Ana Sayfa Röportaj Röportaj | Yönetmen Selcen Ergun ve Oyuncu Merve Dizdar’la Kar ve Ayı Filmi Hakkında

Röportaj | Yönetmen Selcen Ergun ve Oyuncu Merve Dizdar’la Kar ve Ayı Filmi Hakkında

Röportaj | Yönetmen Selcen Ergun ve Oyuncu Merve Dizdar’la Kar ve Ayı Filmi Hakkında
0

 

Burak: Öncelikle hem festivale hem Toronto’ya hoşgeldiniz. Filme dair sorulara geçmeden önce biraz prömiyerden bahsedelim istiyorum. İlk gösterim sizin için nasıl geçti, nasıl hissediyorsunuz, nasıl tepkiler aldınız?

Selcen Ergun: Ben filmi Toronto’da açmaktan çok mutluyum. Filmin Toronto Film Festivali’ne çok yakıştığını ve doğru yeri bulduğunu düşünüyorum. Pandemi sürecinin hemen öncesinde çekmiştik filmi. Pandemi süreci çok büyük bir bilinmezlikti bizim için. Post-prodüksiyon devam ederken gerçekten bu film ne zaman sinemalarda seyirciyle buluşacak, tekrar bir arada film izleyecek miyiz diye çok merak ediyordum. Gerçekten bu kadar iyi seyirciyle sinemada büyük ekranda film izlemek çok güzeldi ve bence çok keyifli geçti. Soru-cevap bölümü de çok güzeldi, insanlar filmi ne kadar güzel algılayıp karakterle nasıl empati kurmuş onu görmek benim için inanılmaz keyifliydi ve heyecan vericiydi.

Merve Dizdar: Öncelikle çok teşekkür ederiz sohbet için. Burada olmak çok keyifli, gerçekten çok önemli festivallerden birindeyiz. Burada herhangi birimiz bile olsa insan gurur duyuyor gerçekten, çok mutlu hissediyorum kendimi burada olduğumuz için. Benim de ilk prömiyerim, filmi ilk kez izledim bu arada ve gerçekten çok güzeldi, filmin bütün atmosferinin içindeymişim gibi hissediyorum. Yönetmenim burada diye söylemiyorum -gerçekten bu filmde oynamasam da aynı şeyi söylerdim yine- çünkü bir anda o şehrin içine girmiş gibi hissettiriyor, çok beğendim o açıdan. Salonda çok güzel bir seyirci vardı, tüm biletlerimiz tükenmişti. Çok büyük bir mutluluk bu bizim için.

Burak: Filmin yaratım aşamasına değinelim istiyorum. Senaryoyu ne zaman yazdınız, filmin hikayesi nereden çıktı ve bu hikayede otobiyografik motifler var mıydı?

S.E. Hiç otobiyografik değil tabii ki ama bir taraftan da hissiyat anlamında çok otobiyografik diyebiliriz. Ama sadece benim hissiyatım değil Türkiye’de ve dünya üzerinde yaşayan bir sürü genç kadının hissiyatı olan, biraz sıkışmışlık, biraz etrafındaki o patriyarkal düzenin bir düşmanlığını hissetmek gibi. Ama bunun içinde kendini güçlü hissetmek, aslında ‘her şeyle karşılaşmaya hazırım ve sizden korkmuyorum’ hissi. Filmde olan bir tür umutsuzluk, bütün olan biteni dünyanın haline, insanların doğaya davranış biçimine, insanların birbirlerine davranış biçimine karşı ve bunun iyiye gitmeyişine dair bir umutsuzluk ama bir taraftan da küçük komünitelerde kendi kendimize iyi bir şeyler olabileceğine karşı bir umut var. Filmde iki uçta duygular var ve bunlar da benim duygularım aslında. Aynı zamanda dünyanın pandemi sonrası geldiği şu durumda bir sürü insanın da duygularıdır diye düşünüyorum

Hikayenin ortaya çıkışı, ortak yazarımız Yeşim Aslan’la birlikte ilk tohumlarının atılması 2017-2018 yıllarında diyebiliriz. 2020’nin Şubat ayında pandemi kapanmalarının hemen öncesinde -sette tabii ki film çekmeye çalışıyorum dünyadan kopmuş bir haldeyim- Merve arada gelip “dünyada korona diye bir virüs çıkmış” diyor, “Merve tamam onu düşünmeyelim simdi filmimizi düşünelim” diyorum çünkü biz orada sette savaş veriyoruz.

M.D. Bir de sette çok iç içeyiz, kapalıyız. Dışarıdan kimse de gelmiyor, zaten uzaktayız. Dünyada olan biteni duyuyoruz sadece.

 

Burak: Peki set nasıl geçti? Filmin mekânı çok çetin bir coğrafya zaten ve filmin teması da biraz buradan temelleniyor. Hem oyunculuk anlamında o çok soğuk ve karlı bir coğrafyada olmak performansınızı nasıl etkiledi? Bölgede yaşayan halkın film setine dair reaksiyonları nasıldı?

S.E. Filmin en güç şeyiydi bence o coğrafyada çekim yapmak. Bunu da biliyorduk aslında, çünkü film için beş hafta bitmek bilmeyen bir kar gerekiyordu. Bu Türkiye’de hele bu iklim değişikliği nedeniyle daha az bulunan bir şey, o yüzden yükseğe çıkmak gerekiyor. Çok yüksek bir dağ kasabasıydı orası, o sebeple biliyorduk zor olacağını. […] Merve ve diğer oyuncular da şahaneydi, çünkü o koşullarda biz teknik ekipmanlarla, polarlarlaydık ama onların sadece kostümleri vardı. Bazen düşünüyorum, Merve gerçekten nasıl isyan etmedin, yani ‘artık yeter’ demedin diye. Tabi ki biz elimizden geleni yaptık koruma için, içlikler vs. ama yine de çok güç yani, sizi takdir etmek lazım Merve.

M.D. Arkadaşlar, çok soğuk, hep bir acı hissi, yüzüne batma hissi vardı. Yani çok soğuk ama bir yerden sonra unutuyorsun artık yapacak bir şey yok, işinin gereği bu.

S.E. Sadece bir yerde -Merve soğuk yüzünden asla oyununu kesmedi onu söyleyeyim- yılın en soğuk günü ve gece çekimimizin olduğu bir gün, -30 dereceden daha fazlaydı hissedilen. Bir noktada uzun uzun yürümeli bir çekim yapıyoruz ve Merve gelip şöyle dedi bana: “Selcen benim galiba beynim donuyor, kolum uyuştu bence. Biraz dursak mı”. Tabii ki hemen gittik köyün kahvehanesine soba başına sığındık. Filmde görünen şeyi yaşıyoruz aslında, o hemşire nasıl içeri sığınıyorsa biz de onu yaşıyoruz.

M.D. Şimdi tekrar izledikten sonra bu his paha biçilemez. Her şeye değiyor yani iyi ki çekmişiz iyi ki o acılara, soğuğa katlanmışız. Çünkü çok güzel bir görüntü gerçekten, bütün ekibin eline sağlık. Tuvalet karavanları bile dondu ama bir şekilde köy halkından herkes yardımcı oldu sağ olsunlar, evlerine dahi gittik.

Burak: Kast seçimi nasıl yapıldı, Merve Dizdar’ı oyuncu kadrosuna katma fikri nereden çıktı?

S.E. Her karakter için farklı şekilde ilerledi ama Merve’yi önceden de ortak dostlarımızdan biliyordum. Aslında oldukça zor bir rol bence. Yani bir taraftan oradaki masumluğuna inanacağımız, ama yeri geldiğinde sertleşebilecek, kısacası iki uçta olabilecek; bir taraftan da gerçekten oraya giden bir hemşire olduğuna kendini inandırabilmesi gerekiyordu o oyuncunun. Merve’yle çok hızlı ilerledi her şey, projeye de çok heyecanlandı. Yanımda diye söylemiyorum ama gerçekten ben Merve’nin disiplinine ve çalışkanlığına hayranım. Yetenek, deneyim vs. bunlar üzerine eklenerek gidilecek şeyler ama gerçekten çalışkanlığı beni büyülüyor sen bir isteyince o on veriyor. Bir hemşire olması gerekiyorsa, mesela bir sahnede pansuman yapması lazımsa, onun nasıl yapılacağını biliyordu.

M.D. Bir şey ekleyeceğim. Örneğin kavga sahnesi daha kolay oynanabilir, tırnak içinde söylüyorum, kolay değil elbette. Yani aşırı oyunculukları biraz daha kolay yapabiliyor olabilirim belki ben. Burada çok zorlandım çünkü Selcen sık sık, “Merve küçük oyna” diyordu. Zaten yüzümde her şey büyük, yani şaşırmam bile, beyaz perdede göz kırpmam bile zaten büyük gözüküyor. Hiçbir şey yapmamak, basit oynayabilmek çok zor, yönetmen olarak Selcen’e güvenmek zorundaydım. İyi ki müdahale etmiş diyorum çünkü biraz fazlası ‘over acting’ oluyor.

Kast seçimi gerçekten çok isabetli, Saygın’ın (Soysal) yerine kimseyi düşünemiyorum şu an orada. Çok iyi bir ‘ensemble’ olduğunu düşünüyorum ben bu filmde. Ama işte seyirciyle beraber izlemenin güzelliği burada, tepkileri bu şekilde anlık alıyorsun ve bu çok etkiliyor insanı. Hiç senin düşünmediğin sahnelerde tepkiler geliyor.

Burak: Filmin biraz daha içeriğine dönmek istiyorum. Filmdeki çok belirgin temalardan biri de etrafıyla bağlantısı kopuk bir coğrafyada aslında görünmez bir düşman inşa etmek, böyle bir mit yaratmak. Bu çok tipik bir şey, beklenen de bir şey aslında, dünya politikasına biraz yakından bakınca da böyle bir şey geliyor akla. Bu anlatıyı kurarken referans aldığınız gerek edebiyattan gerekse sinemadan kaynaklar var mı?

S.E. Yani belli bir film ya da roman diyemem ama bu gerçekten benim çok düşündüğüm bir şey. Aslında endüstriyel tasarım okudum ama benim master tezim bir kimlik inşası üzerinden kurulan bir tezdi. Kimlik kavramı kafa yorduğum bir şey ve dediğin gibi kendi kimliğini komşu köyden farklılığı üzerine kurmak küçücük bir kasabanın gerçekliğinde vardır zaten. […] Bence edebiyatta ve sinemada çok kullanılan bir tema aslında. Bütün filmde ben dışarıyla bağları kesen bir mikrokozmos gibi kasabaya sıkıştırıyorum her şeyi ve o kasabanın dinamiklerini gözlemlemek daha kolay oluyor. Bütün interaksiyonlar, korkular, nasıl bir araya geldikleri ve yaratılan düşmanlara karşı bizim tepkimiz, o düşman gerçek mi, sana bir tehdit mi, yoksa aslında sen mi ona tehditsin sorularının sorulduğu bir durum.

Burak: Samet karakteri üzerine biraz konuşmak istiyorum. Bence genellikle taşra anlatılarında aslında dışarıdan gelenin içeride sıkışmışlığı anlatılır çoğunlukla ama içeriden çıkamayan, ayrıksı bir karakter de vardır taşrada. Asıl sıkışmış olan odur. Samet karakteri tam da o öyle hissettirdi bana. Belli ki doğa ile ilişkisi köy halkından farklı, daha insancıl bir yerden ilişkileniyor ve oraya uymuyor. Bir şekilde ayrıkotu olarak kalmış orada. O karakteri nasıl kurguladınız? Bir yandan da umutsuzluğun anti tezi olarak, filmde umut vadeden tek karakter sanki Samet gibi.

S.E. Samet’i ben outsider (dışlanmış) bir karakter olarak görüyorum. Doğa ve hayvanlarla ilişkisini bir denklik üzerinden kurduğu için de diğerleri tarafından garipsenen biri. Bir taraftan da aslında Samet karakteri benim duygularımı da ifade ediyor. Yani o dışlanmış karakter üzerinden ben kendi fikrimi birçok yerde onun ağzından söylüyorum. Bu niyet edilmiş bir şey değildi, ama öyle yansıdı. Hem dışarıdan gelen hemşire hem de Samet, ikisi de aslında farklı şekillerde dışlanmış. Bu ikisinin bir etkileşimi olabilir mi potansiyeli taşıyor ve o potansiyel aslında film boyunca gidip gelmelerle bütün hikaye yapısını taşıyan şey. Aslında hemşire karakteri umut oluyor ona. Umut olduğu anda Samet davranış biçimleriyle bütün düzeni ve sistemi bozuyor.

Burak: Merve Dizdar’a bir soru sormak istiyorum. Filmi izlerken keşke arthouse diye kategorize edilen festival filmlerinde sizi daha da çok görsek diye düşündüm. Sizin arthouse filmlerde daha çok rol almak gibi bir isteğiniz var mı?

M.D. Var ama bunu uzun uzun konuşamam. Tabii ki isterim. Arthouse filmlerini izlemesini ayrı seviyorum, festivalleri ayrı seviyorum, oynamayı ayrı seviyorum. Tabii ki çok isterim, neden olmasın. Aslında filmleri arthouse ya da gişe filmi olarak ayırmıyorum, o yüzden bu sorunun cevabını net bir şekilde veremiyorum. Yani hangi senaryo ne kadar beni içine alır ve hangisi beni çok heyecanlandırırsa, nerede ne olursa ben hepsini oynarım, hepsini çok seviyorum.

Burak: Filmin bundan sonraki serüveni nasıl olacak? Türkiye’de prömiyerini Antalya’da Altın Portakal Film Festivali’nde yapacağını biliyoruz. Peki Avrupa’da dağıtıma çıkacak mı, dünyada gösterimleri olacak mı?

Burada galayı yaptık, seyirciyle buluştuk ve artık film benden çıkmış hissediyorum. O beni çok mutlu ediyor. Bundan sonrası için seyirciyle buluşmalar konusunda heyecanlanıyorum ve tabii ki Altın Portakal’da Türkiye prömiyerini yapacağız. Yakın zamanda Almanya ve Sırbistan ortaklığı sebebiyle zaten o bölgelerde gösterime gireceğiz. Öncelikle bir festival hikayesi var, halihazırda zaten davet eden festivaller oldu ve olacaktır da. Dünyanın her yerinden olabildiği kadar çok insanla, festivallerle buluşmayı ardından da tabii ki dağıtımda da seyirciyle buluşmasını umuyorum. Film biraz kendi yolunu çizecek, artık ben de yeni filmime daha çok konsantre olup onu düşünebilirim.

Burak: Ben de tam onu soracaktım, bir klişe soru olarak, ‘yeni projeleriniz” var mı?

S.E. Benim var. Zaten filmin post-prodüksiyon sürecindeyken üç ay Berlin’de bir sanatçı programına gittim. Orada çalışmaya başladım. Eskiden ufak ufak notları olan ama Berlin’de ete kemiğe bürünen çok heyecanlandığım bir hikâye var. Yeniden yazmaya dönmek için çok heyecanlanıyorum.

M.D. Benim anaakımda bir işim yok şu anda ama BluTV’ye bir dizi yapıyoruz çok çok sevdiğim oyuncu arkadaşlarım ve yönetmenizle. Çok mutlu olduğum bir senaryo ve yapım. Ekim sonunda çekimlere İstanbul’da başlıyoruz, sonrasında Adana’ya gideceğiz. Bir de yeni çıkacak işlerimiz var.

Bir Cevap Yazın