Ana Sayfa İnceleme 42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #3

42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #3

42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #3
0

Kavur

Festivalin ‘Ulusal Belgesel Yarışması’nda gösterilen Fırat Özeler‘e ait film, sinemamızın değerli yönetmenlerinden Ömer Kavur‘un personasından yola çıkıp zaman zaman kurmacayla flörtleşerek bir arayışın peşine düşüyor. Kavur sineması üzerine değil, Kavur’u bir film karakterine dönüştürüp onu anlamak, dertlerini dinlemek, çabasını hissetmek, geçtiği yolları hayal etmek üzerine bir belgesel karşımızdaki. Anayurt Oteli’nde “gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” sanki Gizli Yüz filmini izlemiş de filmdeki esrarın peşine düşmüş, Funda Eryiğit‘in seslendirdiği kadın anlatıcı bu rolü üstlenirken Cem Yılmaz‘ın seslendirdiği erkek anlatıcı Kavur’un zihnini ve hayata bakışını okur gibi. Bir yandan Orhan Pamuk‘un Yeni Hayat romanının meşhur giriş cümlesi “Bir gün bir roman okudum ve hayatım değişti.” birbiriyle sürekli diyalog halinde olan bu iki karakteri yollara düşürmüş belki; romandaki Osman ve Canan farklı saiklerle birbirini arıyor, benzer yollardan, birbirlerine temas etmeden geçiyor. Özeler, Kavur’u filmleriyle anlamaktan çok yalnız bir birey olarak geçtiği yolları takip etme, arayış, yüzleşme ve diyalog çabasına girmiş ve alışık olduğumuz biyografilerden uzak oldukça özgün bir işe imza atmış. Tüm bunlar sayesinde Kavur‘u kolaylıkla bir yol filmi olarak da nitelendirebiliriz. Kavur’un Anayurt Oteli ve Gizli Yüz filmlerinden kısa görüntüler yer alsa da yönetmenin filmlerinin hayranı seyirciler için bu beklentiyi karşılamayacaktır. Yine de filmin sonunda Kavur’un daha önce ortaya çıkmamış kısa filmi İntihar aracılığıyla Maya Deren gibi yönetmenlerden esinlendiğini, deneysel sinemaya yakınlığını görmek şaşırtıcı olacaktır. Kavur, seslendirme ekibi, müziği, estetik planları ve kurgusuyla deneysel sinemamızda özel bir yerde duracaktır. 5,5/10

Cam Perde

Eşinden yeni ayrılmış, 4 yaşındaki oğluyla birlikte yaşayan Nesrin’in patriyarka ve bürokrasiyle mücadelesi Fikret Reyhan‘ın 3. filminin ana eksenini ve meselesini oluşturuyor. Bir yandan sevgilisi Selim ile yeni bir hayat kurmak isterken, diğer yandan eski eşinin sürekli hayatına karışması, onu manipüle etme çabası, duygusal şiddet uygulaması Nesrin’in günlerini zorlaştırıyor. Sinemasını beğendiğimiz, özellikle bir önceki filmi Çatlak ile Rumen Yeni Dalgası karşılaştırmaları ve övgüleri yapılan Reyhan’ın bu film ile sınıfta kaldığını düşünüyorum. Kadına şiddet, hayatlarındaki gidişata dair kadınların özgür bir iradeyle seçim yapamaması, ev içi emek gibi sorunlara temas edilen filmden farklı bir estetik, sinema, görsel dil, bir yenilik çıkaramıyoruz. Özellikle kadın karakterin ev içinde gergin bir şekilde dolanmasını, balkonda 3-4 defa sigara içişini tekrar tekrar izliyoruz ve bu sekansların öncesi, sonrası sinema adına hiçbir şeye hizmet etmiyor. Filmi doldurmak için eklenmiş boş sahneler gibi kalıyor hafızamızda maalesef. Reyhan’ın üzerindeki İran Sineması ve özellikle Asghar Farhadi etkisi maalesef kendi dilini baltalamış, özgünlüğünü baskılamış görünüyor. Filmin yaratıcı ve gerilim yüklü finali hariç üzerine konuşulacak pek bir alan açmadığını kabul etmek gerek. 3/10

Yukarı Çık (Walk Up)

Çağımızın en üretken yönetmeni Hong Sang-soo, benzer temalar, benzer karakterler, benzer hisler üzerine bir sinema inşa ederken filmlerinde niteliği korumayı ve her seferinde yeni şeyler çıkarmayı bir şekilde başarıyor. Görünülmesi zor incelikte bir fikir ve duygu üzerine genellikle kadınlar ve erkekler ve birbirleriyle ilişkileri üzerine bir sinema dili kuran Güney Koreli yönetmen Hong, yine kendi personasına ironik göndermeler içeren bir yönetmeni başrole koyuyor. Byungsoo iç mimar olan eski arkadaşını ziyaret amacıyla kızıyla bir apartman binasına gelir. Hong’un alametifarikasına dönüşen uzun sohbetlerin edildiği yemek ve içki masasında hayat ve sanat üzerine pek dişe dokunur olmayan şeyler konuşulur, sarhoş olunur, saçmalanır. Zaman atlamalarıyla binanın 3 farklı katında 3 farklı kadınla bir ilişki içine giren Byungsoo sanki paralel evrenlerdeki ihtimallerin peşinde koşuyor. Her filminin sonunda varolmayı kutsayan, gelecek olasıklıkların heyecanına kapılmayı, gökyüzüne bakıp şanslı hissetmemizi dileyen epey naif, doğal fakat büyülü bir sinema. 6,5/10

Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar

Önder Esmer‘in ilk yönetmenlik çalışması olan film, 1965 yılında Onat Kutlar ve arkadaşı bir grup entelektüelin çabasıyla kurulan Türk Sinematek Derneği’ni konu ediniyor. Edebiyatla ilgilenen ve öyküler yazan Kutlar, felsefe okumak için 1961 yılında Paris’e gider ve burada tanık olduğu sinema kültüründen, Fransız Sinematek’inde izlediği filmlerden çok etkilenir, sinema tutkusu başlar. Türkiye’ye döndükten sonra başlarda çok zorlansa da çok istediği projeyi gerçekleştirir, bir dernek çatısı altında film gösterimlerinin yapıldığı ve sonrasında filmlerin tartışıldığı bir kültür ortamı yaratılır. Çoğunlukla dönemin ünlü isimleriyle yapılan röportajlardan oluşan ve Yeni Sinema dergisinin ‘Yeşilçam’ sineması ile ilgili başlattığı tartışmalara yer veren belgesel, sinemamızın gelişiminin için kritik bir dönemi aydınlatma çabasında. Kutlar’ın hayatı başlı başına bir olay olduğu için izlenesi, duygusal olarak etkileyici bir belgesel var ortada fakat belgeselin isminin hakkını veremediği açık.  Son yıllarda farklı yönlerde gelişen ve önemli festivallerde ana yarışmalarda gösterilen belgesel sinemasını düşündüğümüzde Esmer’in çabası basit ve sıradan kalıyor. Onat Kutlar‘ın Sinema Bir Şenliktir kitabını okuyan ve Türk Sinematek’i kuruluşunda yaşadığı zorlukları bilen bir seyircinin arşiv görüntüleri ve fotoğraflar hariç belgeselde farklı bir şey bulması zor. Paris’te yaşadığı dönem, dönemin siyasi mücadeleleri arşiv görüntüleri mevcut değilse de eski kameralar kullanılarak kurgusal kısa video kamera kayıtları ile bir şekilde eklemlenip film zengişletirilebilirmiş. Film sinema tarihimiz için büyük bir eksiği kapatıyor gibi görünse de çok iyi bir öykü kitabına da sahip Kutlar’ın karmaşık, zengin ruhunu başarıyla yansıtacak bir eser yaratılması için daha fazla üzerine çalışılması gerekiyor belki de. Sinemaya yeni heveslenmiş genç kuşağın film kültürümüzün başlangıcı sayılabilecek sinematek ve Kutlar ile tanışması için mühim bir belgesel olduğunu söyleyip hakkını teslim etmek gerek yine de. 4,5/10

Kızıl Gökyüzü (Rotter Himmel)

Prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülünü kazanan ve eleştirmenlerden iyi yorumlar alan Christian Petzold‘un taze filmi Afire, yazma sıkıntısı yaşayan bir roman yazarını ve bitirme projesi için fotoğraf çekme amacıyla ona eşlik eden arkadaşının tatil için geldikleri orman kenarında bir yazlık evdeki günlerini kadrajına alıyor. Yönetmenin önceki üçlemesinin (BarbaraPhoenixTransit) aksine günümüzde geçen film, 4 arkadaş arasında hızlı bir şekilde gelişen duygusal ilişkilere mizah tonlu bakış atıyor gibi başlasa da yaklaşan alevler ruh durumlarının değişmesine neden oluyor. Oldukça narsist olan, romanından başka bir şey düşünmeyen Leon’un karşısına çıkan Nadja ile ilgili hisleri sebebiyle afallaması, arkadaşlık ve diğer iletişim mevzularında çuvallaması, hayatın gerçeklerine ve ritmine ayak uyduramaması filmin görünen üst tabakasını kaplıyor. Edebiyata, müziğe, sanata romantik bir saygı duruşu oluşunun yanında Petzold’un Harun Farocki ortaklığındaki önceki filmlerinden bildiğimiz direkt politik, günümüz tehlikeleri konusunda uyarıcı tarafları da mevcut. Yaklaşan yangının, tehlikenin veya ölümün yaşamın kıymetini acilen anlamamıza ve hareket geçmemize dair düşünme biçimi de politik doğrucu olmadan politika yapmayı başaran yönetmenin becerisi. Buradaki hareketse geçici yaz aşklarına değil 19. yüzyıl Alman Romantizmi’ne yani sanata yaklaşması gereken aşka doğru. Sevda da politik eyleme dahil diyor Petzold. Nadja’nın kim olduğunun anlaşıldığı, Heinrich Heine‘nin muhteşem ‘The Asra’ şiirinin okunduğu yemek masası, filmin arşa değdiği bölüm olarak kolay kolay unutulmayacaktır. Paula Beer perdede yine değerli bir taşmışcasına parlıyor.

Birçoklarınca başyapıtı olan Transit‘i bazı açılardan hatırlatacaktır Kızıl Gökyüzü. Yazılan romanın bir süre sonra filmin kendisine dönüştüğü yine bir edebiyat oyunu, mise en abyme, Petzold’un numalarından sadece bir tanesi. Sanat, gençlik, yaşam, aşk, kaçan zaman ve fırsatları günümüz ikliminde düşünmemizi söyleyen, biz seyircileri buna zorlayan, aynı yüzyıla düştüğümüz için şanslı olduğumuz Petzold’un son şaheserini sindirebilmek için kesinlikle ikinci izlemenin zorunlu olduğunu söylemek gerek. Rohmer yazlarını anımsatacak bu muhteşem sayfiye filminde Petzold’un mekanı ustaca kullanışı ve yaşayan en özgün yönetmeni izliyor olmanın hazzı büyük perdede görülmeye değer. 7,5/10

Bir Cevap Yazın