Ana Sayfa Eleştiriler Toronto Film Festivali Günlüğü 6 & 7: Wildcat, Evil Does Not Exist, The Beast

Toronto Film Festivali Günlüğü 6 & 7: Wildcat, Evil Does Not Exist, The Beast

Toronto Film Festivali Günlüğü 6 & 7: Wildcat, Evil Does Not Exist, The Beast
0

Gün 6

Wildcat

Ethan Hawke’ın yönetmenlik koltuğunda oturduğu Wildcat Amerikalı romancı Flannery O’Connor’ın yaratım sürecine, daha doğrusu sancısına odaklanıyor. Filmin başrolünüyse Ethan Hawke’ın kızı Maya Hawke üstleniyor. Maya Hawke’ın etkileyici performansının filmin oldukça düzensiz ve dağınık yapısının arasında kaybolduğunu söylemek gerekiyor. Ethan Hawke, Flannery’nin yazdığı öyküleri hem seslendirme hem de canlandırma yolunu tercih ederek ana kurgu içinde küçük kurgu evrenleri yaratıyor, ancak bunun her zaman iyi bir fikir olmayabileceğinin bir kanıtı olarak ilerliyor film. Bu stil tercihi Flannery’nin kendine has biçimselliğini yansıtmak için bir çaba olarak düşünülse de Flannery’nin ailesinden figürleri de içine dahil ettiği kısa öykülerinin sahnelenmesi filmin kendi içinde bir bütünlüğü olmasının önünde ciddi bir engel gibi duruyor. Zira öykünün bitip Flannery’nin kendi hayatına döndüğümüz anlar bulanık tutularak kaotik bir anlatıya kapı aralanıyor. Bütün bu düzensizliğin içinde Flannery’nin münzeviliğe dair sorgulamaları ve tanrıyla kurduğu diyaloglar filme dair en ilgi çekici ve başarıyla kotarılmış sahneler olduğu söylenebilir. Film, en az Flannery’nin kafası kadar karışık ve en az Flannery’nin kitapları kadar herkese hitap etmesi kolay olmayan bir noktada duruyor.

Ayrıca İlginizi Çekebilir: Toronto Film Festivali Günlüğü 4 & 5: Great Absence, The End We Start From, Son Hasat

Evil Does Not Exist
Evil Does Not Exist konusu
Çağdaş Japon sinemasının en önemli temsilcilerinden biri olan Hamaguchi prestijli festivallere damgasını vurarak dünya sinemasında mertebe atlamaya devam ediyor. Toronto’da henüz festival devam ederken Venedik’te Büyük Jüri Ödülü’nü kazandığı haberi gelen Evil Does Not Exist, kapitalizmin ekolojik yıkımına alışılmadık bir açıdan bakan bir film. Tokyo’nun bir köyünde ormanın içine Glamping projesi yapmak isteyen bir şirketle karşı karşıya gelen bir yerel komünitenin doğanın talanına karşı yaşamı savunduğu uzun bir toplantı sekansı izliyoruz. Buraya kadar her şey normal. Hamaguchi, şirketin bölgeye gönderdiği temsilcilerin hem doğayla hem de yerli insanlarla temas etmesi sonucu dönüşebileceği bir mümkünlük evreni yaratıyor ve burada bir şeytan yok, şeytanın kendisi bizzat kapitalizm mesajını veriyor. Ajansın kentli temsilcileri filmin ana karakteri Takumi’yi ikna etmek için geldiklerinde ormandan su taşıyıp odun kırmak gibi en temel faaliyetler karşısında büyülenerek yabancılaşmış doğalarının farkına varıyorlar. Film doğanın ve doğallığın kutsanmasına dair meditatif bir tempoda ilerlerken finalde şok edici bir twist’e başvuruyor Hamaguchi. Evil Does Not Exist, kamerasını doğanın tam ortasına yerleştirerek içeriden ve yabancılaşmamış bir bakış sunuyor. Bunun yanı sıra belki de ilk kez Hamaguchi sineması için müzik hikayeyle doğrudan entegre biçimde duyguları keskinleştirmek için kullanılıyor. Finalini Hamaguchi’nin kendisinden başka kimsenin anlayamayacağı türden bir muğlaklığa yer vermesi dışında bu yılın en iyi filmlerinden biri.

Gün 7

The Beast
The Beast filmi konusu

Fransız yönetmen Bertrand Bonello’nun son filmi The Beast geçmişin duygusal yüklerinden arınmanın mümkün olup olmadığını sorgulayan bir bilim kurgu evreni yaratıyor ve Gabrielle (Lea Seydoux) ve Louis (George MacKay) arasındaki aşkı bu deneyin bir parçası yapıyor. Kaygısız ve risksiz bir aşk mümkün müdür? Bir yapay zekâ teknolojisi aracılığıyla DNA arındırma programına katılan Gabrielle bu sorunun cevaplarını arıyor. Elbette bu noktada akıllara hemen Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmi geliyor. Ancak Bonello’nun filmi çok daha tekinsiz bir yapıda, 1910, 2014 ve 2044 arasında Gabrielle ve Louis’nin farklı koşullarda karşılaşmalarına odaklanarak ilerliyor. 1910 yılında Paris’in en aristokrat mekanlarını adımlarken, 2014 yılında Louis’in bir ‘incel’ figürü olarak tedirginlik saçtığı anlara zamansal geçişler filmi de türler arası bir yolculuğa çıkarıyor. Henry James’in The Beast in the Jungle romanından serbest bir şekilde uyarlanan The Beast, geçmişi şimdinin bir parçası kılarak alegorik yerleştirmelerle hepimizi sakındığımız duygularımızla yüzleşmeye çağıran Kaufmanesk bir film. Kesinlikle tüketilmesi kolay değil ancak Lea Seydoux ve George MacKay arasındaki kimya seyir zevkini kolaylaştırıyor.

A Happy Day
A Happy Day konusu

Norveçli Kürt yönetmen Hisham Zaman’dan Kaurismaki’ye selam gönderen bir göç filmi. Aslında göç konusu, hikâyenin tamamının Norveç’te refakatsiz çocuklar için hizmet veren bir Geri Gönderme Merkezi’nde geçiyor olmasından temellense de filme asıl duygusunu veren çocuksu aşklar arasında göçmenlik arka planda kalıyor. Üç kafadar arkadaş ülkelerine geri gönderilmemek için sürekli olarak kaçma planı yapıyor ancak binanın bulunduğu konum itibarıyla bu girişim her defasında başarısızlığa uğruyor. Çünkü Geri Gönderme Merkezi dağlarla çevrili, yoğun kar altında hiçliğin ortasında Kafkaesk bir kurum gibi tasarlanmış. Hisham Zaman göçün trajikliğini daha da dramatize etmek yerine absürt bir anlatı seçerek kurum içerisinde tutulan, ailelerinden bir şekilde ayrı düşmüş çocukların oyunbaz çocukluklarına odaklanıyor. Bu sebeple tuhaf görünümlü 1-2 kişiden ibaret görünen kurumun gerçek bir temsiline ihtiyaç yok. Polislerin dahi gülünç figürler olarak seçilmesinin yönetmenin göç konusunda odağının devlet ya da kurumları değil çocukların alıkonulmuş yaşamları olduğunun açıkça altını çiziyor. Her şeyin gerçeküstü olduğu bir mekânda çocuklardan ikisinin kısıtlı bir zamana sığdırmaya çalıştıkları bazen umutsuz bazen platonik aşkları sahici ve dokunaklı tek duygu olarak kristalize oluyor. Norveç’in bembeyaz coğrafyasının nimetlerinden yararlanan sinematografisiyle A Happy Day festivalin gizli cevherlerinden biri.

Bir Cevap Yazın