Ana Sayfa İnceleme 42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #2

42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #2

42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #2
0

Güvenli Bir Yer (Safe Place)

Gösterildiği Locarno, Saraybosna gibi festivallerde önemli ödüller kazanan Sigurno mjesto, Juraj Lerotíc‘in ilk filmi. Festivalin ‘Genç Ustalar’ bölümünde seyirciyle buluşan ve Genç Jüri Ödülü’nün sahibi olan film, bir ailenin zorlu geçen 24 saatini perdeye aktarıyor. Otobiyografik özellikler taşıyan ve yönetmeni Lerotíc’in başrolde kendisine yer verdiği yapım, Damir’in intihar teşebbüsü sonrası annesi ve kardeşinin olaya dahil olmasıyla yaşananları çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Hastane koridorlarında, otel odalarında ve yollarda geçen filmde ailesi Damir’i dış tehlikelerden korumak için “güvenli bir yer” arıyor fakat bir türlü bulamıyor. Gerilimini ince ince ören, sabit kamerasıyla olayları uzaktan soğukkanlı bir şekilde seyreden yönetmen Lerotíc, hazmı kolay olmayan, sert, dokunaklı bir dramaya imza atıyor. Film süresini etkin kullanamayıp bazen tekrarlara düşse de akıldan çıkmayacak müthiş finaliyle izlenmeyi ve konuşulmayı hak ediyor. 5,5/10

Super-8 Yılları (Les Années Super 8)

Geçtiğimiz sene Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanarak ülkemizde de geniş bir okur kitlesine ulaşan Annie Ernaux‘nun seslendirdiği, oğlu David Ernaux-Briot‘nun yönettiği, eski eşi Philippe Ernaux’nun kameraman olarak görev yaptığı belgesel, super 8 mm kamera ile 1972 ile 1981 yılları arasında çekilmiş görüntülerden oluşuyor ve adeta bir ailenin videolu fotoğraf albümü niteliğini taşıyor. Çoğunlukla ev içindeki mahrem hatıraları, yazarın annelik tecrübelerini izlediğimiz ve dinlediğimiz filmde, Ernaux’nun magnum opusu Seneler ve diğer kitaplarından aşina olduğumuz temaları bulmak mümkün. Yazar Ernaux’nun kelimelerle yaptığı kurmaca yöntemi bu kez beyaz perdede ve Şili, Rusya gibi önemli duraklara uğruyor. Bireyselden yola çıkıp toplumsal belleğe ulaşmasıyla özgün bir edebiyat yaratan Ernaux, yine döneme ve kendi kuşağına dair söylemler üretmeyi başarıyor. Bakış tarzı, avangard ve deneysel belgeselci Jonas Mekas‘ı bir bakıma hatırlatan belgeselin farkı burada. Yine de son olarak şunu söylemek gerek; Ernaux’nun romanlarında, bazı anlara odaklanarak kalemiyle ortaya çıkardığı görsel hafıza, ne yazık ki video ve ses birlikteliğiyle bile ulaşılamaz bir seviye. 6/10

Yaşamak Kötü (Viver Mal)

Festivalin bu sene Uluslararası Yarışma jüri başkanlığını da üstlenen Portekizli yönetmen João Canijo‘nun ikiz filmleri Kötü Yaşamak ve Yaşamak Kötü mekan olarak aynı otelde geçiyor. Sabit kamerasıyla insanları gözlemleme çabasında olan yönetmen, Viver Mal filminde 3 ayrı çiftin bir gününe odaklanıyor. 3 öykünün ortak noktasında, anneler aile içinde baskın konumda ve çiftlerin hayatına farklı şekillerde müdahil olmaya çalışıyor. Fakat bu öykülerden ahlaki bir mesaj çıkarmak pek mümkün değil. Yönetmen de bu amaçla hareket etmemiş olacak ki üst sınıftan insanların sevme biçimlerine, karmaşık duygu hallerine ve ilişkilerine odaklanmış sadece. Temasıyla az da olsa Ruben Östlund sinemasını anımsatan filmin tek sevdiğim tarafı kusursuz görüntü yönetimi oldu. Seyircisine pek bir şey vaat etmeyip ondan sabır, özveri ve katılım isteyen, son dönemde sıkça gördüğümüz bu tarz sinema örneklerinden sıkılmış olabiliriz. 3,5/10

Infinity Pool

Festivalin ‘Mayınlı Bölge’ seçkisinde izleme şansı bulduğumuz, babası David’in yolundan giden Brandon Cronenberg‘in filmi yine bir Sundance ürünü. Suçların kısasa kıssas yöntemiyle cezalandırıldığı tuhaf bir tatil kasabasında geçen filmde, zenginler para ödeyerek kendi bedenleri yerine kopyalarının ölümünü seyredebilmek gibi korkunç ama alışırsanız zevkli bir ayrıcalığa sahipler. Film bulduğu bu fikrin üstünden oyunlu, seyircisini şaşırtan bir seyir izliyor bir yere kadar. İyi bir kurguyla asit kafası yaşatan etkileyici bir görsel çalışma var ortada, karakterde bu süreçte kendini kaybediyor. Fakat maskeli partiler, soygunlarla geçen hedonist ve eğlenceli ilk yarının ardından finale giden yolda aynı fikirleri sündürerek saçmalıyor. Bu kaotik ve postapokaliptik kasabanın nasıl oluştuğu ve orada yaşayan insanların kim olduğu gibi daha büyük bir resmi açığa çıkarmak yerine bireyin kendiyle olan savaşına bağladığı noktada film, seyircinin burun kıvırmasına sebep oluyor. 4/10

Iguana Tokyo

Prömiyerini Venedik Film Festivali’nin ana yarışmasında yapan ilk filmi Sivas ile hem seyirci hem de sinema eleştirmenleri tarafından çok sevilen bir işe imza atan Kaan Müjdeci‘nin yeni filmini uzun süredir merakla bekliyorduk. İlk olarak Antalya Film Festivali’nde Altın Portakal için yarışan filmde, Tokyo’da yaşayan, zaman zaman Japonca konuşan Türkiyeli bir ailenin gözünden yakın bir gelecek tasviri izliyoruz. Kızlarına aldıkları popüler oyun M² bağımlılık yaratıyor ve bir bakıma hayatlarını değiştiriyor. Gerçekle-oyun/kurgu arasında bireyin kaybolması kağıt üstünde çok iyi bir fikir belki. Görsel olarak ilgi çekici bir dünya yaratılmış fakat öykü akışı ve diyaloglar filmi anlamlı kılmaya yetmiyor. Karakterlerin sanal oyunun içerisine girdiklerinde ne yaptıkları, ne için yaptıkları, evin bir diğer ferdi olan iguananın tüm bu olaylar içindeki yeri ve akıbeti pek anlaşılmıyor. Öyle ki bu karmaşadan çıkabilmek için finalde anne karakterine ısrarla aynı monologlar tekrar ettiriliyor. Bir bilimkurgu filminde mantık aramak seyirci olarak ilk refleksimiz doğal olarak. Festivalde hakkı teslim edilerek kazandığı En İyi Sanat Yönetmeni (Meral Efe Yurtseven, Yunus Emre Yurtseven) ve En İyi Özgün Müzik (Kazuya Nagaya, Sound Walk Collective) bu oldukça çiğ filmin tek katlanılası tarafları maalesef. 2/10

Al Yelkenler (L’envol)

İlk kurmacası Martin Eden filmiyle kitlelerce tanınan bir yönetmene evrilen Pietro Marcello‘nun Sevilla Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü kazanan son filmi Scarlet, yine bir dönem filmi olma özelliği taşıyor. 1. Dünya Savaşı veteranı Raphael’in Kuzey Fransa kırsalındaki köyüne dönüşüyle açılan film karakterin iş bulma konusunda yaşadığı zorluklar ve köy ahalisi tarafından adeta bir yabancı gibi görülüp dışlanması ile devam ediyor. Yönetmen Marcello’nun önceki filminden de aşina olduğumuz gibi arşiv görüntülerini aralara serpiştirerek bir estetik yarattığı ve tarihi drama konusunda yeni bir ekole dönüşebileceğini söylemek mümkün. Yönetmenin artık kendine has bir dil yarattığı aşikar fakat bu yeni dil tekrar ettikçe ekşi tat veren, seyirciyi bıktıran bir stile de dönüşebilme tehlikesi taşıyor. Film ilk yarısında bir savaş gazisinin yoksulluğu ve çaresizliği üzerine bir drama kurarken, ikinci yarısında kızının büyümesiyle onun hayatına ve “al yelkenli” prensini beklediği oldukça klişe bir romansa evriliyor. Dolayısıyla önceki işlerinde kullandığı 16 mm kamera ve docudrama tarzıyla buradaki büyülü, masalsı anlatılar arasında oldukça büyük tezatlar oluşmasına yol açıyor. 6/10

Bir Cevap Yazın