Amerikan bağımsız sinemasının önemli yönetmenlerinden biri olan Jim Jarmusch’un kadrosu yıldızlarla dolu son filmi The Dead Don’t Die, bu yıl Cannes Film Festivali’nin açılışını yaptı. Film, Jarmusch’un vampir temalı filmi Only Lovers Left Alive’ın garip bir ikizi diyebileceğimiz bir zombi komedi filmi. Zaman zaman George Romero’ya göndermeler yapmayı da ihmal etmeyen film, hem seyirciyle hem de günümüz dünyasıyla dalga geçen yapısıyla festivalde izleyenleri ikiye böldü. Kesinlikle festivali açmak için ilginç bir tercih ancak ben filmi seven taraftayım.
Cannes Film Festival’ine daha önce birkaç kez katılıp ödüllerle dönmeyi başaran Jarmusch’un Bill Murray, Adam Driver, Chloe Sevigny ve Tilda Swinton’lı zombi filmiyle bir kere daha insanlığın ve dünyanın sonunu anlatacak olması oldukça heyecan verici olsa da pek çok kişiyi tatmin etmedi. Bunda Jarmusch’un seyirciyle bilinçli bir şekilde dalga geçmeyi hedeflemiş olması veya senaryonun aslında tam olarak bir yere varmaması yatıyor olabilir. Ancak bana kalırsa ortaya vermek istediği mesajları net bir şekilde vermeyi başaran eğlenceli bir film çıkmış.
Bill Murray, Adam Driver ve Chloe Sevigny Amerika’da Centerville adında kurmaca bir kasabada Cliff, Ronnie ve Mindy isminde 3 polis memuru olarak karşımıza çıkarken Tilda Swinton ise Jim Jarmusch filmlerine özel sakladığı enerjisiyle kasabanın cenaze evini işletmeye gelmiş, katanasını ihtişamla kullanabilen Zelda’yı canlandırıyor. Driver’ın canlandırdığı Ronnie’nin sürekli “garip bir şeyler oluyor” demesi kasabada her an bir şeyler olmaya başlayacağının işaretini veriyor bize. Havanın kararmamasından tutun da radyoda kayıp hayvanlar, sürekli olarak iklim değişikliği hakkında konuşulması da öyle. İşte tam bu sırada ölüler yavaş yavaş dirilmeye başlıyor zaten ve bunun nedeni ise dünyanın ekseninde meydana gelen bir kaymaya bağlanıyor.
Jarmusch, filmde alaycı mizahıyla tüketim toplumuna kınayan bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Klasik bir zombi komedi filminin aksine bu filmde Jarmusch’un yarattığı zombilerin her birinin insan eti yemek dışında kendine özgü bireysel arzuları olduğu da görülüyor. Kahve peşinde koşan zombilerden tutun da tenis oynamaya çalışan veya WiFi arayan zombiler görmek mümkün filmde. Tüm bunlar Jarmusch’un topluma, kapitalizme dair eleştirisinin bir parçası. Bir yandan sosyal medya bağımlılığı yüzünden “zombileşen” nesli eleştirirken bir yandan da Trump Amerika’sına eleştiri yapmayı ihmal etmiyor yönetmen.
Hikayesiyle biraz Edgar Wright’ın Shaun of the Dead’ini, diyaloglarının absürtlüğüyle Wes Anderson filmlerini andıran filmin en ilgi çekici yanı ise Adam Driver ile Tilda Swinton hiç kuşkusuz. Günümüzün en heyecan verici aktörlerinden biri olan Adam Driver’ı yine önceki rollerinden tamamen farklı bir rolde izliyoruz ve Driver’ın senaryonun tüm absürtlüğünü çok iyi taşıdığını söylemek lazım. Kasabada dolanıp zombileri öldürürken asla soğukkanlılığından ödün vermeyip sürekli “bu iyi bitmeyecek” derken tam da bu evrene aitmiş hissi veriyor. Tilda Swinton ise tüm asaletiyle katanasını sallarken ekrana her geldiği anda sizi etkilemeyi başaracaktır eminim. Güldüren diyaloglarla dolu filmde, Murray, Driver ve Sevigny üçlüsünün uyumu ve oyunculukları ise filmi aşırı eğlenceli kılmayı sağlıyor.
Sturgill Simpson’ın aynı isimli şarkısının da önemli rol oynadığı The Dead Don’t Die, bazen güldüren bazen de eksik kalmış hissi yaşatan bir film. Ancak sadece Tilda Swinton ile Adam Driver’ın varlığı bile seyirciyi filme çekmek için yeterli bana kalırsa. Filmi hem beklenmedik yerlere taşıyan hem de hiçbir yere götürmeyen senaryosuyla ne olduğunu anlamayacağınız ve şaşıracağınız kesin. Jim Jarmusch’un seyircilerle dalga geçen bu senaryosunun merkezindeki mesaj ise çok açık: en sonunda herkes ölecek (zombi olsa da olmasa da).