Ana Sayfa Dosyalar En'ler Sinemada En İyi 10 Shakespeare Uyarlaması

Sinemada En İyi 10 Shakespeare Uyarlaması

Sinemada En İyi 10 Shakespeare Uyarlaması
0
William Shakespeare dünyanın en büyük oyun yazarlarından bir tanesi belki de en büyüğü. Shakespeare sayısız oyunu hala bugünkü geçerliliğini koruyor. Halen çoğu şehir tiyatrosunda gösteriliyor. Macbeth, Hamlet, Romeo ve Juliet, Kral Lear ve IV. Henry en tanınmış oyunları olarak öne çıkıyor. Sinema 1800’lü yılların sonunda kendini gösterdiğinden beri her yıl onlarca film çıkmaya başladı. O zamanlardan bu zamanlara gelininceye kadar daha çok film çekildi. Şimdi bir yılda sadece Türkiye’de 80-90 civarı film çekiliyor. Hal böyle olunca dünyada çekilen filmleri varın siz hesap edin. Bu yüzden konu bulmakta zorlanılıyor ve birbirini takip eden filmler çekiliyor. İster istemez sürekli Macbeth, Hamlet vs uyarlaması da görüyoruz. Biz de bu kadar Shakespeare uyarlaması arasından en nitelikli bulduğumuz 15 filmi seçip kaleme almıştık. Bu yazı ise seçtiğimiz 15 film arasından seçilen 10 film hakkında. 

Liste en kötüden en iyiye doğruya gitmiyor. Herhangi bir sıralama mantığı güdülmedi. Bunu dikkat ederek listeyi değerlendirirseniz seviniriz.

Falstaff (1965)

Shakespeare uyarlamaları konusunda en önemli isimlerden olan Welles’in, kendi filmleri içinde de favorilerinden olan Falstaff (Chimes at Midnight, 1965)’ın temel konusu, yönetmenin de belirttiği üzere: “Arkadaşlığın ihaneti”dir. Film, 5 farklı Shakespeare oyununun sentezidir. İçeriğinin büyük kısmı, Henry IV, Part I ve Henry IV, Part II’ya dayanan film; aynı zamanda Richard II ve Henry V’dan da metinler içermekte. Temelde de bu dört oyun, Shakespeare’in Henriad adlı dörtlemesini oluşturur. Filmde geçen metinlerin uyarlandığı bir diğer Shakespeare eseri ise The Merry Wives of Windsor’dur.Ralph Richardson’ın dış ses olarak yer aldığı filmde, Richardson’ın okuduğu metinler, tarihçi Raphael Holinshed’ın çalışmalarından alınmıştır.

Kral II. Richard’ı tahttan indirerek krallığı ele geçiren IV. Henry (John Gielgud), hükümranlığında zor günler yaşamaktadır. Ülke sınırlarında devam eden sorunlar ve kraliyete yakın ailelerle girdiği devamlı çatışmalar, kralı içinden çıkılması zor dönemlere sokar. Aynı zamanda yaşlanan Kral IV. Henry, oğlu Hal (Keith Baxter)’in; ziyadesiyle şişman ve çökmüş olan, palavracı Sir John Falstaff (Orson Welles)’ın himayesi altında yaşadığı, kaba ve sorumsuz hayatı onaylanmadan izliyordur. Genç prens, karşısındaki baba figürleri arasında seçim yapmak zorunda kalacağı, uzak olmayan bir gelecekten kaçar…

Falstaff(Chimes at Midnight, 1965), kaynak metne sadık denebilecek bir Shakespeare uyarlaması olmasının yanında, bir Orson Welles filmi. Çoğu listede en iyi Shakespeare uyarlamaları arasında gösterilen bu büyük başyapıt, meraklılarını hayal kırıklığına uğratmayacak cinsten bir sinema deneyimi sunuyor.

My Own Private Idaho (1991)

Gus Van Sant, antidepresan yapaylığındaki klasik Hollywood yapımı Good Will Hunting ile ruhunu şeytana satmadan önce; filmlerinde sokak serserilerini, eşcinselleri, uyuşturucu bağımlılarını, kısaca toplumun beyaz perdeye layığıyla yansıtılmayan kesimini anlatıyordu. 80’lerin sonunda Mala Noche ve Drugstore Cowboy gibi iki marjinal güzellik ile sektöre giriş yapmış, günümüzde Harmony Korine (ya da daha yakın geçmişten Sean Baker) ile özdeşleşen Amerikan bağımsız sinemasının aykırı prensi rolünü başarıyla üstlenmekteydi. Shakespeare’in Henry IV oyununu sinemaya uyarlamayı kafasına koymuştu, fakat aynı zamanda da iki İspanyol gencin Vegas’tan başlayan köken arayışını ve jigololuk yapan bir sokak serserisinin başından geçenleri anlatmak istediği iki farklı senaryo üzerinde çalışıyordu. Döneminin yeni James Dean adayı River Phoenix ise Stephen King uyarlaması nostaljik Stand By Me (1986) ile büyük patlamasını yapmış, ardından Sidney Lumet’in 1989 yapımı Running on Empty filmiyle Oscar adaylığı bile almıştı. Johnny Depp’in işlettiği The Viper Room isimli gece kulübünde, kardeşleri Joaquin ve Rain Phoenix ile Red Hot Chili Peppers’tan Flea’nın kollarında aşırı dozdan ölmesine henüz iki yıl vardı. Yani River 21 yaşındaydı ve en yakın arkadaşı, I Love You To Death (1990) filminde de beraber rol aldıkları Keanu Reeves idi. Sonunda Van Sant üzerinde çalıştığı üç senaryoyu My Own Private Idaho başlığı altında birleştirerek, 4. Henry’nin oğlu Prens Hal’ın modern karakterizasyonu Scott ve sokak serserisi fahişe Mike rollerini Reeves ve Phoenix’e teslim etmeye karar verecekti.

‘’Babasından kaynaklanan zenginliğin ve gücün baskısıyla yüzleşmek konusunda kendini henüz hazır hissetmeyen Scott, üstüne konacağı mirası beklerken Portland sokaklarında serseri takımıyla sürtmektedir. Çocukken annesi tarafından terk edilen ve bu olayın travmasını yaşamaya devam eden narkolepsi hastası Mike ise aynı sokaklarda vücudunu satarak hayatta kalmaya çalışmaktadır. Bu iki yakın dostun kendilerini arayış süreci ilişkilerini de şekillendirecektir.’’

My Own Private IdahoRiver Phoenix mükemmelliğini yad etmek ya  da Keanu Reeves’in melankolik bakışlarının ardındaki sebeplerden yalnızca birini anlayabilmek için kesinlikle doğru seçim. Yönetmenin ilk dönem filmlerindeki zarafete tanık olabilmek de cabası. Sonuç olarak Gus Van Sant’in, turistleri yerlilere gülmemeleri konusunda uyarabilecek ya da filminin sonunda seyircilerine iyi günler dileyecek incelikte bir insan olduğunu unutmamak gerek.

Throne of Blood (1957)

Shakespeare’in Macbeth oyunundan mülhem Orta Çağ İskoçyası’ndan Orta Çağ Japonyası’na uyarlanacak olan Kumonosu-Jo (Kanlı Taht) filminin hazırlıklarına Akira Kurosawa, senaryo ekibinde de yer alan yazar arkadaşları ile 1955 yılında başladı. Japon entelektüeller; Kurosawa’nın Kumonosu-Jo filmiyle ‘Batılılaştığı’ yönünde (eleştiriler salt bu filme yönelik değil Rashamon ve Seven Samurai filmlerini de kapsıyor) sert bir şekilde eleştirse de Kurosawa Geleneksel Japon tiyatrosu Noh’dan biçimsel/form ve görsel olarak yararlanmıştır.

Kurosawa, Macbeth dramının Japon sinemasına kazandırmakla, Shakespearyen dili (Shakespeare’in dramlarındaki üslûp ve anlatımı) filmlerinde kullandığı  üslûp ve anlatım ile değiştiriyor. Daha önce bilgi olarak sunduğum filmin akışı ve mitosu (olay örgüsü), siyasi ve toplumsal ayaklanmalarla beraber sivil ve asker arasında çatışmaların sürdüğü bu dönem, Japon tarihinde Sengoku (1467-1613/15) olarak adlandırılıyor. Kurosawa, Shakespeare’in Macbeth’inde betimlediği ve aslen tiyatro sahnesi için dramatize ettiği 11. yüzyıl İskoçya’sını yansıtsa dahi farklı coğrafyaların ve toplumlarında yaşadığı ve yaşayacağı bu aşkın metinsel kurgunun, insana ve topluma ayna tutan bu mitos’un, bizatihi varoluşta bir yeri olduğunu düşünüyordu. Kurosawa’nın, Macbeth metninde gördüğü; Orta Çağ Japonyası ve Orta Çağ İskoçyası’nın ötesinde klasik ve modern tarih içerisinde yaşanan ya da yaşanmakta olanın, topluma ve insana ait tikel (zahiri) olarak değil tümel (külli-batini) vakaları işlemesidir.

Kurosawa bir röportajında, “Bu filmde, Shakespeare’in Macbeth’ini uyarladım, çünkü Japonya’daki iç savaşlar sırasında, Macbeth’te tasvir edilenler gibi birçok olay yaşandı.  Japonya’da ve biz buna benzer vakalara Gekokujō diyoruz.”(Gekokujō: Kişinin efendisini veya hiyerarşik olarak üst kademesinde bulunan kişiyi, şiddetle indirme eylemidir ve Japon toplumu bu vakayı Sengoku dönemi olarak adlandırır).

Throne of Blood  (Kumonosu-Jo) filminde 1950’lerin başlarında Japonya toplumunda hissedilen toplu suçluluk duygusundan, kapitalizmin toplumsal sorumluluk bilincini zihinlerden uzaklaştırıp bireysel sorumluluğu odak noktası yapmasının izleri görülebilir.

III. Richard (1995)
34. İstanbul Film Festivali’nde beyazperdede izleme şansı bulduğum 1995 yapımı film, Ian McKellen’ın aynı dönemde oynadığı tiyatro oyununun bir uyarlaması. Orijinal Shakespeare metnini asıl McKellen senaryoya dökse de son şekli aynı zamanda filmin yönetmeni olan Richard Loncraine ile birlikte veriliyor. McKellen’a, İngiliz sinemasının ağır toplarından Maggie Smith, Jim Broadbent, Kristin Scott Thomas gibi isimlerin yanı sıra Amerika semalarından Annette Bening ve kariyerinin başlarındaki Robert Downey Jr.eşlik ediyor.

Orijinal metin tarihe de uygun olarak 15. yüzyılda geçse de, filmde kullanılan mikrofon gibi teknolojik aletler, gelişmiş silahlar, arabalar bununla ters düşüyor. Bu elbette ki bilinçli bir tercih. Olay örgüsündeki bazı eylemlerin – zindana atılma gibi- 20. yy İngiltere’sinde yeri olmasa da yönetmen hikayeyi İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa’sına taşımış. Bu bakımdan son zamanlarda çokça övülen ve şu sıralar vizyonda olan 2018 yapımı Transit’e benzetmek pekâlâ mümkün. Onda da 1940’larda geçen hikaye günümüz dünyasından ögeler kullanılarak 21. yy’a taşınmış; bu da anlattığı mesele bir zamansızlık katmanı eklemişti ki aynı katman 3. Richard’da da var. Aynı zamanda McKellen tüm Shakespeare oyunlarını günümüz kıyafetlerine yakın kıyafetlerle oynamayı tercih ediyormuş, bunu Shakespeare’in “eski moda” olmadığını göstermek amacıyla yaptığını söylüyor. Filmde kullanılan amblemler ve renkler (kırmızı-siyah-beyaz) de Nazileri doğrudan hedef alıyor. Bunlara dayanarak yönetmen ve Ian McKellen’ın kötülüğün ve faşizm kurallarının her çağda kendini tekrarladığı mesajını vermeyi amaçladığı çıkarımı yapılabilir.

Shakespeare’in önemli metnine, Locraine’in Berlin Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü getiren yönetimi, güçlü sinematografi ve başta McKellen ve Maggie Smith olmak üzere tüm kadronun harika oyunculuğu da eklenince ortaya sinemasal açıdan çok doyurucu bir eser çıkıyor. Bana Dr. Strangelove’ın finalini andıran ikonik final sahnesi de cabası. Shakespeare’in en karmaşık ve zor oyunlarından biri seyirci dostu bir hâle getirmeye çalışılmış ve 20. yy seti ile 16. yy metni başarıyla harmanlanmış.

The Tragedy of Macbeth (1971)
William Shakespeare, tiyatro salonlarında en çok sahnelenen oyunların sahibi olsa da metinlerini hakkını vererek sahneye koymak, oynamak bütün sanatçılar için büyük bir testtir. Aynı zorluk sinema sanatında katlanarak etkisini gösterir. Tiyatro salonunda abes durmayacak bir sahne beyaz perdede eğreti durabilir. Yönetmenin ilk misyonu mizanseni gerçekçi kılmak, tiyatralliğini biraz olsun törpülemektir. Fazla lirik sahneler, uzayan tiratlar seyirciye izlediğinin sinema filmi olduğunu unutturabilir. Bir bakıma sinema yönetmeninin işi tiyatro yönetmeninden daha zor görülebilir. Shakespeare uyarlamaları söz konusu olduğunda sinemada henüz bir başyapıt izleyememiş olmamız bu zorlukların tezahürüdür.

Fair is foul, foul is fair

Shakespeare’in alametifarikası olarak sayabileceğimiz iyi ve kötünün birbirine karıştığı bir evrende, insan olmanın trajedisini, bu iki kutup arasında gidip gelmenin mecburiyetini yaşayan karakterlerin iç savaşıdır ana tem. İnsanoğlunu ve dolayısıyla yaşamı karmaşıklaştıran yegane itki. Filmin henüz başında cadıların ağzından aynı anda çıkan bu tek cümlelik özet, Shakespeare’in Doğu felsefesi ile ilişkisini, birbiri içinde dönen, dönüşen, değişen aydınlık ve karanlık tarafları yani Yin ile Yang’ı anımsatır.

The Lion King (1994)
 
Sinemada henüz ‘büyüklere animasyon’ deyişinin ortaya çıkmadığı dönemde, The Little Mermaid (1989), Beauty and the Beast (1991) ve Aladdin (1992) ile Disney adım adım kendi zirvesini oluşturmuştur. Disney’in çocuklar için hazırladığı Aslan Kral belki de stüdyodan çıkan en iyi filmdir. Bir neslin sinemada ilk seyrettikleri film olması sebebiyle kendileri için özel saydıkları bu animasyon, İngiliz drama yazarı William Shakespeare‘in en ünlü metni olan Hamlet uyarlamasıdır. Aslanların egemen olduğu doğada iyilik, kötülük, cesaret, güç, zeka, gurur gibi kavramların sorgulaması yapılır. Aynı zamanda 10 kez Oscar adayı olan Alman bestekar Hans Zimmer‘in bu ödülü kazanabildiği tek filmdir. IMDb sitesinde müzikal janrında yer almasa da film, bir müzikal olarak nitelendirilebilir.

Elton John‘a en iyi orijinal şarkı dalında Oscar kazandıran Circle of Life ile açılan film, bütün hayvanların kralın huzurunda toplandığı güzel bir giriş yapıyor. Bu alemin kralı olan aslan Mufasa, oğlu Simba’ya krallığın sınırlarını ve doğanın dengesini bozmaması gerektiğini anlatır. Geleceğin kralı Simba bütün çocuklar gibi hemen büyüme hevesinde olan, kral olmak için sabırsızlanan bir yavru aslandır. Amcası Scar, animasyonun saf kötü karakteri olarak bir plan hazırlar ve Mufasa’nın ölümüne sebep olur. Fakat Simba gerçeği bilmediğinden babasının ölümünden kendisini sorumlu tutar ve krallığın veliahtı olduğu hâlde yaşadığı vicdan azabından dolayı bölgeyi terk edip uzaklara gider. Sonuç olarak yeni kral Scar olur ve kötülüğün, kıtlığın kol gezdiği bir krallık hayvanların kaderi olur. 

Zamanında sinema salonlarını kasıp kavuran, izlenme rekorları kıran Aslan Kral çocukluk heyecanından uzakta, gençlik veya yetişkinlik döneminde izlendiğinde hatırada bıraktığı eski tada yaklaşamayabilir. Bunun sebeplerinden biri de elbette ilk filmi Toy Story (1995) ile animasyon dünyasına çok iyi bir giriş yapan ve daha sonrasında Walt Disney Şirketi tarafından satın alınan Pixar’ın büyükler tarafından da sevilen Up (2009), Inside Out (2015) ve geçen sene Coco gibi filmler ile animasyon filmleri kalitesini çok yukarılara çıkarmasıdır.

Hamlet (1948)

Yaşadığı çağdan günümüze değin her vakit diliminde ve dünyanın her yerinde yazdığı oyunlar büyük bir ilgiyle benimsenen Shakespeare’i ve oyunlarını sonsuz bir parıltıyla ölümsüz kabul etmek hiç kuşkusuz abesle iştigal olmayacaktır. Yazdığı karakterlerle insana dair en karmaşık duygu ve olguları zihinlere olanca açıklığıyla serpiştirmesi onu dünyanın en büyük oyun yazarlarından biri yaptı. Neredeyse tüm ülkelerde defalarca sahnelenen oyunları, -kaçınılmaz bir şekilde- sinemanın ortaya çıktığı ilk yıllardan bu yana hatırı sayılır şekilde uyarlamaya konu olmuştur. Oyunları arasından en çok sahnelenen ve tartışılan Hamlet ise ülkemiz de dahil olmak üzere birçok yerde sayısız yönetmen tarafından yeniden yorumlandı.

Shakespeare’in diğer oyunlarına nazaran çok daha karmaşık ve uzun olan Hamlet, tek bir karakterin düşüncelerine yoğun bir şekilde eğilmesiyle de yazarın oyunları arasında farklı bir noktada konumlandırılır. Her ne kadar tragedyada babası öldürülen Danimarka prensi Hamlet’in babasından sonra tahta geçen ve annesi ile evlenip “cinayeti haram bir taçla taçlandıran” amcası Claudius’tan aldığı intikam işlense de, insanın doğası ve kötülüğüne dair bir çok alt metin de kendine yer bulur.

Laurence Olivier’ın Hamlet’inin diğer uyarlamalardan başarılı bir şekilde ayrılmasının başat nedeni; oldukça kesintiye uğramasına ve teknik yetersizliklere rağmen filmin, belli bir bakış açısıyla oyunun sanatsal bütünlüğünü kaybetmeden, tiyatronun nizamı ile sinemanın gerçekliği arasında ustalıklı bir uyum ve denge içinde aktarılmasıdır. Yüzyıllardır sahnelenen bu trajediyi seyirciye tüm çıplaklığıyla ikna etmesi filmi bundan sonra da Hamlet’in en dikkat çekici uyarlaması olarak zihinlere kazıyacaktır.

Ran (1985)

Kral Lear’ın teması bir hanedanlığın yozlaşıp çökmesi üzerinedir. Klasik bir temadır. Çoğu sanatsal eserde bu karşımıza çıkar. Krallık paylaşılır, tartışmalar çıkar ve krallık en sonda farklı bir yönetimle devam eder. Oyunda Kral Lear artık inzivaya çekilme vaktinin geldiğine inanır. Kızları Goneril, Cordelia ve Regan arasında krallığını paylaştıracaktır. Bu paylaşmanın adaletini kızlarının ona karşı kuracağı sevgi sözcükleriyle sağlamaya çalışır. En büyük kızı Goneril ile başlar süslü laflar. Ortanca kızı Cordelia’dan umduğunu bulamaz. Cordelia sadece kendi kendine sorar ve cevaplar: “ Ya sen Cordelia, ne söyleyeceksin? Sev ve sus!”. Babası Kral Lear bu duruma çok öfkelenir. Sıra küçük kızı Regan’a geldiğinde ise o da ablası Goneril gibi süslü laflarla babasını tavlamayı başarır. Bütün fatura ortanca kız Cordelia’ya kesilir ve krallık iki kız arasında bölünür. Lear’ın düşüncesinde ise bir ay bir kızında diğer ay diğer kızında olmak üzere sürekli gezecektir. Bir nevi emekliliği yaşayacaktır. Ta ki bütün kurduğu plan ilk ziyaretini gerçekleştirdikten sonra yıkılır. Bir anda istenmeyen kişi olarak ilan edilir.

Akira Kurosawa’nın Ran’ı ise yukarda (ilk paragraf) bahsettiğim gibi Morikawa efsanesi üzerine kurulur. Serbest uyarlama ilk kendini burada belli eder. Kral Lear’ın yerini Lord Hidetora Ichimonji almıştır. 3 kız çocuğu yerini ise 3 erkek çocuğa bırakmıştır. Oyunda karşımıza çıkan sevgi sözcükleriyle krallık paylaşımı burada yoktur. Burada ortanca çocuk babasının aldığı bu kararı yerinde bulmaz. İtiraz eder ve babasının hışmıyla karşılaşır ve sürgüne yollanır. Büyük oğluna 1. Kaleyi küçük oğluna ise 2. Kaleyi veren Lord Hidetora, Kral Lear gibi bir oradan bir oraya gezmeye başlar. Oyunda yanındaki askerlerden rahatsız olan çocukları burada hem askerlerden hem de imparatorluğu paylaştırmasına rağmen hala babasında kalan sıfatlardan rahatsız olacaklardır.

Ran Japonca’da kaos anlamına gelir. Filmde de bir kaos hakimdir fakat kaos Kurosawa’nın kontrolü altındadır. Ran; kin, öfke ve nefretle beslenen insanın neler yapabileceğini gösterir. Belki genel hatlarıyla düşünüldüğünde savaş türünde bir film olarak görülebilir ama bir imparatorluğun yıkılmasının aslında ne kadar bireysel olduğunun kanıtıdır.  

King Lear (1971)

Peter Brook’un Kral Lear’ı, Shakespeare’i tarihsel olduğu kadar anlaşılmasını da zorlaştıran soyut ve yoğun kavramsal üslubunu, sinemanın imkanları içerisine somut ve yüzeysel bir üsluba sığdırma iştiyakıydı.

Peter Brook‘un filmindeki bazı sinematik farklılıkları şöyle özetleyebiliriz; tiyatro için kullandığı parçalı anlatımı Kral Lear filminde sinema sanatının sunduğu teknik imkanlar çerçevesinde sinemasal bir üsluba dönüştürerek anlatmaya çalışmış bunun yanı sıra filminde Goneril (Irene Worth) ve Regan (Susan Engel) karakterlerini yeniden yorumlamış aynı zamanda Shakespeare’in oyun metninde zaten var olan tarihsel öneme dair olayları ve kültürel söylemlerin anlatımı için yaşadığı dönemin postmodern sanat teorilerini ve bu teorilerin etrafında konuşulan konuları işlemiş ve bunu film için bir söylem biçiminde ele almıştır.

Kral Lear‘ın Brook tarafından filme uyarlandığı 1971 tarihinde sosyal ve siyasi olarak neler yaşandığı ile ilgili inceleme yaptığımızda, bu vakaların dolaylı değil doğrudan filmi şekillendirdiğini görüyoruz. Peki o tarihlerde ne olmuştu: Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin arası bozulmaya başlamış ve bu bozulmanın çerçevesinde Sovyetler Birliği ile Küba arasında ilişkiler geliştirilmiş ve bu gelişmenin sonucu olarak iki devlet arasında ticaret antlaşmaları imzalanmış, Sovyetler Birliği Küba’ya silah göndermeye başlamış, Sovyetler Birliği nükleer silah denemeleri yapmıştır. Amerika’daki yüksek teknolojik gelişmeler yaşanmıştır. Misal verecek olursak: ABD Başkanı Kennedy, 1969 yılında Ay’a insan gönderileceği sözü vermiştir.

Kral Lear oyunu, insanlara dair fazlalık  ya da aşırılık olan şeyin, sürekli vücudun sınırlarını aşan dilin kendisinden daha az bir şey olmadığını telkin eder. Edgar “Bu en kötüsü, diyemedikçe en kötüsü değildir” der.

Hamlet liikemaailmassa (1987)

Sinemada uyarlamalar her zaman tartışma konusu olmuştur. Sinemanın ilk dönemlerinden itibaren birçok edebi eser beyazperdeye uyarlanmış, bu eserlerden kimi çok önemli başyapıtlar arasında yerini alırken; kimi de niteliksiz eserler olarak zayıf bulunmuştur. Uyarlamalar, henüz çok genç olan sinema sanatının önemini ispatlamasında da büyük katkılar sağlamıştır. Edebiyat ile sinema arasında, her ikisinin de anlatı sanatı olması hasebiyle bir paralellik olsa da; iki sanat dalının anlatı araçları arasında büyük farklar mevcuttur. Sinema, görsel ve işitsel birçok öğeyi bir arada barındıran; edebiyat ise anlatısını sözcükler üzerinden kuran bir sanat dalıdır. Bundan dolayı herhangi bir uyarlamayı, konuyu ele alış yöntemi ve metodu ile değerlendirmek çok daha sağlıklı olacaktır.

Babasının ölümünden sonra Hamlet, amcası tarafından yönetilen şirketin paylarının %51’ine sahip olur. Amcası plastik ördek pazarına girmek ister ama Hamlet buna karşı çıkar. Ayrıca Hamlet’in, babasının ölümüyle ilgili de ciddi şüpheleri vardır.

Teknik olarak Kaurismäki’nin minimalist dokusunu hissettiğimiz filmde, kısıtlı mekanlarda geçen sade bir işçilik mevcut. Ara ara ani odak değişimleri ile sahnenin etkisini güçlendiren yönetmen, Bresson’a akraba olan oyunculuk yönetimi ile, mekanik bir biçimde rol yapan karakterler sunar. Siyah beyaz dokuda şık açılar yakalayan Kaurismäki, filmin kara mizah tonuyla da görselliği mükemmel şekilde sentez eder.

Hamlet Liikemaailmassa, Aki Kaurismäki’nin en ayrıksı ve nevi şahsına münhasır filmlerinden. Eğer farklı bir Shakespeare uyarlaması izlemek isterseniz, bu başyapıtı izleme listenize eklemenizi tavsiye ederiz.

Bir Cevap Yazın