açısından çok anlamlı. Öykü

Secret Sunshine

Yeni Kore Sineması’nın esansiyel yönetmenlerinden Lee Chang-dong, toplumsal travmaların bireyler üzerindeki yansımalarından kendine has bir dil yaratmıştır. Acıların ve travmaların tedavisini yeni başlangıçlarda arar karakterleri. Alzheimer olduğunu öğrenen 60’lı yaşlarındaki bir kadının şiir yazma amacıyla bir kursa kayıt olduğu Poetry (2010) bunun iyi bir örneğidir.

Secret Sunshine (Milyang, 2007) ise bir kaza sonucu kaybettiği eşinin kasabasına taşınan kadını odağına alır. Piano öğretmeni olarak para kazanan ve oğluyla bu yeni yaşam alanına alışmaya çalışan kadını başka bir trajik olay bekler. Oğlu kaçırılır ve kendisinden fidye istenir. Fakat parayı denkleştiremez ve oğlunun cesedi bir nehir kıyısında bulunur. Bu olay sonrası yaşadığı şoku bir türlü atlamayan Shin-ae’nin hayata tutunma çabasını izleriz. Önce dini bir gruba katılıp çareyi Tanrı’nın sevgisinde arar. Fakat kilise cemaati histeri ve delilik arasında gidip gelen kadını dışlar. Lee, burada, dini kullanan, Shin-ae’nin acısını anlamaya çalışmaktansa onu inançsız olmakla suçlayan insanları eleştirir. Film boyunca bir güneş ışığı, mutluluk kaynağı arayan kadın istediğini bulamaz, bir türlü yeni bir hayata başlangıç yapamaz. Temanın olumsuz örneği olarak yeni geldiği yere uyum sağlayamayan, kendi hayatında kapana kısılan, dışarıya açılamayan karakterin çıkışsızlığı hem oldukça hüzünlü hem de sarsıcı bir etki yaratır seyredende. Yeni bir ilişki geçmişin yaralarını kapatmaya yetebilir mi, bunun cevabını tam olarak vermez Lee.* Tuncay

The Banshees of Inisherin

Çok iyi biliyoruz ki mekânlar arası geçişler her zaman yeni başlangıçlara gebedir. Yeni evine taşınan, şehir veya iş değiştiren insanların farklı hikâyelerine oldukça aşinayız. The Banshees of Inisherin, ilginç bir şekilde mekânı sabit kılıp yine de bir kişinin baştan başlayışını anlatabilme başarısı gösteriyor. Hikâye, İrlanda iç savaşının yaşandığı 1923 yılında gerçekleşiyor. Yıllarını beraber geçirmiş iki sıkı dost olan Pádraic (Colin Farrell) ve Colm (Brendan Gleeson) İrlanda iç savaşının ortasında kendi iç savaşlarını başlatıyorlar. İlk bakışta savaş metaforunu iki karakterin anlaşmazlığına yansıtsak da daha dikkat çekici olan, Colm’un hayatının sonbaharında yeni bir başlangıç yapma hevesidir. Varoluşunu sorguladığı anda rutinlerinin, yapabileceklerine nasıl köstek olduğunu anlar. Pádraic, onun rutinlerinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Üretim, tüketimin karşısında, sadece şeyleri değil insanın kendisini de yeniden üretir. Üretmeye devam ettikçe insan özüne yaklaşır. Colm için gelen bu geç farkındalık, onu hayatının bu noktasında beste yapmaya iter. Dünyaya bir şeyler katmanın ve bırakmanın telaşı içinde eski Colm’u –yani Pádraic’i- karşısında görmeye dayanamaz. Dolayısıyla, Colm’un yeni hayat felsefesi yeni başlangıçlara vesile olur. Sadece Colm için değil Pádraic için de bu yeni bir hayatın başlangıcıdır. Artık en sevdiği dostu olmadan hayatını sürdürmeyi denemelidir. Elbette onun sancısı da bunu bir türlü kabullenememekten gelmektedir. Yaşanan karşılıklı bunalımlar, büyük ve absürt bir çatışmaya sebebiyet verir. Colm’un zihinsel dönüşümü, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir çeşit sarmal yaratır. The Banshees of Inisherin’in hatırlattığı üzere, her yeni başlangıç doğum sancıları olmaksızın kendisini tamamlayamaz. Anıl M.

The Edge of Heaven

Fatih Akın sinemasını yeni bir başlangıç için yola çıkan karakterlerin gelgitli/sarsıcı hikayeleri olarak özetlemek yanlış olmaz. Fakat 70’lerde doğmuş kayıp kuşağı merkezine alan yönetmenin karakterleri bir türlü geçmişleriyle bağlarını koparamaz, yaralarını saramaz, yeni bir hayata adım atamazlar; tökezlerler, aynı yerlerde sürüklenir, geri dönerler. Yönetmenin Berlin Film Festivali’nde büyük ödülü alarak dünyaca tanınmasını sağlayan başyapıtı Duvara Karşı (Gegen die Wand, 2008) filminden 3 sene sonra Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü kazanan Auf der anderen Seite ise yeni başlangıçlar yapmak isteyen 6 karakteri odağına alır. Hamburg-Bremen-İstanbul-Trabzon şehirlerinde oradan oraya sürüklenen insanların hayata tutunma çabalarını takip eden film, Akın’ın yazdığı en güçlü senaryo metnine sahiptir. Yalnız yaşamaktan sıkılmış Karadenizli bir dul olan ve Hamburg’da yaşayan Ali (Tuncel Kurtiz) bir hayat kadını olan Yeter’e (Nursel Köse) kendisiyle birlikte yaşamasını teklif eder, Ali’nin oğlu Nejat (Baki Davrak) ile Yeter arasında dostça bir ilişki gelişir ve Nejat Yeter’in uzun zamandır görmediği kayıp kızı Ayten’i (Nurgül Yeşilçay) bulmak için yollara düşer. Ayten, İstanbul’da hukuk okuyan, radikal politik eylemlerde bulunması sebebiyle aranan bir öğrencidir ve Almanya’ya kaçmak zorunda kalır, Almanya’da aç ve evsiz kaldığı bir sürenin sonunda Lotte (Patrycia Ziolkowska) ile tanışır ve ev arkadaşı olurlar, sonrasında ise daha da yakınlaşıp aşk yaşarlar. Lotte’nin annesi Susanne (Hanna Schygulla) ise bu ilişkiden memnun olmaz ve Ayten’in sığınma talebi için avukat masraflarını karşılamadığı için Ayten Türkiye’ye dönmek zorunda kalır, Lotte onun peşinden gider. Özetlemesi zor bütün bu olay akışının ortasında Alman dili profesörü olan Nejat ile kızının cenazesi için Türkiye’ye gelen Susanne arasında Türkiye kültürü üzerine bir diyalog yaşanırken ezan sesini dinler, Çukurcuma’da bir merdivenden cuma namazı için inen kalabalığı iki karakterle birlikte camdan izleriz; Akın sinemasında alışık olmadığımız, karakterine yetişmeye çalışan hız, coşku ve öfkenin aksine oldukça sakin, huzurlu, aşkın bir andır bu.

Akın sinemasında birincil baskın tema, hayata bir yerinden tutunamayan karakterlerin/göçmenlerin kimlik edinme, yer/yurt bulma çabasıdır. Benzer yollardan geçen, sürekli düşüşe alışmış karakterler bir türlü kendilerine bu dünyada bir yer, bir kimlik, kendilerine gerçekleştirebilecekleri özgür bir alan edinemezler. Akın’ın buradaki politik derdi gençleri aynılaştırarak ezen, özgürlüklerini baskılayan sistemledir. Fakat karamsar bir şekilde çözüm yoktur.

Hem Akın’ın çok sevdiği ve sık sık çektiği bir yol(lar) hikayesi barındıran, hem karşılaşmalar hem de birbirine teğet geçen hikayelerle örülen film, Nejat’ın babasıyla barışmak için geldiği Trabzon’un bir kasabasında, sahilde babasının balıktan dönmesini beklediği bir kareyle biter, cennetin kıyısına benzeyen bu yer hayatlarında yeni bir başlangıç yaratabilecek midir? Tuncay

The Secret Life of Walter Mitty

James Thurber’ın kısa öyküsünden uyarlanan filmin ana karakteri Walter (Ben Stiller), bir dergi şirketinin negatif bölümünde çalışmaktadır. Hayatı ne kadar sıradansa hayalleri bir o kadar değişik olan Walter, şirketin el değiştirmesiyle beraber son bir sayının basılacağını öğrenir. Her zaman işini titizlikle yapan Walter, ilk kez derginin kapağında kullanılacak bir fotoğrafın kayıp olduğunu fark eder. Ya bu fotoğrafı bulacaktır ya da kovulacaktır, macera o anda başlar. İzlanda’ya ilk uçakla uçar, helikopterle bir gemiye atlamaya çalışır. Patlayan bir yanardağdan kaçıp Himalayalar’a tırmanır. Bunların hepsini evsiz yurtsuz olan ünlü foto muhabir Sean O’Connell’ı bulmak için yapar. Bir zorunluluğun getirdiği bu durum, Walter’a hayallerindeki maceraperestin gerçekleşmesi için bir fırsat sunar. Filmin harika manzaraları ve iç açan doğasıyla seyirciye sunduğu deneyim bambaşkadır. Kaykay ile İzlanda’nın uçsuz bucaksız yollarında gezerken suratında hissettiği rüzgâr ve karşısında seyrettiği dağların bir aradalığı, insanın kendisine ve doğaya yabancılaştığını bir kez daha gösterir. Mekânın doğallaşması zihni özgürleştirir. Deneyimlenenler yeni bir bakış ve başlangıç yaratır ki filmin sonlarına doğru vesileler amaç haline gelir. Filmi henüz izlemeyen biri, kar leoparı görebilmek için saatlerce soğuk bir dağ tepesinde beklenir mi? Sorusuna çok net bir hayır cevabı verebilir. Filmi izledikten sonra ise soruyu düzelterek bir kez daha sormaktan kendini alıkoyamaz: “Kar leoparını görebilmek için hiç şansım olacak mı acaba?” Anıl M.

Wings of Desire

Bir meleğin insan olma arzusunu keşfetmesi: Der Himmel über Berlin (1987)

Film, meleklikten vazgeçip yeni başlangıç olarak seçtiği “insan olmaya” duyduğu arzunun anlatısıdır. Kısmen halen yıkıntılar içinde ve bir duvarla bölünmüş olan Berlin’in etkileyici manzaraları içinde iki meleği merkezine alır film. İnsan olmak isteyen ve insan olma kıstasını da parmağın gazeteden boyanmasında, nehre girip suyu bedende hissetmekte ve son olarak aşkta bulan düşkün melek(ler)in filmi. Bu melekler, şehirde dolaşarak insanların yaşamlarını gözlemleyerek ve insanların düşüncelerini duyarak onlara yardımcı olur. İnsanların arasında kutsal görevlerini yerine getirirken, sadece çocuklarla göz göze gelebilmeleri ve sadece ruhsal değil tinsel ve bedensel olarak da var olmak istemelerini anlatır Wenders. Senaryo, yönetmenin beraber yazdığı Peter Handke’nin olağanüstü şiiriyle birlikte siyah-beyaz görüntülerin güçlendirdiği görsel estetik açıyla ve içerdiği derin duygusal temalarla insanı sanki bir meleğin düşüne usulca bırakır.

Zaten Handke de şiirinde Wenders de filminde bize şunu verir; insan en çok çocukken insandır. Peki ya meleğin gökyüzünü terk edip insan olmayı tercih etmesi, siyah beyaz olan her şeyi duyuş ve görüşten vazgeçip rengarenk olana ama kişiye has olana başını çevirmesi… insan ne zaman tam olarak insan olur diye düşündürtüyor. Kötüyü bilince mi iyiyi bilince mi aşık olunca mı yoksa ruhu için kendini terk edince mi? İnsanın en radikal yeni başlangıcı, insan olabilmeye başlaması değil midir?

En güzeli de filmin sonunda Wenders, bütün düşkün meleklere ithaf eder anlatısını fakat bilhassa üç düşkün meleği anıyor olması epey etkileyicidir. O üç düşkün melek de; Ozu, Tarkovsky, ve Truffaut’dur. Sedef

Bir Cevap Yazın