Ana Sayfa Eleştiriler Scent of a Woman (1992): Görülmek İstenmeyen Adalet Üzerine

Scent of a Woman (1992): Görülmek İstenmeyen Adalet Üzerine

Scent of a Woman (1992): Görülmek İstenmeyen Adalet Üzerine 7.5
1
 “Hiç burnunu buklelerden oluşan bir dağa gömüp sonsuza kadar uyumak istedin mi?

Öyle bir film düşünün ki, hayatınız boyunca dansa ya da müziğe hiç ilgi duymamış biri olmanıza rağmen, tango kelimesini duyduğunuz anda o filmi hatırlayıp tüyleriniz diken diken oluyor. Aklınıza gelmekle kalmıyor, karakterle aynı ruhu paylaşmaya başlıyorsunuz. Müzik yaşayan bir canlıya, oyuncular gerçek dünyada her an karşılaştığınız o çelişkilerle dolu insana dönüşüyor. Kör bir insan aracılığıyla gerçekten görebilmeyi hissediyorsunuz. Kapitalist değerler karşısında yitip giden duyguların, yalnızca pahalı şişesi için sevdiğiniz parfümün özüne ulaşıyorsunuz. Her gün biraz duyumsadığınız o kokuların, bir çiçek kadar güzel olduğunu; bir ırmağın, coşkun akan denizin köpüğünün bir kadının boynundan akıp gittiğini anlıyorsunuz. Kadın kokusu adından da anlaşılacağı üzere yaşamın, canlılığın, yaşama isteğinin kokusunu kemiklerinize işliyor. Öyle bir işliyor ki, sinema eğlendiren, bakılan ve düşünülen bir sanat olmaktan öte, kanlı canlı bir his aracına dönüşüveriyor.


Filmde his dünyasının bu yoğun atmosferi Al Pacino’nun canlandırdığı emekli yarbay Frank Slade karakterinin kör olmasına rağmen, duyularını kullanmayı herkesten iyi bilmesinden ileri geliyor. Frank, geçmişte askerlikte yaptığı bir hata nedeniyle kör olmuştur. Kendisinin ve yakınlarının deyimiyle “başından beri hep kötü” olan Frank; aksi, huysuz, öfkeli ve sevgisiz bir adamdır. Filmde Frank’le duygusal bağı kurabilen tek insan ise para kazanmak için ona hafta sonu refakatçilik eden Charlie Simms adındaki öğrencidir. Charlie burslu okuduğu üniversitede ihtiyaçlarını karşılamak için iş aramaktadır. Okul panosunda gördüğü bir ilan üzerine bu huysuz yaşlıya hafta sonu eşlik edecektir. Fakat Charlie için bu iş oldukça zordur, zira Frank asker olmanın da etkisiyle disiplinli, otoriter, sevgisiz, başına buyruk ama aynı zamanda son derece deneyim sahibi bir adamdır.  Charlie ise hayat karşısında daha tecrübesiz, kurallı, etik ilkelere sadık “iyi” bir gençtir. Başka bir deyişle Charlie’nin gören gözleri henüz hayatın kötülüklerine karşı hazırlıklı değildir. Okulun önemli bir bağışçısının oğlu ile birlikte tanık olduğu bir olay yüzünden üniversite komitesi tarafından, başarılı ve dürüst olmasına rağmen yargılanacaktır. Ve bu olayda Charlie’nin öteki çocuk gibi yanında herhangi bir ebeveyni ya da cebinde kendini kurtaracağı bir parası yoktur. Cebinde taşıdığı tek şey, insaniyetidir.

“Ben doğru istisnasız her zaman bildim ama yolu seçmedim. Çünkü o yol çok zor bir yoldu”.

Evdekilerin Şükran Günü sebebiyle şehir dışına çıkmasının ardından Frank, eşyalarını topladığı gibi Charlie’yi de yanına alarak New York’a gider. Burada lüks bir otelde kalmaya başlayan ikili gün geçtikçe birbirlerinden hayat dersi almaya başlar. Frank, “kötü bir adam” olduğunu ve elinde kendi duyularından, kendi hislerinden kısacası yalnızlıktan başka bir şey kalmadığını düşündüğü için yaşamına son vermek ister. Frank’i bu kadar kötü ve yalnız olduğuna inandıran şey ise günümüz dünyasının kaybedilmiş hislerini üstünde taşıması ve yapaylıktan uzak, son derece açık bir insan olmasıdır. Onun eleştirdiği, tartıştığı insanların yüzüne vurduğu gerçekler, muhatapları tarafından “kabalık”, “kötülük” olarak nitelendirilir. Kendi yeğenine bir kadını nasıl sevebileceğini öğretmeye çalıştığı için “zaten her zaman kötüydün!” yorumuna maruz kalır. Bu dünyanın adamı değildir Frank. Öylesine söylenen iltifatlar, hissedilmeyen aşklar, görmeyi bilmeyen bakışlardan yana değildir. İşte tam da bu nedenle, gerçekten hissetmeyi bildiği için kadınları etkilemeyi başarır.

Dünyadaki en kötü görüntü kesilip atılmış bir ruhtur”.

Filmin yan öyküsünü oluşturan Charlie’nin okul yönetimi tarafından yargılanması süreci, eğitim sisteminin ve günümüz dünyasının etik olmayan kar odaklı yapısına dikkat çekiyor. Filmin yapım yılı olan 1992 yani doksanlar neoliberal politikaların yükselişte olduğu, rekabetçi birey anlayışının giderek günlük yaşamda etkisini hissettirdiği bir döneme tekabül ediyor. Gerçek dostluklar, samimiyet duygusu, yardım ve dayanışma duyguları da zaten bu sosyo-ekonomik dönüşüm sebebiyle kaybediliyor. Ailesi nüfuzlu olan gençler, burslu okuyanlar arasından sıyrılıp en tepelere çıkarılırken, parası olmayan başarılı gençlerin önüne bir deste Amerikan doları geçiyor. Eğitim kurumları insan olmak yerine hırs atı olmayı ve kendilerine biat etmeyi aşılıyor. Filmin bir sahnesinde Frank’in
Dreyfus Davası’na olan göndermesi de bu fikri destekliyor. 19. yüzyılın en önemli olaylarından biri olan Dreyfus Davası, Aldfred Dreyfus’un haksız yere casuslukla yargılandığı bir davadır. Film, Charlie Simms’in istemeden tanık olduğu bir olay ile Dreyfus Davası arasında özdeşim kurarak; milliyetçilik, adaletsizlik, ayrımcılık gibi kavramları kavramları sorguluyor.


Bu sisteme dâhil olmayan Frank, en başından askerde aldığı alkol nedeniyle patlattığı bir bomba yüzünden kör olmuş, sisteme bilinçli olarak uymamış ve sonunda gözlerini bu yapay dünyaya kapatarak, kendi gerçek dünyasına açmıştır. Ve Charlie adaletin, dürüstlüğün, dostluğun yerini çoktan paranın aldığı bu dünyaya etik ilkelere bağlı olmayı sürdürdüğü için Frank tarafından eğitilmeye başlamıştır. Charlie, gerçek dünyanın karanlık yönlerini ve bir kadının boynundan süzülen okyanus esintilerinin tadına varmayı hissederken; Frank de bu genç adamla birlikte kenara atılmış ruhuna yeniden kavuşmayı öğrenmiştir. Bu aksi, sevgisiz adam Charlie sayesinde her zaman zor olduğu için kaçtığı doğru yolu öğrenmiştir: Gitmemeyi, hayatta kalmayı.

Diğer yandan film bu saflığı ve naifliğine karşı öyle bir ritme sahip ki ─duygusal ritm demek daha yerinde olacak─ izleyiciye her an farklı hisler yaşatıyor. Bir yandan Frank’in kaba mizah anlayışı güldürürken, diğer yandan hikâyenin alt metninde saklı yalnızlık ve adaletsizlik duygusu öfkelendirip, üzüyor. Tabii bu duyguları izleyicinin kalbine ulaştıran en büyük aracı da Al Pacino’nun kusursuz oyunculuğu. Daha önce 6 kez Oscar’a aday gösterilmesine rağmen Pacino “En İyi Erkek Oyuncu” Oscar’ına bu performansı ile sahip olmuştur. Oyuncu, görme yetisini kaybetmiş bir adamın, izleyiciye görebilmeyi öğretmesini sağlıyor. Sonuç olarak
Kadın Kokusu, sadece hayat dersi vermekle kalmıyor, unutulmaz tango sahnesiyle dans etmeyi, hissetmeyi ve aynı zamanda bir türlü görülmek istenmeyen adaletin önemi de hatırlatıyor.

Puanlama

7.5

7.5
Kullanıcı Oyu: ( 5 oylar ) 9

Yorum(1)

Serdar Demirkıran için bir cevap yazınCevabı iptal et