Ana Sayfa Eleştiriler Toronto Film Festivali Günlüğü 8 & 9 & 10: Next Goal Wins, Rustin, Mimang

Toronto Film Festivali Günlüğü 8 & 9 & 10: Next Goal Wins, Rustin, Mimang

Toronto Film Festivali Günlüğü 8 & 9 & 10: Next Goal Wins, Rustin, Mimang
0

Gün 8

Next Goal Wins

Taika Waititi’nin merakla beklenen filmi Next Goal Wins, Pasifik’teki Amerikan Samoası’nda geçen bir Ted Lasso filmi gibi. Gerçek olaylardan esinlenen film, Amerikan Samoası’nın 2002 Dünya Kupası elemelerinde Avusturalya’ya 31-0 yenilmesinden yıllar sonra bu kez 2011 elemelerinde verdiği onur mücadelesine odaklanıyor. Tarihinde henüz tek bir galibiyeti olan Amerikan Samoası’nın ikinci bir galibiyet özlemi en büyük hedef haline gelirken, Amerika 20 yaş altı milli takımından kovulan Hollandalı-Amerikalı koç Thomas Rongen (Michael Fassbender) hoşnutsuz olsa da bir kurtarıcı olarak takımın başına getiriliyor. Rongen’in bir ‘beyaz adam’ olarak yerlilerin ikamet ettiği adaya ayak basmasıyla yerlilik, batı merkezcilik ve sömürgecilik gibi olgular nüanslı ve mizahi bir biçimde anlatıya dahil oluyor. Rongen, hepimizin aşina olduğu üzere hayali düşmanlar yaratarak takımdaşlık duygusunu yakalamaya çalışırken Amerikan Samoası dans ederek, spiritüel pratiklere başvurarak motive olan, oyunu rekabet olarak görmeyen, sevgi ve mutluluk parolasıyla oynayan bir takım. Zaten filmin ana meselesi de Rongen’in Batılı bakışıyla adadaki yerli kültürü arasındaki çatışmadan temelleniyor. Nitekim benzer ilişki, Amerikan Samoası takımında yer alan ve Dünya Kupası elemelerinde oynayan dünyanın ilk trans futbolcusu olan Jaiyah Saelua’nın (Kaimana) Rongen’in beyazlık ve erkekliğine meydan okumasında da kendisini gösteriyor. Elbette film sağaltıcı karşılaşmalara ve dönüşümlere kucak açan şefkatli bir tutumu benimsiyor. Spoiler’ını tarihten alan bir film olsa da, Amerikan Samoası’nın yıllar sonra attığı ilk golün aynı atmosferi paylaşıyormuşçasına tüm sinema salonunda alkışlarla karşılanması sinemayı neden sevdiğimizi hatırlatır türden bir duygudaşlık yaratmayı başarıyor. Sırf böyle bir an yaratabildiği için bile Next Goal Wins’i sinemada görmeye değer.

Ayrıca İlginizi Çekebilir: 48. Toronto Film Festival Günlüğü

Rustin

rustin konusu

Barack ve Michelle Obama çiftinin yapımcılığını üstlendiği bir Netlix filmi olan Rustin, Amerika’daki siyahların maruz kaldığı ırksal adaletsizliğe karşı Washington’a kitlesel bir yürüyüş organize eden ekibin eşcinsel olduğu için arka planda kalmış lideri sivil haklar aktivisti Bayard Rustin’in bu süreçteki rolünü perdeye taşıyor. Film, 1963 yılındaki yürüyüşte “bir hayalim var” temalı o meşhur konuşmayı yapan Martin Luther King’in gölgesinde kalan Rustin’i tarih sahnesine geri çağırmada başarılı bir iş ortaya koyuyor olsa da sinemasal açıdan aynı şeyleri söylemek pek mümkün değil. Rustin dışında kalan karakterler oldukça plastik, filmin sinematografisi ise oldukça ucuz gözüküyor. Ayrıca, Rustin yalnızca Washington’a yürüyüşe odaklandığı için birkaç flashback dışında siyahların içinde bulunduğu koşulları geniş bir çerçevede ele alabilecek, o büyük yürüyüşü tarihsel bir bağlama oturtabilecek yetkinliği yok filmin. Politik olarak, ‘bir toplumsal hareket nasıl örgütlenir’e dair belki öğreneceğimiz çok şey var filmden, ancak yan olayların iyi tasarlanmamış olması senaryo akışkanlığını epey aksatıyor. Öte yandan Rustin’e hayat veren Coleman Domingo’nun etkileyici oyunculuğu muhtemelen onu biyografi performanslarını seven Akademi ödüllerinde güçlü adaylardan biri yapacaktır. Filmin aynı şansa erişmesi ise Obama’nın reklam kampanyasında ne kadar ağırlığını koyabileceğine bağlı.

Mimang

Mimang konusu

Güney Koreli yönetmen Kim Taeyang’ın ilk filmi olan Mimang, çekimlerinin 4 yıla yayılmasıyla bir ilk filme göre iddialı bir vaatte bulunuyor. Birbirlerini önceden tanıdığını anladığımız, ancak aralarındaki tuhaf gerilimden yarım kalmış duygular taşıdıklarını hissettiğimiz genç bir kadın ve erkeğin yıllar sonra tesadüf eseri karşılaşmalarıyla açılıyor film. Zamanın bu karakterlere ve Seul’e neler ettiğine tanık olduğumuz, her biri birer vinyet gibi tasarlanmış, üç bölümlük bir anlatıya evriliyor. Her şey zamanla değişiyor mu, yoksa başladığımız yere mi dönüp duruyoruz? Mimang’ın yönetmeninin kafasını bu sorular meşgul ediyor. Yıllar sonraki yeniden karşılaşmalar bu soruların cevaplarını aramak için ipuçları sunuyor bize. Hayat değişiyor, Seul de öyle. Ancak kent merkezindeki bir heykelin yerinin değişeceği hakkında süregelen dedikodular hiç bitmiyor, ancak heykel her seferinde yerinde duruyor. Ya da eskiden gidilen bir mekânın hala yerinde olduğunu bilmek tanıdık bir ev duygusunu geri çağırıyor geçmişten. Nitekim duygular da bir yere gitmiyor kolayca. Mimang bu açıdan hayatın tam içinden bir film. Karakterleri kentin bir parçası olarak kavrayan minimalist, gösterişsiz bir estetikle yapıyor bunu. Her karşılaşma, kaçırılmış fırsatların ardından yakılmış çok ince duygulanımlara gebe, bu açıdan Güney Kore sinemasının bu yılki parlayan yıldızı Past Lives’ı da andırıyor.   

Gün 9

A Normal Family

a normal family konusu

Son yıllarda sınıf eleştirisini sinemasının alametifarikası haline getirmiş olan Güney Kore’den zenginlerin ahlak anlayışını didik didik eden çarpıcı bir film daha. Biri doktor biri avukat iki kardeşin ailelerine ve birbirleriyle olan ilişkisine yakından bakan A Normal Family, gerçekten de iki ‘normal’ ailenin beklenmedik olaylarla sınanarak kendi normallerinin dışında kalan durumların çıkarları gereği nasıl da normalleştirdiğine çeviriyor odağını. Şiddet kol geziyor filmde; daha açılış sahnesinden izleyici koltuğa çivileyen, trafikte beklenmedik bir şekilde patlak veren bir olay gösteriliyor. Film, vicdan ve adalet duygusunun kaygan zemini hakkında düşünürken aynı zamanda bir evsizin cinayete kurban gitmesiyle iki ailenin değişen ‘normal’ algıları üzerine Agamben’den mülhem bir tür ‘gözden çıkarılabilir hayatlar’ tartışmasının içine dahil oluyor. Yönetmen Hur Jin-ho’nun polisiye ve gerilim estetiğinde çektiği film, izleyici çarpıcı finaline dek tempoyu hiç düşürmeden diken üstünde tutmayı başarıyor. Herman Koch’un bestseller kitabı “The Dinner”dan uyarlama olan A Normal Family, katmanlı ve sürprize açık senaryosuyla bu yılın adını sık duyacağımız filmlerden biri olabilir.

Fingernails

Fingernails konusu

‘Yunan Tuhaf Dalgası’nın yeni yönetmenlerinden Christos Nikou’nun 2020 yapımı Apples’tan sonra çektiği filmi Fingernails, aşkından bir türlü emin olamayanlar için alternatif bir gerçeklikte harika bir çözüm sunuyor. Elbette içinden çıktığı sinema geleneğinin kendine has tuhaf kodlarıyla. Nikou, aşk duygusunun tırnaklarda hissedildiğine inanılan bir gelecekte, çiftler arasındaki bağı sökülen bir tırnak aracılığıyla ölçen, test eden, gerekirse romantik bağları kuvvetlendirici eğitimler veren bir şirket hayal ediyor ve filmin duygu dünyasını sahici kılarak neredeyse hepimizi buna inandırmayı başarıyor. Bu şirkette çalışmaya başlayan Anna (Jessie Buckley) ise partneri Ryan (Jeremy Allen White) ile arasındaki bağı iki kez teste tabi tutarak sertifikalaştırmış olmasına rağmen Riz Ahmed’in canlandırdığı iş arkadaşı Amir karakterine karşı hissettiklerini sorgulamaya başlıyor. Bu noktada film teknoloji ve duygular arasında mekik dokuyan, her şeyin makineleştiği ve ölçülebilir hale getirildiği bir distopyada kalbin sesini dinlemenin mümkünlüğünü sorgulayan bir anlatı benimsiyor. Bütün bu tuhaf ve soğuk dünyanın içinde Fingernails’in duyguları bir sıcaklık yayıyorsa bunda Jessie Buckley’in yine zahmetsiz gibi gösterdiği muazzam oyunculuğunun payı çok büyük.

Gün 10

Here
here konusu

Belçikalı yönetmen Bas Devos ses ve ışığı kusursuza yakın kullanarak duyumsanabilir bir sinema deneyimi yaratıyor son filmi Here’da. Hem de bunu minimalist bir sinematografi ve anlatının içine sığdırarak yapıyor. Film, Brüksel’den memleketine tatile gitmek için hazırlanan inşaat işçisi Stefan ile yosunlar üzerine doktora yapan ShuXiu’nun karşılaşmasına ve aralarında filizlenen vaatkar olmayan bir ilişkilenmeye yoğunlaşıyor. Filmde ne güçlü aşk sözcükleri ne büyülü anlar ne de iniş-çıkışlar var. İkilinin yosunların peşine düştükleri doğa yürüyüşlerinden sızan merak duygusu, şefkat ve incelikler taşıyor filmin duygu yükünü. Tıpkı filmin kendisi gibi duygular da mütevazi. Devos karakterlerine Brüksel’i dolaştırırken kadrajına aldığı inşaat alanlarının ruh bunaltıcı betonuyla doğanın henüz el değmemiş yeşillikleri arasındaki kontrasttan besleniyor. Böylece kenti etnografik bir gözle tarıyor kamera. Here, Berlinale’de de dikkatli üzerine çekmeyi başarmış ve FIPRESCI ve ‘Encounters’ olmak üzere iki ödülle birden dönmüştü. Büyük ve gösterişli filmlerin arasında kaybolmaması gereken Here, bize sinemayı neden sevdiğimizi hatırlatan her şeye sahip.

Snow Leopard

snow_leopard konusu

Snow Leopard, taşra anlatılarına Tibet’ten bakan, ancak klasik taşranın donuk karakterleri ve ağır tempolu anlatımının aksine dinamik ve temposu hiç düşmeyen, yer yer mizaha da başvuran bir film. Nesli tükenmekte olan bir kar leoparının köylülerden birinin geçim kaynağı olan sürünün arasına dalarak koyunları öldürmesiyle başlayan çatışma, koyunların sahibinin kardeşi, babası ve kar leoparını görüntülemeye gelen televizyon ekibi arasında dallanıp budaklanarak insanlar ve doğa arasındaki ilişkiye dair çetrefilli sorular soruyor. Film aynı zamanda ekonomik faaliyet odaklı gündelik kaygılar ile spiritüel değerleri de karşı karşıya getirerek modern dünyanın çelişkilerini Tibet’in taşrasına taşıyor. Bunu, kar leoparlarına hayranlık besleyen ve onlarla bağ kurabilen fotoğrafçı bir keşiş karakteri üzerinden yapıyor Tibetli yönetmen Pema Tseden. Ancak, basın gösteriminde, yönetmenin filmin çekimlerinin tamamlanmasının hemen ardından hayatını kaybettiğini ve filminin Toronto’ya uzanan yolculuğuna tanık olamadığını üzülerek öğrendik. Snow Leopard, Çin’de tamamı Tibetçe çekilen ilk film olma özelliği taşıyor. Etkileyici sinematografisi ve sade sinema diliyle festivalin keşfedilmeye değer filmlerinden biri kesinlikle.

Bir Cevap Yazın