birdunyafilm.co ekibi olarak bir araya geldik ve oyuncunun performanslarını sıraladık. İyi okumalar.
8. We Own the Night (2007)
Yönetmen koltuğunda Joaquin Phoenix sever bir yönetmenin oturduğu film aile ilişkilerini merkeze alan bir suç draması olarak karşımıza çıkıyor. Abisi ve babası polis teşkilatının başında olan Bobby kendisini ister istemez uyuşturucu ticaretinin ortasında bulur. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan We Own the Night’da Joaquin Phoenix’e Mark Wahlberg ve Eva Mendes gibi popüler oyuncular eşlik ediyor.
Filmde iki farklı Bobby Green izliyoruz. Bir yanda işinden ötürü bir gece kulübü sahibini manevi babası yerine koyan Bobby Green, diğer yanda ailesinde polis genleri olan Bobby Green. İkisi arasında dengeyi tutturmaya çalışan karakteri Joaquin Phoenix canlandırıyor. Yer yer aileden dışlanmış bir oğul, yer yer bir gece kulübü işletmecisi olan Phoenix iki durum arasındaki farkı oyunculuğu ile seyirciye geçirmesini biliyor. Filmin ilerleyen yerlerinde umursamaz, hovarda havasını, temkinli cesur ve ailesini seven birine dönüştürdüğünde izleyiciyi hızlıca ikna edebiliyor. Filmografisinde Her, The Master gibi filmlerdeki performanslarından çok geride bir performans sergileyen oyuncunun bu performansı yine de hafife alınacak bir performans değil. Hürrem
7. I’m Still Here (2010)
Joaquin Phoenix, 2008’de katıldığı bir bağış etkinliği sırasında oyunculuğu bıraktığını ve kariyerine rap müzik yaparak devam etmeyi planladığını açıklamıştı. Basın mensuplarını ve oyuncunun hayranlarını şok eden bu kararın arka planında, Phoenix’in kayınbiraderi Casey Affleck’in ilk yönetmenlik deneyimi I’m Still Here vardı. Görünürde JP’nin emeklilik kararı sonrası hayatını başka bir doğrultuda yeniden kurma çabasını anlatan film, aslında reality şovlardan ilham alarak medyanın şöhret kavramına bakış açısını keşfetmeyi amaçlayan bir kurmaca belgesel niteliği taşıyor. Phoenix’in yaklaşık iki yıl boyunca sinemadan uzak kalmasına neden olan yapım, kurgu ile gerçeğin arasındaki sınırı ortadan kaldırırken metod oyunculuğuna yeni ve daha radikal bir tanım getiriyor. Aktörün kariyeri açısından milat olarak değerlendirilebilecek I’m Still Here, Joaquin Phoenix’in gerçek hayattaki kişiliğini parodileştirip kurgusal bir karaktere dönüşmeyi göze alarak jenerasyonunun en iyisi olduğunu kanıtladığı benzersiz bir deney. Filmin de önemli bir parçası olan dillere destan David Letterman röportajının tamamını ise buradan izlemek mümkün. Ziya
6. Inheren Vice (2014)
Postmodern edebiyatın Amerika’daki temsilcisi Thomas Pynchon‘ın aynı isimli romanından uyarlanan filmde hippi bir özel dedektifi canlandıran Joaquin Phoenix, kariyerinin akılda kalıcı performanslarından birini sergiler. Paul Thomas Anderson‘ın yönettiği film, yönetmenin filmografisinde ayrıksı bir parça olarak durur. Protagonist olan Doc karakterinin sürekli kafası ‘yüksek’ gezdiği film, kurgu ve olayları anlama açısından da karakterinin kafasını takip eder. Karakterleri takip etmek, olaylar arasından neden-sonuç ilişkisi kurmak zorlaşır. Phoenix’in çoğunlukla nihilist, bazen şaşkın, bazen duygusal hâlleri ise filmi ayakta tutan ve akışını güçlendiren en büyük etmendir. 70’lerin Los Angeles’ında, eski sevgilisinin de karıştığı gizemli olayları çözmeye çalışan karakterimizle birlikte karmaşık olaylar ve kişiler zincirini takip etmeye çalışırız. Uyarlanması zor denen Pynchon’ı başarılı bir şekilde senaryolaştıran ve perdeye aktaran yönetmen Anderson’ı, yeterince hakkı verilmemiş bu filminden ötürü tebrik etmek gerekiyor. Tuncay
5. Gladiator (2000)
Joaquin Phoenix’in kariyerinin dönüm noktası. Kariyerini düşününce vasat bir performans sergilese de sinema seyircisinin bir şekilde aklında kalmayı başardı. Bunu belki öne çıkan yüz hatlarıyla, belki donuk ve toy yüz ifadesiyle yaptı. Fakat oyunculuğu ile yaptığını söylemek güç. Yine de 2001’deki Oscar yarışında “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” kategorisinde aday gösterilerek onurlandırılıyor.
Romalı Commodus’u canlandıran Phoenix, kibirli, merhametsiz ve bu iki özelliğine zıt olabilecek ürkek yanıyla karakterini kısmen layıkıyla canlandırdığını düşünüyorum. Yetersiz bulunan ve dışlanmış bir evlat figüründen kurnaz bir imparatora evrilişine tanıklık ediyorsunuz. Özellikle arenadaki Russell Crowe ile karşılıklı oynadığı iki sahnede filmdeki oyunculuğunun en yüksek noktasına ulaşıyor. Senaryo gereği Crowe’un gölgesinde kalan Phoenix bir şekilde kendini göstermesini bilip bu filmden sonra yükselişe geçse de filmografisine baktığınız zaman iyi performanslarının en altında yer alabilecek bir performans. Hürrem
4. Walk the Line (2005)
5 dalda Oscar adaylığı alan, En İyi Kadın Oyuncu performansıyla Reese Witherspoon’a Oscar kazandıran James Mangold imzalı Wak the Line, country müziğinin efsanevi ismi Johnny Cash’in hayatını beyaz perdeye taşıyor. Cash’in hayatını kronolojik olarak, klasik anlatı yapısıyla ele alan film Cash’in kendisi gibi şarkıcı olan June Carter ile olan duygusal ilişkisi ile film farklı bir türe evriliyor. Başarılı oyuncu Joaquin Phoenix’in Johnny Cash’e hayat verdiği yapım her şeyden önce müzikleriyle ön plana çıkıyor. Hem Phoenix’in hem de Witherspoon’un kendi sesiyle seslendirdiği şarkıların filmden daha uzun ömürlü olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
Tür olarak birbirinden farklı yapımlarda yönetmen koltuğunda gördüğümüz James Mangold, Walk the Line’da oyuncu yönetimiyle ve tercih ettiği kamera hareketleriyle filmin niteliğini arttırıyor. Tüm bu olumlu tarafların yanında klasik anlatım dilini tercih etmesi filmin ömürlü olmasına yol açıyor. Hollywood hikâyelerinden çok sık gördüğümüz, çocukluk travmaları ardından evden ayrılış ve hayallerin peşinden gitmek, son olarak başarıya doğru çıkılan yol Walk the Line’ın da tercih ettiği anlatım dili oluyor. Senaryo yazımında “Kahramanın Yolculuğu” olarak adlandırılan bu senaryo tipi ne yazık ki üstüne oyunculuk ve müziklerin eklemesi dışında yeni bir şey vadetmiyor. Defalarca izlediğimiz Amerikan Rüyası’na bir yenisini ekliyor.
Joaquin Phoenix’in gerek gitarı tutuşuyla, gerek ses tonuyla adeta Johnny Cash’in kendisine dönüştüğü, Reese Witherspoon’un kariyerinde büyük bir ivme yakaladığı Walk the Line, iki oyuncunun üstün performansıyla öne çıkıyor. Oğuzhan Durmuş
3. You Were Never Really Here (2017)
Lynne Ramsay, bir röportajında filmi için aklında tek bir isim olduğunu, bu yüzden filmin çekim tarihlerini ona göre uydurduğunu söylemiş: Bu isim elbette Joaquin Phoenix’ten başkası değildi. Ramsey’in ısrarının ne denli isabetli olduğu Phoenix’in 2017 Cannes Film Festivali’nde You Were Never Really Here filmindeki performansı ile “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü kazanmasıyla tescillenmiş oldu. Ramsey, Phoenix’in gerçek hayatta duygusal biri olduğunu ancak filmde kendisine tamamen zıt bir karakteri başarıyla canlandırdığını söylüyor. Hatta bir çekimde kameraya doğru yürüyen Phoenix’in içinden neredeyse şeytani bir ifade çıktığını şaşırarak anlatıyor. Gerçekten de Joaquin Phoenix, You Were Never Really Here filminde geçmiş travmalarının yükünü taşıyan, dolayısıyla öz-yıkıma meyilli bir karakterin flashback’lerle hatırlanan gelgitlerini kusursuzca izleyiciye aktarıyor. Joe, annesiyle birlikteyken ne kadar hisli ve çocuksuysa çekicini ‘kötü adamlar’a karşı bir ölüm makinesine dönüştürürken de bir o kadar acımasız bir karakter. Joaquin Phoenix, bütün bu değişken ruh hallerine sürprizlere gebe oyunculuğuyla cevap veriyor, dahası iri yarı cüssesi ve oldukça tekinsiz bir imaj bırakan uzun sakallarına rağmen, etkileyici performansıyla hayat verdiği karakterin kendi zayıflıklarının farkında olan bir anti-kahraman olduğunu izleyicisine bir an bile unutturmuyor. Burak
2. Her (2013)
Başrolünü Joaquin Phoenix’in üstlendiği 2013 yapımı Her filmi, yakın gelecekte yaşayan Theodore Twombly adında yalnız bir adamın, yapay zekâ teknolojisiyle oluşturulmuş bir işletim sistemiyle yaşadığı ilişkiye odaklanır. Theodore’un karısıyla boşandıktan sonra geçirdiği depresif yaşam, Samantha adındaki yapay zekâyla tanışmasıyla değişecektir. Film yakın gelecekte insanlığın dört bir yanını saran ileri teknolojinin insani ilişkiler boyutuna odaklanırken, Theodore’u canlandıran Phoenix’in de duygulara yönelen bir oyunculuk sergilemesine olanak tanır. Samantha öncesine ait duygusuz, tekdüze ve robotik iletişimin yerini; insanın yani duyguların, güvenin, öfkenin ve mutluluğun almasını Phoenix’in tüm jest ve mimiklerinde görmek mümkün. Yönetmen Spike Jonze’un postmodernizmin belirsiz ve kaotik dünyasının bireye yansımasını başarıyla resmettiği filmde Phoenix, yapay zekâ çağında kaybolmuş Theodore’un duygusal yaşamında geçirdiği evreleri ─bilhassa yakın planlar da─ izleyicinin kalbine dokundurarak canlandırır. Duygular ve hissedilemeyenler üzerine yapılan filmde başarılı oyuncu, yalnızlığı, umutsuzluğu, nostaljiyi, güveni, aşkı ve paylaşımı aksiyona dayanmadan, sade bir bakışa sığdırmayı başarır. Pelin
1. The Master (2012)
Paul Thomas Anderson’ın, There Will Be Blood (2007)’dan 5 yıl sonra gelen yapıtı The Master, kendisi adına topluma ayak uydurabilmesinin mümkün olmadığı Freddie Quell (Joaquin Phoenix)’in II. Dünya Savaşı sonrasındaki savrulmalarını konu alan; inanç, aidiyet ve efendi-köle ilişkisi üzerine ustalıklı bir örnek.
Sorunlu bir aile geçmişi olan savaş gazisi Freddie, savaş sonrasında hayata hiçbir tarafından tutunamayan; saplantılı tavırları ve bağımlılıkları ile adeta çıkışsız bir yolda dönüp durmaktadır. Bu süreçte, The Cause hareketinin lideri Lancester Dodd (Philip Seymour Hoffman)’la tanışması üzerine Freddie’nin bu hareketin içine çekilmesine odaklanan film, nihilist bir tarihi dram. Paul Thomas Anderson’ın dönem atmosferi yaratma becerisinin ve yönetmenlik kumaşının yanında üç başrolü ile de yükselen yapıt, Joaquin Phoenix’in kariyerinin en önemli performanslarından birini sunuyor. Özellikle açı-karşı açı kurgusunun kullanıldığı ‘’göz kırpmak yok’’ sahnesi tam bir oyunculuk dersi niteliğinde.
Travma sonrası stres bozukluğundan muzdarip, kambur duruşu, kaşektik bedeni ve nevrotik yapısıyla; Freddie gibi zorlayıcı bir karaktere hayat verme güçlüğünün altından büyük bir başarı ile kalkan Joaquin Phoenix, bu rolü ile sinema tarihindeki tüm performanslar arasında da önemli bir noktaya erişmekte. 69. Venedik Film Festivali’nden Philip Seymour Hoffman ile Volpi Cup kazanan Phoenix; Altın Küre, BAFTA ve Oscar’dan da adaylıklar almıştı.
65 mm filmin estetiğinde, Jonny Greenwood’un avant-garde kompozisyonlarıyla bezeli The Master, 1950’ler Amerika’sını nostaljiye kaçmadan sunarken; savaş sonrası boşlukta hisseden bireylerin manipülasyonlara açıklıklarını ele alan, iki çok farklı karakter portresiyle uçlarda dolaşan, etkileyici bir eser. Salih
BONUS: Joker (2019)
Canlandırdığı tüm karakterlerle kendini özdeşleştirmeye çalışan ve her role farklı şekilde hazırlanan Joaquin Phoenix’in son meydan okuması çizgi roman dünyasının en bilinen ve sevilen kötü karakterlerinden biri olan Joker’dı. Daha önceleri Jack Nicholson ve Heath Ledger gibi isimler tarafından başarıyla canlandırılan bu karakterle Phoenix’in ne yapacağı merak konusuydu. The Killing Joke’tan esinlenilmiş bu hikâyede, karakterin Arthur Fleck’ten Joker’a dönüşümünü yavaş yavaş ancak dikkat çekici değişimlerle seyirciye aktarabilen Phoenix, ortaya özgün bir Joker portresi koymayı başarmış. Film karakterin dönüşümü ve bunun arkasında yatan nedenlerle karakteri empati kurulabilir hâle getirmeyi hedefliyor ancak bu Phoenix’in performansı olmasa gerçekleşemeyebilirmiş. Başlarda kırılgan ve hassas görünen Arthur’un nasıl bildiğimiz manyak Joker’a dönüştüğünü minik detaylarla aktarabilmesi filmin ve performansının en büyük artısıydı. Harika bir performansa sahip olan Phoenix’in en başarılı yaptığı şeylerden biri de gerçek dünyaya ayak uydurabilen bir Joker yaratmış olması, öyle ki bu filmin içeriği açısından da önemli bir noktaydı. Phoenix’in kariyeri açısından da farklı yere sahip olacaktır bu karakter. Karaktere hazırlık aşamasında kilo verdiği ve kendi Joker’ına özgü bir kahkaha geliştirmek için ilginç bir yerden ilham aldığı da biliniyor. Tüm hazırlıkları ise karakter odaklı bu hikâyede harikalar yaratmasını sağlamış. Sesil