Ayın Teması: Sayfiye
“Sayfiyenin sözlük anlamı: Yazlık, yazlık ev, yazın yaşanacak yer. Bir davetkârlık, bir mükrimlik yayılıyor sanki kelimeden. Sefa ve keyif çağrıştırıyor, sanki bu ikisinin kırması gibi.”¹
Yeterince şanslı bir insansanız çocukluk hatıralarınızda en azından bir adet de olsa unutulmayan, güzel hatırlanan hoş bir yaz tatili vardır. Henüz deniz, kum, güneş üçlüsüne ulaşmak için çekilen çilelerden haberiniz yoktur. Büyüdükçe o yaz tatiline ulaşmanın, yılda 1 hafta dahi olsa güney sahillerine kaçmanın ne kadar maliyet, beden ve beyin gücü gerektirdiğini anlarsınız. Peki oldu da 6 ay öncesinden indirimli fiyattan 1 haftalık “her şey dahil” bir otel ayarladık veya girişimci bir akrabamızın çok önceden aldığı yazlık evine misafir olacağız; bu kısa süreçte ne ararız, neyin peşine düşeriz? Yaz aylarında, dinlenmek, yılın yorgunluğunu atmak, bir miktar güneşlenip bronzlaşarak dönüşte övgülere maruz kalmak, deniz suyunun şifalı etkisinden yararlanmak gibi basit, somut ve ilk akla gelen istekler midir amaç yoksa huzur, sessizlik, ilham, belki bir yaz aşkı gibi daha ulvi şeyler mi ararız? Sayfiye bir mekân olarak bizler için ne ifade eder, bizi dönüştürür mü?
Seçtiğimiz filmler de en az yaz ve yazlık evler kadar davetkâr. Aşağıdaki çoğu film yazdan beklentilerimiz hakkında fakat genelde beklediğimizden öte veya tersi durumlar, duygular, karşılaşmalar, imtihanlar çıkar bahtımıza yazdan. Özellikle yazarların veya sanatçıların sayfiye maceralarına yakından bakmak istedik.
Afire
Yaşayan ve üretmeye devam eden dahi yönetmenlerden Christian Petzold‘un son filmi Roter Himmel‘i, Éric Rohmer‘in La Collectionneuse filminin çağdaş Alman versiyonu olarak okumak zihin açıcı olacaktır. Kendisi de bir röportajında Rohmer’in 1967 yapımı filmini uzun zaman sonra tekrar izlediğinde çarpıldığını ve Leon’u kendisinin 20li yaşlardaki halinden, dünyaya bakışından yarattığını söylüyor.² Petzold’un kendi itirafıyla Leon, güvensiz, gösterişçi, küçümseyici, dünyanın bir katılımcısı olmaktan ziyade gözlemci bir karakter. Bunun yanında Rohmer’in Haydée’si gibi Nadja da gözlemlenen, sayfiyenin yabancısı, beklenmeyen misafiri, çözülmesi ve ulaşılması zor bir kadın ve erkekler için bir arzu nesnesi rolünde. İkisinin karşılaşması ise ─eşyanın tabiatı gereği─ yangın yeri…
Leon orman kenarındaki bu huzur dolu eve çalışmak, romanını bitirebilmek amacıyla geliyor fakat hayat karşısına Nadja’yı çıkarıyor. Filmin hem biz seyirciler hem de Leon için epifani anında Nadja entelektüel bir sohbet sırasında Heinrich Heine‘nin The Asra şiirini okuyor. Leon’un yazdığı romanı beğenmeyip saçma bulan Nadja’nın edebiyat doktorası yaptığını öğreniyoruz bu yemek masasında. Üstelik yazın dondurma satmaktan çekinmeyecek kadar da alçakgönüllü Nadja. Gergin ve kibirli Leon bu sahneden sonra çözülüyor, bildiği dünya, hayat görüşü yıkılıyor; Nadja’ya karşı büyük bir yenilgiye uğruyor.
Fakat Nadja hem göründüğünün hem olduğunun aksine oldukça sempatik, anlayışlı ve hayattan keyif almayı bilen bir kadın. Dolayısıyla Leon neye uğradığını şaşırır, bütün ezberleri, bütün önyargıları paramparça olur; tatilinin devamında ne kitabına odaklanabilir ne de arkadaşlarının aktivitelerine uyum sağlayabilir. Film boyunca Leon’un karşısına çıkan zorluklar onun duygusal eğitimidir bir bakıma. Huzur arayışıyla geldiği sayfiyede benliğini, hayatta durduğu yeri, iç çelişkilerini, hayatının aşkını ve daha fazlasını bulur Leon. Tuncay
Afternoon
Pulbiber Mahallesi’nde Didem Madak diyor ya: “Beklemek üzerine felsefe kitabıydık / Her şeyi bekliyoruz diyorduk…” Schanelec sineması için hayattan bir şeyi beklemeyi beklememek üzerine bir felsefi zemini diyebiliriz. Yaz tatili temalı bu filmde aslında doğup büyüdüğün bir yere tatilin verdiği o hisle dönmek değil de yaşamın verdiği yılgınlıktan geçip yalnızca düz dümdüz olduğu kadar yaşama hissi ile bir eve dönüş filmi izliyoruz. Aslında hayat bir yığın sıradan anların birikmesinden ibaret, sıradan, sakin ve olduğu kadar’lık bir birikim…
Filmde Schanelec’in kamerasını usulca tutuşu, seyirci ve kurgu arasında şeffaf bir köprü kuruyor. Derin bir nefes alarak sanki içine giriyorsunuz ve bir Alman kasabasındaki göl kenarı evlerine dönen gençlere eşlik ediyorsunuz.
İnsan tatil için eve dönünce sakinler. Ama ya zaten çoktan beklemekten bile vazgeçilen bir yaşam tam bir sakinlik haline dönüştüyse?
Nachmittag filmi izleyicinin elini tutup sakin bir göl kenarına kadar getiriyor. Gerisi izleyen bakışın kendi zemininde oluşuyor. Sedef
Before Midnight
Richard Linklater’ın meşhur üçlemesinin son halkası Before Midnight. Before Sunrise, Before Sunset’de Jesse ve Celine’ın tanışma hikayelerine ve aradan geçen onca zamandan sonra da tekrar buluşmalarına tanık olmuştuk. Before Midnight’da ise Jesse ve Celine’in kızlarıyla beraber Yunanistan’a arkadaşlarıyla buluşmalarına gidiyoruz. Bir yemek masasında ilişkilerin enine boyuna konuşulduğu bir ortamdan ikilinin Yunanistan’da çıktıkları yürüyüş ve o yürüyüş esnasında kendi ilişkilerini masaya yatırmalarını konu alıyor.
Bu üçleme biçim bakımından sıradan dursa da yönetmen Linklater’ın kalemiyle sinema tarihinde kült noktaya gelmeye başarıyor. 1995, 2004 ve son olarak 2013 yılında gösterime giren üçlemenin her bir parçası aradan 9’ar yıl geçmesine rağmen ticari kaygılarla çekilmediği tam aksine samimi bir dille çekildiğini her fırsatta hissettiriyor. Kim bilir belki de büyüklüğü buradan geliyor. Hürrem
Bergman Island
Fransız yönetmen Mia Hansen Løve’ün 2021 yılında çıkardığı film, bir çiftin ünlü yönetmen Ingmar Bergman’ın çoğu filmini çektiği adaya ziyaretlerini ve onların Bergman’ın ayak izlerini takip etmesini konu alıyor. Bergman’ın filmlerini çektiği mekanlar bu iki çiftin gelgitlerini, kendileriyle yüzleşmelerinin sahnesi oluyor. Elindeki işleri çözüme ulaştırmaya çalışan ve yeni bir bakış açısı kazandırmaya hedefleyen bu gezi böylelikle bu iki insanın hayatında farklı bir pencere açıyor. Yazdıkları senaryo ile gerçek hayatları bu adada birbirine girmeye başlıyor. Bu olayı karakterler üzerinde bizzat görmektense daha çok kurgunun bir parçası olarak görürüz.
Başrollerinde Vicky Krieps, Tim Roth, Mia Wasikowska ve Anders Danielsen Lie gibi Avrupa Sineması’nın ve Hollywood’un tanınmış isimleri yer alıyor. Yönetmenin belli bir çizgiyi yakalamayı her zaman başardığı aşikar. İleriki zamanlarda da Avrupa’nın önemli yönetmenlerinden biri haline geleceği oldukça açık ve az da olsa hayran kitlesi var. Bergman Island yarı belgesel havasından ötürü Bergman severlerin de ayrı ilgi duyacağı türden bir film. Hürrem
The Collector
Éric Rohmer‘in Altı Ahlak Öyküsü’nün dördüncü filmi Koleksiyoncu Kadın, bir sanat tüccarı ve ressam arkadaşının Fransız Rivierası’nda bir villada geçirdikleri 3 haftalık tatile odaklanır. Rohmer’in bu serisine ismini veren ahlak, Türkçe’de ilk aklımıza gelen anlamını değil, (moral; ahlak gücü, ruh durumu) karakterlerin zihinlerinde yaşadıkları kararsızlığı ve ahlaki ikilemleri ifade eder.
Rohmer prologda ilk önce Haydee’yi tanıtır, sahilde yürüyüşünü izleriz, kamera yakınlaşır ve uzuvlarını inceler; genç bir kadın, bir arzu nesnesi, helenistik bir heykel. Daha sonrasında tatili birlikte geçireceği iki erkeği tanırız, Adrien ve Daniel.
İnsanlardan uzak ideal tatil arayışı ile arkadaşının yazlığına gelen Adrien, yabancı bir misafir olduğunu duyar duymaz bozulur, evi paylaştığı arkadaşı Daniel’den bilgi alır, bu yabancının çekici bir kız olduğunu öğrenir. Her gece başka bir genç erkekle eve geldiği için aynı evi paylaştığı iki erkek tarafından “ahlaksız” olarak yaftalanan (hatta düşünmeden önüne gelen herkesle yattığı için koleksiyoncu, erkek koleksiyoncusu diye tanımlarlar onu) Haydée her şeye rağmen varoluşundan vazgeçmez ve varlığıyla erkekleri deli etmeye devam eder. Adrien’in taktik olarak Haydée’ye arkadaşça yaklaşımı, Daniel’i onunla birlikte olması için kışkırtması gibi eylemler sonucu aşkın, arzuların, kadın-erkek ilişkilerinin karmaşası ortaya çıkar, buradan çıkış zordur. Rohmer sineması da bu noktada, bu karmaşada başlar.
Bütün bu üçlü romantik gerilimin ötesinde karakterler sayfiye hayatının tadını çıkarmaktan geri durmaz, sabah yüzmeye giderler, sahilde uzanırlar, dönüp uzun uzun kahvaltı yaparlar, kitap okurlar, akşam alkol eşliğinde sohbet ederler. Bütün filmlerinde olduğu gibi Rohmer olay akışıyla, büyük çatışmalarla ilgilenmez, karakterler büyük değişimler geçirmez. Karakterlerin hafif, entelektüel sohbetlerini izleriz. Yaz mevsimi bu hafifliğin tezahürüdür. Şarap içerler, kitaplardan ve aşktan, derine girmeden müzik ve resimden bahsederler. Karakterlerin yazı geçirdikleri Sait Tropez’de kaleyi andıran villa ise Rohmer’in en bilindik yaz mekânına dönüşür. Öyle ki artık “Rohmer yazı” gibi bir kavram ülkemizde dahi popüler kültürde kullanılır olmuştur. Éric Rohmer’in yalnız filmleri değil kendisi dahi zaman-mekâna dönüşür; ne büyük bir ayrıcalık.
Belki de yazdan umduğumuzla değil bulduğumuzla yetinmemizi, sıcak havaya, günlerin uzunluğunun getirdiği miskinliğe ayak uydurmamızı öğüt veriyor Rohmer. Tuncay
Hotel by the River
Hong Sang-soo’dan istisnai bir tatil filmi. Güney Koreli yönetmenin siyah beyaz çektiği Hotel by the River, yaşını almış ünlü bir şairin tek başına geldiği nehir kenarındaki bir otelde kendisini ziyarete gelen iki oğluyla geçirdiği vakitlere odaklanıyor. Sang-soo, bu hikâyenin yanına ayrılık acısıyla başa çıkmak için otelde kalan genç bir kadın ve onu ziyarete gelen arkadaşını da ekleyerek ilginç bir paralellik yaratıyor. Böylece buz tutmuş bir nehrin kenarına konuşlanmış otel kalp kırıklıklarını onarmanın ve geçmişle yüzleşmenin bir mekanına dönüşüyor. Otellerin kimliksiz ve hafızasız yerler oluşunun meditatif bir tarafı yok mudur zaten? Alışılmışın aksine iyileşmek için denizi ve güneşiyle bir yaz tatilini değil kardan beyaza bürünmüş bir mevsimi seçiyor Sang-soo’nun karakterleri. Film klasik bir anlatıdan müteşekkil değil, ancak Sang-soo’nun kendine has ani close-up’larıyla geniş planlar arasında gidip gelerek karakterlerinin duygu dünyasını en sade haliyle yansıtmayı başarıyor. Birbirine yabancı iki dünyanın kesişiminde kederli olmaya dair bir benzerlik bulunsa da keskin kontrastlar açığa çıkıyor. Bir tarafta şair Young-whan oğullarıyla didişmesini, diğer yanda otel odasında birbirine şefkatle sarılan Sang-hee ve arkadaşının iyileştirici dostluğunu izliyoruz. Hayata dair ne varsa, nehir kenarında bir otelin sağır edici tenhalığında duyumsanabilir hale geliyor birden. Burak
In Another Country
İç içe geçmiş hikaye iç’lemi gibi görünse de In Another Country aslında aynı hat izine sahip aynı derdi edinmiş bir Güney Kore filmi. Aslında bu filmde en önce ve doğal olarak Isabelle Huppert’in oyunculuğu izleyen bakışı etkiliyor. Bu etkinin altında her insanın temelde yalnızlık ve kendine yabancılık konusu olunca aynı renge bürünmesi ile alakalı oluşu da etkili midir, tartışılabilir bir nokta. Neticede bu yazıyı yazan için insanlığın ortak noktası belki de yalnızlık ve yabancılık olunca aynı renkte görünüyor olmaları.
Film, izleyene sırtını rahatla yasla tasasız halde izle beni der gibi bir havada açıyor kendisini. Bu hâl komedi türünün konfor olanı sayılır ya zaten genelde. Halbuki çok büyük, nitelikli ve önemli bir soruna işaret ediyor temelde: derin yalnızlık. Tatillerin belki de en keskin tarafı yalnız insana yalnızlığı çok net hissettirmesi olabilir.
Üç hikaye farklı kadını oynayan ama ironik şekilde aynı kadın olan sevgili Isabelle hanımın oyunculuğu kendi hayatları bir hapishaneye dönüşen ve yabancı bir ülkede ortak bir deneyim aracılığıyla sevgiyi ve kurtuluşu bulan insanlara eğlenceli ve büyüleyici bir bakış sunuyor. Üstelik bu film yönetmen Hong Sang-soo’nun en ilginç ve eğlenceli filmlerinden de biri. İzlenilesi. Sedef
Swimming Pool
L’avenir veya Things to Come, sayfiye temasına uyumu dışında hikâyenin içerisinde barındırdığı muazzam çeşitlilikle değeri daha da artan bir film. 2016 yılında Mia Hansen-Løve’e Berlin Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü getiren film, felsefe öğretmeni Nathalie Chazeaux’nın hikayesi.
Kendimizi bu yazlık eve atmadan Nathalie’nin başından geçen kötü şeyleri görmemiz gerekiyor. Kocasının aldattığı, annesinin öldüğü ve üstüne son kitabının modern yayınevince basılmama kararı alınmasıyla hayatı bir krize giren Nathalie, eski öğrencisi Fabien’in davetiyle hayatından kaçmak için kırsaldaki evine doğru yolculuğa çıkar. Hansen-Løve’ün burada yarattığı eski komünist, yeni küçük burjuva Nathalie karakteri, yaşadığı çelişkileri, anti komünist kocasıyla arasında tükenmiş aşkın son zerreleri ve insanı hayata ve ev kavramına dair son aidiyeti son ebeveynini kaybetmesiyle yaşadığı çöküşün ve tüm bunların karakterin gelişimiyle, hikâyeyi derinleştirerek karakteri yeni bir hayata doğru ve yeni bir anlayışa doğru yöneltmesiyle son buluyor. Burada Fabien’in evi bir mekân olarak yazın gidildiğinde hayata dönüşün mecburiyeti haline gelirken, kışın bütün hengamenin ortasında bir sığınağa dönüşmesi ise hikâyenin içindeki bu mekânın belirleyen olarak, ne kadar önemli olduğunu ve bakış açımızı ve aynı zamanda hikâyenin bütün yönünü nasıl belirlediğinin de açık bir göstergesi. L’avenir kırsal ve şehrin, gençliğin ve yaşlılığın, eylemin ve pasifizmin, felsefe ve pratiğin kontrastıyla büyüyen bir hikâye… Anıl
1 Sayfiye, Hafiflik Hayali. Tanıl Bora. 2014. İletişim
2 https://cinema-scope.com/cinema-scope-magazine/sentimental-education-christian-petzold-on-afire/