Ana Sayfa Eleştiriler Toronto Film Festivali Günlüğü 2 & 3: The Boy and the Heron, Dead Don’t Hurt, One Life

Toronto Film Festivali Günlüğü 2 & 3: The Boy and the Heron, Dead Don’t Hurt, One Life

Toronto Film Festivali Günlüğü 2 & 3: The Boy and the Heron, Dead Don’t Hurt, One Life
0

Gün 2

The Boy and the Heron

Miyazaki’nin artık sinemadan emekli olacağı söylentileri arasında çektiği şimdilik son filmi The Boy and the Heron yas ve umut arasında uçsuz bucaksız bir hayal gücü dolayımıyla mekik dokuyan incelikli bir film. Japonya’nın İkinci dünya savaşı günlerinde hastaneye yapılan bir bombardımanda annesini kaybeden Mahito babasının yeni eşinin evine taşınır ve onu ara sıra yoklayan annesinin kaybı, tıpkı bir yas sürecinin evreleri gibi inkarla başlayıp kabullenişle biten fantazmagorik bir maceraya evrilir. Filmin isminde de yer alarak aslında önemli bir parçaymış gibi gözükse de balıkçıl kuşunun varlığı Mahito’nun içsel yolculuğunda büyülü dünyaya açılan bir anahtar görevinden fazlası anlamına gelmiyor. Mahito karakterinin yasını ele alış biçimi ve merhametli direngenliğiyle yalnızca Studio Ghibli evreni içinde değil diğer tüm çocuk karakterler arasında da güçlü bir figür olarak öne çıktığı kolaylıkla iddia edilebilir. Miyazaki’nin grafik yetkinliğineyse artık daha fazla söylenecek bir söz yok, 82 yaşında bir ustanın her seferinde daha iyisini yaptığı bir ustalık eseri.

Ayrıca İlginizi Çekebilir: Toronto Film Festivali Günlüğü 1: Kuru Otlar Üstüne, Perfect Days, Fallen Leaves

Working Class Goes to Hell
Working Class Goes to Hell filmi-konusu

Sırp yönetmen Mladen Dordevic’in toplumsal-korku alt türünde çektiği Working Class Goes to Hell, ilk bakışta konusu ilgi çekici gibi duran ancak perdeye aktarılmış haliyle oldukça vasat bir görüntü veren bir film. Bir işçi sendikasının 5 yıl önce bir fabrikada çıkan yangında hayatını kaybeden işçiler için verdiği hak arama mücadelesine odaklanarak başlasa da Working Class Goes to Hell, hem politik hem de biçimsel olarak epey yanlış bir yola saparak işçilerin bürokratik yenilgi karşısında tamamıyla ayinsel bir mücadele modeli benimsediği bir faza geçiyor. Buradaki politik tavrın yanlışlığını, umut adı altında işini metafizik güçlere bırakma eğilimindeki teslimiyetçiliği sanırım uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. İşçilerin sürekli toplanıp ruh çağırdığı o uzun orta blokta hem karakter derinlikleri kayboluyor hem de filmin karanlık çekimleriyle birleşen kötü sinematografisi izleme deneyimini epey keyifsiz kılıyor. Sonuçta film ne vadettiği korkuyu ne de politik taşlama hedeflerini yerine getirebilmiş oluyor.

Gün 3

Les Indésirables
Les-Indésirables-filmi-konusu

Ladj Ly ilk filmindeki tatmin edici olmayan denemesinden sonra politik sinema türünde doğru biçimi tutturmuşa benziyor. Les Indésirables, henüz açılıştaki cenaze sekansından başlayarak her sahnenin incelikte tasarlandığı toplumcu gerçekçi bir üslup takınıyor. İlk filmi Les Misérables’de anlattığı banliyölerdeki polis şiddeti hikayesinden sonra şimdi de göçmen ve siyah gettolarının kentsel dönüşüm adı altında mülksüzleştirilmesine çeviriyor eleştiri oklarını. Vekaleten seçilmiş belediye başkanının yoksul ve göçmenleri hedef alan tahliye politikalarına karşı Haby isimli güçlü bir kadın karakterin başını çektiği mücadeleyle birlikte ezilenlerin dayanışması ve komünite bağlarının güçlenmesi anlatının merkezine oturuyor. Ladj Ly aynı zamanda güç erkinin içine bir siyah yönetici yerleştirerek kimlik üzerinden verili kabul edilen konumlanmaları da karmaşıklaştırıyor. Les Indésirables, son dönemde özellikle Athena filmiyle—onun yazarlarından biri de Ladj Ly’di—ayyuka çıkan reklam estetiğiyle çekilen politik filmlerden realist gözü ve kusursuz sinematografisiyle ayrışıyor. Tam burada polisin göçmenleri zorla evlerinden tahliye ettiği sahnenin insanın etine batan bir duygusu olduğunu ve bunu ajitatif bir tonda değil öfkeyle harmanlanmış soğuk bir gerçekçilikle yaptığını söylemek gerekir. Aynı tutum filmin finalindeki katarsis anında da kendini göstererek öfkesinden geri atmayan politik bir mesajla son buluyor.

Dead Don’t Hurt
Dead Don’t Hurt filmi konusu

Viggo Mortensen’in yazıp yönetip bir de üstüne başrolünü üstlendiği Dead Don’t Hurt “feminist Western” etiketiyle sunulan bir film, dolayısıyla beklentiyi ona göre ayarlıyoruz. Ancak filmin sonunda feminizmin ne yazık ki bir pazarlama stratejisi olarak gelişigüzel kullanıldığından emin oluyoruz. Film, 1800’lü yıllarda yolları kesişen Olsen (Viggo Mortensen) ve Vivienne’in (Vicky Krieps) San Fransisco’nun sert atmosferinde birlikte yeni bir hayat kurma girişimlerini konu ediniyor. Fakat bu hayal kısa sürmeyecek, Olsen’in para karşılığında Amerikan İç Savaşı’nda köleliğe karşı mücadelede orduya yazılma kararıyla yarım kalacaktır. Tıpkı feminist etiketi gibi kölelik karşıtlığı da burada bir cümleye sığdırılmış bir vitrin görevi görüyor. Sonuçta, Olsen’in bölgeden ayrılmasıyla hegemonik erkeklik dünyasında yalnız bir kadın olmanın zorlukların dair bir bakış sunuyor film, ancak o da pek iyi bir deneyimle sonuçlanmıyor ve intikam yine erkeklerin payına düşüyor. Dead Don’t Hurt o kadar temposuz bir film ki Mortensen’in durumu kurtarmak için daha en başından başvurduğu zaman atlamaları ve paralel kurgular değil işe yaramak, kurguyu daha da akışkanlıktan uzak bir noktaya getiriyor.

One Life
One Life konusu

Daha önce televizyona yaptığı işlerle bilinen James Hawes’ın İkinci Dünya Savaşı’nın henüz anlatılmamış yüzlerce hikayesinden ve insani dramlarından birini perdeye etkileyici bir şekilde uyarladığı One Life, Anthony Hopkins’in Nicholas Winton isimli bir İngiliz girişimciye hayat verdiği, Winton’ın dostlarıyla sivil bir inisiyatif başlatarak Prag’da aileleriyle birlikte esir düşmüş çocukların İngiltere’ye güvenli bir şekilde getirilme hikayesine odaklanıyor. Film, Winton’ın artık yaşlandığı 80’li yıllarla asıl hikâyenin yaşandığı 30’lu yıllar olmak üzere iki zaman aralığında flashback’lerle git-geller yaparak ilerliyor. Bu açıdan filmin kurgusu, her iki zaman arasındaki dengenin gözetilmesi açısından epey iyi işliyor. Hikâye kendi başına zaten çok güçlü ve dokunaklı, buna Anthony Hopkins’in ilerleyen yaşına rağmen sergilediği kusursuz performans eklenince filmin büyüsüne kapılmamak çok zor. One Life, Hem İkinci Dünya Savaşı’nın dramatik hikayelerinden birine odaklanması hem de başrolünde Anthony Hopkins gibi bir ustaya yer vermesi itibarıyla Oscar formülü için biçilmiş bir kaftan gibi duruyor. Ancak en azından bu formülün içini seyirciyi ajite ve manipüle etmeden, gösterişsiz bir yönetmenlik tercihinde bulunarak hakkıyla doldurduğu söylenebilir. Ek olarak, filmin yönetmen katılımlı gösteriminde, filme konu olan yıllar önce soykırımdan Winton sayesinde kurtulmuş çocuklardan birkaçının da salonda bulunmasının tarihle şimdinin, kurguyla gerçekliğin kesiştiği tüyleri diken diken eden bir duygulanım yarattığının altını çizmekte yarar var.

Bir Cevap Yazın