Ana Sayfa İnceleme 42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #1

42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #1

42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #1
0

6 Nisan’da basın gösterimleriyle başlayan 42. İstanbul Film Festivali, 18 Nisan’da Soho House’da yapılan ödül töreniyle kapanışını yaptı. Uluslararası Yarışma’da Altın Lale Ödülü’nü Houman Seyyedi’nin yönettiği Üçüncü Dünya Savaşı kazanırken jüri başkanlığını Emin Alper‘in üstlendiği Ulusal Yarışma’da En İyi Film ödülü Ayşe Polat‘ın yönettiği Kör Noktada filmine verildi. Bu yıl festivalin konuğu ise 2022 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Fransız yazar Annie Ernaux oldu. Oğlu David Ernaux-Briot ile birlikte hazırladığı Super-8 Yılları isimli belgeselinin gösterildiği festivalde Ernaux, 14 Nisan’da The Marmara Hotel’de yapılan basın toplantısında yoğun ilgi gördü ve kendisine yöneltilen soruları yanıtladı.

Hırçın (Scrapper)

Festivalin ‘Galalar’ bölümünde izlediğimiz Scrapper, Ocak ayında ilk kez gösterildiği Sundance Film Festivali’nden ‘Büyük Jüri Ödülü’ ile ayrılmıştı. Annesini yeni kaybetmiş, Londra’nın bir banliyösünde tek başına yaşayan Georgie’nin bir anda ortaya çıkan babasıyla değişen hayatı üzerine tatlı, sıcak ve küçük bir film karşımızdaki. Müzik videoları ve kısa filmleriyle tanınan Londra doğumlu genç yönetmen Charlotte Regan, ilk uzun metrajında, keyifli olduğu kadar draması da kuvvetli bir büyüme öyküsüne imza atmış. Filmin yıldızı ise canlandırdığı karakterle filmin hem mizahi hem de hüzünlü yönünü perdeye yansıtmayı başaran Lola Campbell şüphesiz. Teması ve tonuyla The Florida Project (2017) gibi bağımsız yapımların yanında yer alacak film, Regan’ın sonraki filmlerini merak etmemize yol açıyor. 6/10

Saint Omer

Öncesinde We (2021) isimli belgeselle sinema kariyerine atılan Senegal kökenli Fransız yönetmen Alice Diop, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışan ilk kurmaca filmi Saint Omer ile özellikle sinema yazarlarının beğenisini kazanmış görünüyor. 2013’te yaşanmış gerçek bir olayı dramaya çevirme amacıyla hareket eden yönetmen, kendi bebeğinin katili olarak suçlanan bir kadını ve bu davayı takip eden edebiyat profesörü Rama’yı kadrajına alıyor. Aynı zamanda bir roman yazarı olan ve bu davayı bir kurmaca esere dönüştürme hevesiyle yola çıkan Rama, dava sürecinden oldukça etkileniyor ve bu deneyim ona Fransa’da bir göçmen ve kadın olmanın travmasını birebir yaşatıyor. Rama’nın annesiyle ilişkisini hatırladığı çocukluğu yine burada bir hafıza nesnesi. Film altmetniyle, son dönemde edebiyat ve sinemada sıkça işlenen postkolonyal teorilere zemin açıyor. Tartışmalı ve riskli bir konuyu işleyen yönetmenin mahareti bu kısımlarda yarattığı görsel ve işitsel dilde. Aynı zamanda kurmacanın ve yazarlığın kendisinin sorgulandığı bir anlatı vadediyor. Fakat davayı takip ettiğimiz kısımlarda uzun uzadıya girilen diyaloglar ve monologlar seyirciyi sinema hissinden uzaklaştırıp bir doktora tezinin tartışıldığı video klip izliyor havasına sokabilir.  5,5/10

Küçük Evren (Sur l’Adamant)

In the Land of the Deaf (1992) ve To Be and to Have (2002) gibi işleriyle bilinen Fransız belgeselci Nicolas Philibert‘in Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı kazanan son filmi, Seine Nehri üzerinde konuşlanmış yüzer haldeki bir bakımevini kendisine mesken ediniyor. Akıl hastalıklarından muzdarip yetişkinlerin konakladığı bu mekanın gündelik ritmine tanık olduğumuz belgeselde, çoğunlukla hastaların hayat öykülerini dinliyoruz. Belgeselin seyirci ve anlatıcı için birlikte iyileştirici hatta eşitleyici tarafları var elbette ama son 5 yılda izlediğimiz, sinema açısından çığır açıcı belgesellerin yanında tarz olarak pek yenilik sunamadığı için zayıf kaldığını söylemek gerek. Yetenekli, muzip ve bilge hastaların toplumla ve sistemle ilgili anlattıkları bazı anlarda hipnotize edici bir etki yaratıyor fakat filmin süresini doğru kullanaması sebebiyle bu etki kalıcı olmuyor. 5/10

Pasajlar (Passages)

Love Is Strange (2014) ve Little Men (2016) filmleriyle tanıdığımız Amerikalı bağımsız yönetmen Ira Sachs, günümüzde Paris’te geçen filminde Alman yönetmen Tomas’ı öyküsünün merkezine alıyor. Yeni tanıştığı genç oyuncu Agathe ile bir ilişkiye başlaması, 15 yıldır birlikte yaşadığı Martin’le olan ilişkisini sekteye uğratıyor. Oldukça basit ve klişe görünen bu konuyu Sachs, iyi yazılmış karakterler, güçlü oyunculuklar, dinamik kamera ve yer yer mizah katarak etkileyici bir şekilde anlatıyor. Paris’in keşmekeşinde mekandan mekana, renkten renge, farklı ruh hallerine bürünen karakterleri takip ettiğimiz film, modern zamanlara ve ilişkilere yakından ve farklı açılardan bakmamıza olanak sağlıyor. Yönetmenin maharetlerinden birisi de bu film özelinde, sonrasında duygu değişimlerine sebep olması sebebiyle seks sahnelerine özen göstererek genellikle tek plan çekmesi. Henüz kariyerinin başında rol aldığı Victoria (2015) ve Transit (2018) filmerinden beri heyecanla takip ettiğimiz, her yeni filminde kendi koyduğu zirveleri aşan Franz Rogowski özellikle bu sahnelerde, bedeniyle ve sesiyle gösterdiği performansla yine hayran bırakıyor. 6,5/10

Burada (Here)

Berlin Film Festivali’nin sürpriz keşifler çıkardığı ‘Encounters’ bölümünden En İyi Film ve FIPRESCI ödülü ile ayrılan Here, Flaman yönetmen Bas Devos‘un 4. uzun metrajı. Önceki filmlerini de merak etmemize sebep olan son filminde Devos, Apichatpong Weerasethakul ve Tsai Ming-liang gibi Asyalı ustaları anımsatan oldukça olgun bir işe imza atmış. Doğanın, çevresinin ve kendinin farkında dingin ve engin bir sinema örneği. Rumen inşaat işçisi Stefan ve biyoloji doktorası yapan Çin asıllı Shuxiu merkezde. Brüksel’de yolları kesişen bu iki göçmen arasında başlayacak sevgi adeta laboratuvar ortamında, mikroskop altında çalışır gibi oldukça hassas işleniyor ve ağır ağır gelişiyor. Klişe tabirle “aşkın doğası”na, hatta bilimin, emeğin doğasına mikroskop tutan bir film. Sık sık araya giren orman imgeleri ve sesler zamanı unutturuyor. Doğayı, bilimi ve aşkı buluşturduğu nokta ayakta alkışlanası. Dolapta kalan sebzelerle yapılan çorbanın 40 yıl hatrı varmış meğerse. 8/10

Tótem

Meksikalı yönetmen Lila Avilés‘in 73. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Ana Yarışma’da gösterilen filmi, 7 yaşındaki Sol’ün babasının doğumgünü partisi için geniş aile evine yaptığı ziyareti konu ediniyor. Bir büyüme öyküsü ve bir aile portresi olarak okunabilecek film, Latin Amerika sinemasına özgü temalara sahip taraflarıyla öne çıkıyor. Kendi coğrafyamızdan da aşina olduğumuz kalabalık ailelerdeki kargaşa filmin ana karakteri olarak büyük yer kaplıyor. Hastalık, çözümsüzlük, iletişimsizlik bu coğrafyaların kaderi gibi. Bu evlerden sağlıklı çıkmak isteyen çocukların ise dilek tutmayıp hayal kurmadan hayatın gerçekleriyle erken yüzleşmesi gerekiyor. Yönetmen Avilés, ev içinde, dar mekanlarda, yakın planlarla ve plan sekanslarla kamerasını çok iyi kullanarak seyirciyi sürekli diken üstünde tutan bir yapıma imza atmış. Filmin finali ise en yaratıcı ve etkileyici tarafı şüphesiz. 5,5/10

Bir Cevap Yazın