Ana Sayfa Dosyalar Ayın Teması Ayın Teması: Eve Dönüş

Ayın Teması: Eve Dönüş

Ayın Teması: Eve Dönüş
0

birdunyafilm.co ekibi olarak Temmuz ayı ile birlikte yeni bir liste formatına başlıyoruz. Her ay yeni bir tema seçerek sinema sanatını farklı açılardan okuma çabasına girişeceğiz. Buradaki amaçlardan birincisi, liste çılgınlığına boğulduğumuz çağda filmleri basit, kolay kategorilere ayırmaktansa sinema evrenini daha geniş algılamaya çalışarak farklı dönemlerden ve ülkelerden yönetmenlerin farklı hislerle, farklı bireysel yollardan ulaştıkları ortak sanat anlayışlarına bakmak. İkincisi de filmlerin konularıyla özetlendiği günümüzde ötesini görmeye çalışarak daha incelikli okumalar yapma çabası. Güncel ve farklı konuların olacağı temalarla beraber bir kültür ve okurlarımız için de bir izlence yaratmak önceliklerimiz olacak. Bu ayki temamız “Eve Dönüş”, son derece kapsayıcı ve hem biçim hem de sunduğu tartışmalar açısından çok zengin bir konu olacaktır diye umuyoruz. Bu konu hem hikaye anlatıcılığının önemli bir parçası hem de birçok politik ve tarihsel meseleleri içerisinde barındırıyor. Buradaki seçkimiz; göçmenlik, yabancılık, savaş, kök ve eve dair dünyanın birçok farklı köşesinden hikayeyi bir araya getirecek ve umarım size de hem sinema tarihinden birbirinden güzel filmler sunacak hem de kısa yazılarımızla desteklediğimiz seçkiyle sinemanın açtığı tartışma alanına dair bir perspektif sunacaktır. Yıllar sonra memlekete, mutlu çocukluğun geçtiği yuvaya dönmek huzur verir mi? Yoksa artık uzak olan o zaman hüzün kaynağı mıdır? Ev bizim için yalnızlığı mı kalabalığı mı temsil eder? Seçtiğimiz filmleri karşılaştırmaya gitmeden, niteliklerine dair herhangi bir sıralama yapmadan sunuyoruz. Keyifli okumalar.

“Oraya döneriz, kuşun yuvaya, kuzunun ağıla döndüğü gibi oraya dönmeyi düşleriz.”¹

Cinema Paradiso

Sinemayı sinemanın tüm araçlarını kullanıp da mekanikleşmeden izleyiciye büyüsünün içine çekebilen bana kalırsa eşsiz bir yapım Cinema Paradiso. Ağdalı cümleler kullanmadan Cinema Paradiso’ya olan zaafımı nasıl anlatabilirim, bilmiyorum ama “sinemanın tam kalbinden çıkmayı başarabilmesi asıl hüneri” diyip gerisini kendime saklayayım. Filmin başrolü Toto’ya gelen bir telefonla yıllar önce doğup büyüdüğü yere dönmek zorunda kalır Toto. Çocukluğunun ve filmin asıl kahramanı olan Alfredo’nun ölüm haberini almıştır. Bu yolculuk mekansal bir eve dönüşten öte zamansal bir eve dönüş olacaktır onun için. Alfredo bölgenin tek sinema salonu olan Cinema Paradiso’nun makinistidir. Dönemin İtalya’sının sansür politikasından kaynaklı olarak filmlerde müstehcen yerleri kesip çıkarmakla da görevlidir.Toto’nun çocukluğu ve gençliği üzerinden film anlatılır. Yönetmen Giuseppe Tornatore’nin göz bebeği olan filmin müziğini ise Ennio Morricone’dir. Onun müziği bütün filmin geneline hakim olmayı başarsa da filmin final sahnesindeki yerinde kullanılışı o sahneyi sinemanın unutulmazları arasına sokar. Hürrem

Fire Will Come

Oliver Laxe’ın Cannes Film Festivali’nden Un Certain Regard [Belirli Bir Bakış] Jüri ödüllü filmi Fire Will Come, orman kundaklama suçundan iki yıl hapis yattıktan sonra Galiçya’nın bir kasabasındaki evine dönen Amador karakterine odaklanıyor. Ancak Amador’unki eve dönmenin bildik konforundan epeyce uzakta. Kasaba halkının şüpheli ve mesafeli bakışları altında yalnızca annesinin koşulsuz sevgisiyle karşılanan Amador’un kendi yurdunda bir gariplik hikayesi aslında anlatılan. Film kimin suçlu olduğuyla ilgilenmiyor, Amador’a hapis yatıran suçun nasıl gerçekleştiğini, gerçekten kim tarafından işlendiğini, ormanları kimin yaktığını bilmiyoruz. Eve dönüşün en suskun ve yalnız haliyle bütünleşen pastoral imgelerle hayat üzerine bir meditasyon gibi akıyor film. Bu anlamda bir yanıyla Özcan Alper’in Sonbahar’ını anımsatıyor demek yanlış olmaz. Oldukça az diyalogla, neredeyse kadrajına insandan çok inekleri dahil eden bir sinematografiyle ev duygusunu gündelik hayatın mütevazı rutini içine yerleştiriyor Oliver Laxe. Filmin isminin vadettiği gibi, yangın ormanlara yeniden gelecek, bunu bekliyoruz. Hapisten kendi yurduna adeta bir kara koyun olarak dönen Amador’un sanki olacakları öngörür gibi tedirgin ve ürkek tavırları bizi önyargılardan müteşekkil bir yargısız infaz finaline hazırlıyor. Fire Will Come, ağırbaşlı anlatısı, dingin sinematografisi ve etkileyici müzik kullanımıyla eve dönmenin sancılı hallerine dair kıyıda köşede kalmaması gereken bir film. Burak

It Must Be Heaven

Filistinli yönetmen Elia Suleiman’ın 2019 yılında çektiği son filmi It Must Be Heaven, Suleiman’ın kendisini oynadığı, filmine yapımcı bulabilmek için memleketi Filistin’den ayrılarak önce Paris’e, ardından New York’a uzanan ve nihayetinde eve dönüşle sonuçlanan bir yolculuğu konu ediniyor. Ancak bu yolculuk, doğu-batı kültürel geriliminden, Filistin’in müstesna politik durumuna ve oryantalizme varan sarkastik bir bakışla ele alınan birçok noktaya temas ediyor. Elia Suleiman’ın “doğulu” bir özne olarak film boyunca hiç konuşmadığı, karşılaştığı absürt durumlara gözleriyle tepkiler verdiği tamamen gözlemci bir bakış açısıyla ilerliyor film. Suleiman’ın Filistin’deki evinde başlayan hikayesi kendi insanlarının tuhaflıkları karşısında deneyimlediği derin bir yabancılaşmayı açığa çıkarıyor. Fransa ve Amerika’ya gittiğinde karşılaştığı manzaraların akıl dışılığı ise onun eve kendi toplumuna dair mütevazı bir kabullenişle dönmesine vesile oluyor. Elia Suleiman, kendisini bir yandan Batı’dan görünen otantik bir nesne gibi konumlandırırken bir yandan da o ülkelerdeki tanıklıklarına mübalağa ve sarkazm tonu ekleyerek kendi yurduyla barışmanın, eve huzurla dönmenin yollarını buluyor. Bu bağlamda, It Must Be Heaven’da eve dönüş fikri, yerleşik algıları yerle bir etmeye dönük bir politik eylem gibi çalışıyor. Elia Suleiman’ın absürt mizansenler ve komedi unsurlarıyla kurduğu bu anlatı özelde Filistinli ve “Doğulu” olma meselesi üzerinden ama genelde yurt, vatan ve ev gibi kavramlarla kurduğumuz ilişkileri yeniden düşünmeye sevk ediyor. Burak

Liverpool

Yavaş sinema akımının önemli yönetmenlerinden Lisandro Alonso‘nun 2008 tarihli filmi Liverpool, 20 yıl sonra evine, kasabasına dönen yalnız bir adamın yolculuğunu perdeye aktarır. Farrel adında bir denizci, memleketinin yakınlarından geçerken annesinin hala hayatta olup olmadığını görmek için kısa bir izin alır. Tek cümleyle özeti yapılabilecek film üzerine başka söz söylemek, açıklama çabasına girişmek anlamsızdır. İzleme deneyimini yazıya dökme çabası tam da bu tarz niş, saf ve kişisel işler için boşa çabadır, ancak bir deneme yazılabilir üzerine. Film sizi yola davet eder. Bu yolda her birey kendi hayatından izler bulacaktır. Sinema algımız da zaten tıpkı auteur yönetmenlerinki gibi kişisel bir yolculuktan ibaret değil midir?

Kelimenin tam anlamıyla incir çekirdeğini dolduracak bir şey olmaz filmde, diyalog çok azdır. Hasta annesini ziyaret etmek için geminin kısa süreliğine konakladığı limandan harekete geçen karakter yolda olmak dışında fazla bir eylemde bulunmaz. Bütün planlar baş karakterin yalnızlığını imler, evine döner fakat doğup büyüdüğü kasaba onu geri kabul etmekten, mutlu etmekten uzaktır. Hiç öyle görünmez ama son derece hüzünlü bir filmdir. Filmin en nefis sahneleri karakterimizin lokantada tek başına yediği, içki içtiği sekanslardır.

Karakterin yolda olma durumu hariç hareketin az veya hiç olmadığı, kameranın genellikle sabit olduğu 2-3 dakikalık plan sekanslar Alonso’nun yavaş sinemasının biçimini belirler. Farrel biz seyirciyi köyde bırakarak, annesinin bile kendisini tanımadığı köyünü terk eder. Geriye kalan 20 dakika boyunca köyün günlük rutinlerini, çaresizliği, yokluğu seyrederiz. Filmin ismi, Farrel’in kız kardeşi Analía’ya verdiği hediye anahtarlıkta anlam bulur, muazzam yüklü bir finaldir, 20 yılın ağırlığı o tek kareye yüklenmiştir, boşalacak yer arar.

Eve dönmek için artık çok geç. Bir yaştan sonra yuva bizi kabul etmek istemez sanki. Ev çocukluğumuzda bize büyük gelen odalar toplamı değildir artık. Ne yaparsak yapalım, kim olursak, nerede olursak olalım, ne kadar kaçarsak kaçalım eninde sonunda o eve dönülecektir yine de. Veya tüm hayatımız bizi kucaklayacak yuvayı aramakla geçer. Bizi karşılayacak hüzün kaçınılmazdır. Çünkü o evde illa bir eksik bulacağızdır.

Tierra del Fuego, terkedilmiş bir otobüs, bitmeyen yol, karlı dağlar, karlar içinde bir köy, buz saçaklı kale direği, çantada alkol, yanyana iki yatak, kereste fabrikası, cumbia çalan bir yemekhane, abiden geriye kalan bir anahtarlık… Filmden zihnimizde kalan imgeler bunlardır. Gerisi lafügüzaf.

Sahi neden eve dönmekten ibarettir sinema?

Tuncay

Mariner of the Mountains

O Marinheiro das Montanhas, Invisible Life (2019) ve I Travel Because I Have to, I Come Back Because I Love You (2009) yapıtlarından, tanıdığımız Brezilyalı yönetmen Karim Aïnouz’un babasının ve hiç sahip olamadığı evine geri dönüşünün hikayesi.

Aïnouz, Brezilyalı bir anne ve Cezayirli bir babanın oğlu. Anne ve baba Amerika’da okurken tanışırlar ve o sıra Aïnouz’un annesi hamile kalır. Eğitim süreci bitip Brezilya’ya dönmek zorunda kalan annesi ile babası bu süreçte ayrı düşer ve ilişkileri biter. Babası hayatının kalanını Amerika’da geçirirken Aïnouz annesinin yanında Brezilya’da büyür.

Aïnouz içsel bir çöküş sırasında, hayata dair arayışların ve köklerine dönmenin merağıyla Cezayir’e babasının çocukluk evini bulmak için yola çıkıyor. Ailenin tüm hikayesi yönetmenin ağzından anlatılırken bir yandan da Cezayir içindeki yolculuğuna şahit oluyoruz. Aïnouz, bu hiç keşfedemediği dile, kültüre ve dünyaya antropolojik bir yolculuk yapıyor. Tüm bunları, ailesiyle olan ilişkisini, babasıyla olan uzak ve çarpık ilişkisini perdeye incelikle ve içinde bulunduğu durumu gerçekçi bir şekilde algılayarak o kadar iyi anlatıyor ki, kendinizi akıp giden bir derenin içinde gibi sakin, yılları geçerken buluyorsunuz. Bu köklere yolculuk; köksüzlüğe ve kökün kendisine dair arayışlar, gerçekçilikle beraber romantik bir anlatıyla birbirini yoğuruyor ve çelişkiyi aşırı kurcalamadan, sentezi ve ev kavramını size sunmaya çalışıyor. Anıl

Reminiscences of a Journey to Lithuania

Diasporada sanatını icra eden yönetmen denince akla gelecek 2-3 isimden birisi şüphesiz Jonas Mekas‘tır. Litvanyalı yönetmenin 27 yıl sonra, doğduğu köy olan Semeniškiai’ye dönüp çektiği, adıyla müsemma 1972 yapımı belgeseli tam da sinemasının özünü içerir. Bütün filmlerinde görülen savaştan kaçmış yersiz yurtsuz birey teması en yoğun ve dokunaklı şekilde burada öne çıkar. Köydeki çocukluk hatıraları, annesi, kardeşleriyle ilişkisi, komşular, hepsi total bir aile albümünün nesnelerine dönüşür. Fakat Mekas’ın becerisi, kendi imzasına dönüşen, kamerasından süzdüğü ve kurgu masasındaki ustalığıyla yarattığı imaj akışı ve bu akış hızının tersine oldukça yavaş, uzatmalı, az ama öz sesinin birleşiminden çıkan sinemadır. Mekas’ın ayarında kullandığı ne eksik ne fazla, şiirsel dış sesi imajlara ritim verir yalnızca, açıklama yapmak gibi bir derdi yoktur. İmajlar başlı başına doğal göstergelerdir. Mekas’ın sesi aralara serpiştirilmiş dipnotlardır sadece. Doğduğumuz fakat bize artık çok “uzak” köy, daha iyi resmedilemez sinemada. Karakterlerin konuşmasına gerek yoktur, anneyi de kardeşleri de çok iyi tanırız.

Görüntülü günlük (video diary, diary film) diyebileceğimiz bu deneysel tarzı bir sonraki işi olan erken başyapıtı Lost, Lost, Lost (1976) belgeselinde kusursuzlaştırır Mekas. New York’ta kaybolmuş entelelektüelin yalnızlık manifestosudur adeta film. Yarattığı avangart biçim, belgesel türünün değil sinema sanatının en yüksek yeri olabilir. Mekas’ın geçmişi, sözü, fikri, varlığı hepsi burada, kamerası aracılığıyla sinemasında birleşir; Sait Faik’in dediğine (“Yazmasam deli olacaktım”) benzer fakat daha hayati bir zorunluluk, çekmese yok olacaktır. Hem Sovyet hem Nazi zulmünden kaçan Mekas kardeşlerin yazgısı, 20. yüzyıl insanının sancılı imgesidir aynı zamanda.

Akla, Seyyidhan Kömürcü’nün, Sinem şirinden “Neden eve dönmekten ibarettir hayat” mısrası gelir (Milli Kütüphane metro durağındaki duvara yazana selam olsun). Cevabı Mekas veriyor, çünkü diyor hepimiz yerinden edilmiş göçmenleriz, evimizi bir savaşta kaybettik (“Yes, we are, we still are displaced persons, even, even today, and the world is full of us, every continent, is full of displaced persons. The minute we left, we started going home, and we are still going home. We loved you world but you did lousy things to us.”). Bütün hayatımız o yuva huzurunu aramakla geçiyor belki de. Tuncay

Return to Seoul

Return to Seoul, yönetmen Davy Chou’nun üçüncü uzun metraj filmi. Geçtiğimiz sene Cannes Film Festivali’nin Un Certain Regard bölümünde yarışan film eli boş dönmüştü. Film yönetmenin arkadaşı Laure Badufle’nin gerçek hayatına dayanıyor ve temamızın en özel filmlerinden biri.

Güney Kore’de doğup, bebekken Fransa’da bir aileye evlatlık verilen Freddie’nin hikayesini anlatan film, Freddie’nin yanlışlıkla döndüğü evinde tanıştığı insanlar sayesinde, evlatlık verildiği kuruma gidip ailesini aramasıyla başlıyor. Annesinin istememesinden kaynaklı, babasıyla tanışabilen Freddie onunla sadece bir tercüman aracılığıyla konuşabiliyor. Hikaye buradan Fransa ve Güney Kore arasında gidip gelirken ve Freddie karakteri bir girdabın içinde savrulurken; onun arayışına ve bu manasız eve dönüşün bambaşka bir yola doğru ilerleyişine şahit oluyoruz. Yıllara bölünen hikaye şans eseri dönülen eve, kalıcı bir şekilde yerleşmeyi, silah tüccarlığını ve sonunda anneyle tanışmaya getiriyor. Filmin bütün yapısı ait olamayışı ve asla kendi gibi hissedemeyen her yere yabancı bir karakterin iç çelişkilerini ortaya döküyor. Ne Fransa’ya ne Güney Kore’ye ait ya da bir aileye, boşlukta salınan karmaşık duygu gibi asla anı kavrayamayan sadece ve sadece bir yön bulup oraya doğru giden ama asla tamamlanamayan… Ortada dönülecek bir ev kalmadığında ne olur? Belki kıyamet kopar belki. Anıl

Sonbahar

Özcan Alper’in Türkiye sineması için mihenk taşlarından biri olan Sonbahar filmi, arka planına siyasi tarihimizin en karanlık ve kanlı katliamlarından biri olan, üstelik ironik bir şekilde adına “Hayata Dönüş” denilen, cezaevlerindeki tecrit uygulamasına karşı çıkan siyasi mahkumları hedef alan 19 Aralık Katliamı’nın trajedisini yerleştirerek 10 yıllık tutukluluk sonucu evine dönen Yusuf karakterinin açlık grevi ve işkenceyle yorgun düşen bedeniyle travma sonrası stres bozukluğu yaşayan zihni arasında yaşama yeniden tutunmasına –devlet anlamıyla değil gerçek anlamıyla—hayata dönüş çabalarına odaklanıyor. Karadeniz’in sarp dağları arasındaki köyüne dönen Yusuf, onu evde bir başına bekleyen annesiyle hasret giderirken bir yandan da yitirdiği gençliği ve geçmişiyle fotoğraflar ve çocukluğunun geçtiği mekanlar üzerinden yeniden bağ kurmaya çalışıyor. Ancak devletin 10 yıl aradan sonra neredeyse yarı ölü olarak evine gönderdiği Yusuf için ev, yaşamı yeniden kucaklayacağı değil kendi topraklarına gömülmek üzere dönüş yaptığı bir ebediyet mekânına dönüşüyor. Yusuf’un annesiyle kurduğu sıcak ve hüzünlü bağı, eski dostlarıyla özlediği mekânlarda yeniden bir araya gelişi ve kısacık ömrüne sığdırdığı yarım kalan aşkını Alper’in şiirsel sinematografisi ve zaman zaman çalan dokunaklı tulum müziklerinin etkisi altında boğazda bir yumru hissetmeden izlemek güç. Sonbahar, bu zamana ait olmayanların hikayesi, geleceği olmayan ve evi çoktan geçmişte kalmışların. Burak

Stranger Than Paradise

Jim Jarmusch‘un 1984 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Kamera kazanan filmi, Reagan döneminin saldırgan dış politika hamleleriyle komünizm karşıtlığının yoğun şekilde yükseldiği atmosferde, Macar bir göçmen gencin, dilini dahi konuşmak istemediği ülkesinden; kendisine kısa süreli ziyarete gelen kuzeni vasıtasıyla, dönüş mefhumunu alışkın olunanın aksi şekilde alır.

Wim Wenders‘ın 1982 tarihli filmi Der Stant der Dinge filminden arta kalan film stoğu ile çekimlerine başlanan yapıt esasen otuz dakikalık bir kısa film olarak planlanmış sonrasında sırasıyla New York’ta geçen The New World, Cleveland’da geçen One Year Later ve Florida’da nihayete eren Paradise adlı üç bölümle uzun metraja dönüştürülmüştür.

Ozu sinemasının izlerini sadece durağan çekimler ve minimalist nüanslarla değil, esasen yabancılaşma teması üzerinden hissettiren filmde Eva (Estzer Balint) bir duvardaki “ABD Her Yerden Çekil, Yankee Evine Dön!” yazısı eşliğinde kuzeni Willie (John Lurie)’nin evine yürür ve bu esnada kirli ve yıkık dökük New York sokaklarına şahit oluruz. Jarmusch, hayaller ülkesi Amerika portresini daha ilk planlarında deforme etmeye başlar. Terk ettiği toprakların ve dilin, tekrar kapıda gördüğü Eva ile uzun zaman sonra ilk fiziki karşılaşmasını yaşayan Willie, Eddie (Richard Edson) ve Eva ile gerçekleştirdiği Amerika içi yolculuklarında hem topraklarına dönüşünün bir provasını hem de Amerika’daki var olma mücadelesini deneyimler. Salih

Ulysses’ Gaze

Ulysses’ Gaze, Yunan sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan Theodoros Angelopoulos’un oldukça kişisel ve şiirsel bir savaş filmi olmasının yanı sıra bir umut arayışıdır. A (Harvey Keitel), Balkanlarda sinemanın öncüsü olan Manaki Kardeşlerin, kayıp 3 makaralık filmini aramak için 35 yıl sonra memleketine döner ve savaş içindeki balkanları boylu boyunca dolaşır.

Manaki kardeşler, Osmanlı İmparatorluğunun Manastır vilayetinde doğan Yanaki ve Milton isimli iki kardeştir. Modern tarih yazıcılığı, Türk Sinemasının başlangıcı olarak  Fuat Bey tarafından 1914’te çekildiği öne sürülen “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” filmini kabul etse de, bu filmin gerçekten çekilip çekilmediği tartışma konusudur ve filmin hiçbir kopyası olmamakla beraber, varlığına ilişkin somut bir delil yoktur. Oysa ki, Manaki kardeşler Osmanlı İmparatorluğunda ilk filmleri olan “Büyükanne Despina” ve “İp Eğiren Kadınlar” filmlerini 1905 yılında çekmişlerdir.

Filmde, Manakiler tarafından çekilen bu orjinal görüntülere de sık sık yer verilirken, Sürgünden dönen A. ; Manaki kardeşlerin henüz banyo edilmemiş 3 bobininin bu filmlerden önce olup olmadığının merakındadır. İlk bakışın kaydedildiği filmi aramak için balkan savaşları sırasında çıkılan bu yolculuk, aynı zamanda karakter için de bir içsel yolculuktur.

Angelopolous, Yunan halkının yakın yüzyılda yaşadığı siyasi sorunları, iç çatışmaları, acıları ve travmaları mitolojik ögelerle harmanlayıp kendi hayatıyla birleştirerek sinema dilini oluşturmuştur. Yönetmenin çok küçük bir çocuk olduğu yıllarda Yunanistan’da yönetimde diktatör General Metaksas vardı. Daha sonrasında ise İtalyanlar Yunanistan’ı işgal etti. Çocukluğunda savaş gören ve Yunanistan’da kendini bir yabancı gibi hissettiğini söyleyen yönetmen, filmlerine bunu yansıtır ve geçmişte kilitli kalmaya, geri dönmeye, sıla hasretine ve anavatana yabancılaşmaya değinir. Benzer nitelikler taşıyan bir diğer filmi Kiteraya Yolculuk’da da karakter 32 yıl sonra memleketine döner. Kitera kelimesi ise Yunan mitolojisinde insanın mutluluğu bulacağı düş adasıdır. Lâl

 

1 Mekânın Poetikası. Gaston Bachelard

Bir Cevap Yazın