The Fountain (2006) : Bedenine Hapsolmuş Ruhlar
“Bedenlerimiz ruhlarımızın hapishaneleridir. Derimiz ve kanımız, tutsaklığımızın demir parmaklıklarıdır. Yine de korkmayın. Et çürür. Ölüm her şeyi küle çevirir ve, böylece, ölüm her ruhu serbest bırakır.”
Dünyanın en çok tanınan yönetmenlerinden biri olan Darren Aronofsky’nin 2000’de çektiği Requiem for a Dream’in ardından uğruna 6 sene üzerinde çalıştığı ve bu süre içerisinde başka hiçbir proje ile ilgilenmediği The Fountain, maddi olarak birçok sorun yaşamış, yapımcı desteğini tam olarak arkasına alamadığı için ilk başta Bradd Pitt ve Cate Blanchett ikilisi ile çalışılmak istense de daha sonra Hugh Jackman ve Rachel Weisz ile anlaşılmıştır. Film Darren Aronofsky’nin az bilinen yapımlarından biri olarak bilinmesine ve gişe de umduğu sonucu bulamamasına rağmen zamanla değeri anlaşılmış ve kendi kitlesini oluşturmuş bir filmdir.
The Fountain, felsefi altyapısı sağlam kurulmuş, çok katmanlı ve alt mesajını dini semboller ve referanslar ile vermek isteyen bir film. Filmde Hugh Jackman 3 ayrı zaman da 3 farklı yer’de ölümsüzlüğü arayan karakterleri canlandırıyor. Filmin 21. yüzyıldaki bölümünde Tommy Creo karakteri hırçın ve melankolik bir kişiliktir. Bunun sebebi ise karısı İzzi’nin beyin tümörü hastası olması ve ölüm denen gerçeğe karısının her gün daha da yaklaşmasıdır. Bu nedenle Tommy karısı ile geçirdiği her günün değerinin farkındadır bununla birlikte onu ve karısını
bekleyen sonun gelişini bir türlü kabullenmek istemez. Hayvanlar üzerinde tıbbi deneyler yapan ve bu sayede ölümü yenmeyi amaçlayan Tommy bu sayede karısı İzzi’yi kurtarabilecektir. Tommy ve karısı izzi’nin arasındaki bu duygusal ilişkinin etkisi yönetmenin hem müzikal tercihleri hem de arkasına aldığı bu felsefi temel ile doruğa çıkmıştır. Filmde Tommy’nin, eşi uyurken onun yazdığı bir kitabı okurken görürüz filmin bu sahnelerin de Aronofsky bizi 16. yüzyıl İspanyası’na götürür.
Filmin 16. Yüzyıl İspanya’sında geçen bölümünde İzzi’nin İspanyol Sömürge İmparatorluğu’nun Kraliçesi Isabella olarak karşımıza çıktığını görürüz. İzzi 21. yüzyıl’daki hasta halinde iken Tommy’e sürekli yaşam hakkında önemli sözler söyler ve yazdığı kitabı hakkında konuşur. Bu da filmin bu kısmının İzzi’nin bir içsel yolculuğu olduğu teorisini güçlendirmektedir. Krallığı, Engizisyon mahkemesi tarafından toprakları elinden alınmakla tehdit edilen Kraliçe Isabella sadık şövalyesi olan Tomas’ı ( Hugh Jackman ) Aden’in gizli bahçesini bulup ölümsüzlüğün sırrına erişmek ve İspanya’yı kölelikten kurtarabilmesi için gizli bir maya tapınağına yönlendirir. Aden Bahçesi, Kitâb-ı Mukaddes’te Adem ile Havva’nın yaşadığı cennet ve sonsuz yaşamın kaynağının olduğu bir mekandır. Darren Aronofsky filmin bu kısmında Hristiyan mitolojisinden de motifler kullanarak aslında filmde bir mitoloji harmanı yaparak her noktaya parmak basmak istemiş ve karşısına aldığı seyircisinin bir nevi geçmiş inanışlar ve mitolojilere hakim olarak bu filmi izlemesi gerektiğini düşünmüştür.
Film’de süregelen bir diğer farklı zaman diliminde ise ; Tom, 26. yüzyıl’da şeffaf bir kürenin içinde bir ağaçla beraber seyahat eden ruhani bir gezgin olarak çıkar karşımıza. Bütün dünyevi sorumluluklarından arınmış bir şekilde Zen Budizmi ile meditasyon halinde olan Tom kendi içsel yolculuğunda seyahat etmektedir. Filmin bu kısmı ile ilgili bir teori aslın da filmin bütün mantalitesini anlatır niteliktedir. Bu teoriye göre 21. Yüzyıldaki Tommy ölümsüzlük arayışı çabalarına rağmen karısını kaybetmiş ve kalbindeki acıyla oradan oraya sürüklenirken Budizm ve meditasyon öğrenerek kendi iç huzurunu yakalamayı öğrenmiştir. Film’de görülen bu küre ile seyahat aslında Tommy’nin içsel yolculuğunun bir somutlaştırmasıdır. 26. yüzyıl’da küre için de seyahat eden Tom’un, karısı İzzi’yi gördüğü sahneler de ‘’lütfen beni rahat bırak’’ demesi de aslında bu içsel yolculuğa çıkan Tommy’nin eşini kurtaramamış olmasının acısıyla karşısına çıkan bir hülyadır. Küre’nin içindeki ağaç ise Tommy’nin eşine duyduğu bağlılığı temsil eder ve onu canla başla korumaya çalışmaktadır.
Filmin sonuna doğru kürenin içinde seyahat eden Tom ağacının ölmeye başladığını farkeder ve onu kurtarmak için mücadele etmeye başlar ancak bir yerde artık hiçbir şeyin ölümsüz olmadığını anlar ve Nirvana’ya ulaşır çünkü ne 16. Yüzyıldaki savaşçı Tomas ne 21. Yüzyıldaki Doktor Tommy ne de 26.Yüzyıldaki kendi içsel yolculuğuna çıkan Tom ölümsüzlüğün mutlak sırrına erişebilmiştir. Onlar sadece ölümün sırrına ulaşabilmişlerdir ve ölüm bir kurtuluştur. Her şey doğar, büyür, yaşar ve ölür…
Sonuç olarak The Fountain, sonsuz yaşam arayışı ve bilgelik üzerine dinsel ve felsefi metaforları da fazlaca kullanarak ortaya salt bir dram filminden fazlasını koymuş bir film. Seyircinin bu üç ayrı zaman dilimin de geçen öyküyü takip etmesi en başta zor gibi görünebilir ancak filmin bahsettiği imgeler ve alt metnindeki detaylar daha iyi anlaşıldıkça 6 yıl üzerinde düşünülmüş sağlam bir konuyu ele aldığı görülebilir.