I’m Thinking of Ending Things (2020): Bin Parçalık Bilinç Seti
“Gerçekten hiçbir çözümüm yok ve çözüm getiren filmlerden hoşlanmam. İnsanların üzerinde düşünebilecekleri durumlar yaratmak istiyorum. Yapmanız gereken ilk şeyin, kendinizi sevmeyi öğrenmek olduğunu söyleyerek biten bir filmden nefret ederim. Bu son derece aşağılayıcı, küçümseyici ve aynı zamanda oldukça anlamsız. Benim karakterlerim, birbirlerini ya da kendilerini sevmeyi öğrenmezler.” Charlie Kaufman
Charlie Kaufman: 1970’lerde muhalif tavırla baş gösteren Yeni Hollywood kuşağının, Michael Cimino’nun Heaven’s Gate (1980)’inin yarattığı ekonomik fiyasko sonrası Hollywood’un tekrar stüdyo sistemine dönmesiyle bu kuşağın etkilerinin kaybolduğu dönemde, kaleme aldığı ilk uzun metraj film Being John Malkovich (Spike Jonze, 1999)’ten günümüze; bilinç, bellek ve gerçek dışı unsurları tek potada erittiği kurgularla özgün yapıtlar veren, az sayıdaki temsilcilerinden. Kafuman’ın, senaryosunu Iain Reid’in aynı isimli kitabından uyarladığı I’m Thinking of Ending Things (Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum); nasıl gelişeceğini kestirmenin güç olduğu anlatısı ve huzursuzluk verici, klostrofobik elementleriyle öne çıkan bir yapıt.
Yazının devamı film ve filmin uyarlandığı kitap hakkında birçok sürprizbozan içermektedir.
Kaynak materyal üzerinden bakıldığında, filmin büyük anlamda kitap kurgusuna sadık kaldığını söylemek mümkün. Fakat Kaufman’ın özellikle roller üzerinden anlatıyı çok daha muğlak hale getirip, farklı alanlara ait kavramsal ögeleri daha cömertçe kullanması; kitaba göre oldukça girift bir yekûna vesile oluyor. Kitabın bölümleri arasında, bir intihara dair yapılan konuşmalar ve verilen bilgiler okuyucuyu kolayca tahmin edebileceği bir sona yönlendirirken, Kaufman öyküde hiçbir sabit nokta bırakmayarak herhangi bir anın üzerine odaklanabilme fırsatı bırakmıyor.
Çiçek desenli duvar kağıtları ve bir anlatıcı sesi ile açılan film, bir zihinde dönüp dolaşan, saplantı haline gelmiş ‘’her şeyi bitirmeyi düşünüyorum’’ düşüncesi ile birlikte; izleyenleri bir evin çeşitli kısımlarında gezintiye çıkarıyor. Dış mekâna geçildiğinde ise, hatırlayabildiği kadarıyla yedi haftadır birlikte olduğu erkek arkadaşı Jake (Jesse Plemons)’i, onun ailesinin çiftlik evini ziyaret edecekleri yolculuk için bekleyen; ismi şimdilik Lucy (Jessie Buckley) olan karakteri görüyoruz. Kendisi aynı zamanda anlatıcı sesin de sahibi. Sonrasında, kabaca 4 kısımdan oluşan anlatı şemasından ilki başlıyor.
Lucy ve Jake’in, çiftlik evine yolculuğu, bol referanslı ve konuşkan bir yapıda ele alınıyor. Sekans, Abbas Kiyarüstemi’nin yol filmlerinin gerçekçi dokusunun örselenip, tekinsiz bir üslupla yeniden yansıtılmış hâli adeta. Sekanstaki diyaloglar ve referanslar ise tüm filme yayılmış parçaların ipuçları niteliğinde. Özellikle Oklahoma! (Fred Zinnemann, 1955) nezdinde baktığımızda, Jake’in kaybolduktan sonra ilk göründüğü an ve akabinde gelişenler, Laurey’in Curly ile hayalinde ettiği dansı ve bunun Jud tarafından nasıl bozulduğunu yeniden hayata geçiriyor. Filmin en önemli enstrümanlarından, zamanın akışkanlığındaki izafi durum da ikilinin yoğun diyaloğunda kendine yer buluyor.
İkilinin çiftlik evine varmasıyla ikinci kısma geçen yapıt, temel kırılma noktalarının yaşandığı bu bölümde bilinç-bellek-algı düzlemini yerle bir ediyor. Bu sekansla birlikte Kaufman, bilinci fiziksel mekân ile özdeşleştirip, kesmeler ve nahif kamera hareketleriyle; gerçeküstücü damarını gerilim tonuyla besliyor. Karakterin mekândaki herhangi bir yer değişimi, zamanda veya kimliklerde ani sıçramalar yaratabilirken; aynı zamanda Jake’in, ailesi ile kurduğu ilişkinin farklı boyutlarına da şahit oluyoruz. Filmin bir evle yapılan açılışı göz önüne alındığında, bir bilincin içinde çıktığımız gezinti, çiftlik eviyle birlikte bu bilincin farklı katmanlarına bırakıyor yerini. Tüm karakterler, bir çubuğun ucuna bağlanmış bir ipteki herhangi bir nokta gibi, her an her yerde olabilirken; buradaki çubuğun Jake olduğunu söylemek pek hatalı bir benzetme olmayacaktır. Bütünüyle ele alındığında, neredeyse soliptik denebilecek bir zihnin ürettiği karmaşa, pek tabii her anlamda anlaşılırlık iddiasında değil.
Yeni ismiyle Louisa’nın, yemek masasında Jake’in anne (Toni Collette) ve babasına (David Thewlis) gösterdiği çizimler, romantik tonalist ressam Ralph Albert Blakelock’a ait çalışmalar. Bu çalışmaları duvara asılmış posterler şeklinde, Bates Motel’inkini andırırcasına dizayn edilmiş, bodrum katında görüyoruz. Posterlerin altında ise, bu çalışmaların, üzerlerinde Jake yazan acemice taklitlerini. Filmin açılışındaki evde gördüğümüz bir diğer romantik ressam Caspar David Friedrich’in Der Wanderer über dem Nebelmeer (Bulutların Üzerinde Yolculuk, 1818) tablosu ve Louisa’nın, Jake’in üst kattaki eski odasında rastladığı kitaplardan birinin yazarı olan William Wordsworth düşünüldüğünde, imgelerle dolu metaforik içerik zengini bu yapıtın romantizmle bağdaşıklık kurmuyor olması düşünülemez. Kitapların arasında Anna Kavan’ın Ice’ına, biyoloji ve kimyaya dair birçok esere, Maniac (William Lustig, 1980), They Live (John Carpenter, 1988), The Thing (John Carpenter, 1982) gibi kült filmlere, yine filmin sonundaki ödül konuşmasının esin kaynağı A Beautiful Mind (Ron Howard, 2001)’a, Pauline Kael’in For Keeps: 30 Years at the Movies kitabına, 46 yaşında intihar ederek yaşamına son veren yazar David Foster Wallace’ın Supposedly Fun Thing I’ll Never Do Again’ine ve Lucy’nin arabada okuduğu “Bonedog” şiirinin de yer aldığı Eva H.D.’ye ait Rotten Perfect Mouth’a rastlamak mümkün. Yemek masasında bahsi geçen, Andrew Wyeth’ın Christina’s World (1948) tablosu ise, filmin anlatısını tek başına resmeder nitelikte. Bilinçle özdeş haline geldiğini belirttiğimiz mekân, tıpkı bu tablodaki gibi, film boyunca belirli bir mesafeden izleyici tarafından deneyimleniyor. Buradan da anlaşılabileceği üzere, filmdeki herhangi bir kültürel referans, hikâyenin bir noktasında kendine yer edinebilirken aynı zamanda işleyiş aksına da etkide bulunuyor. Bu, karakterlerin okuduğu bir şiir ya da filmin gerilimden müzikale değişebilen tonunda etkili olan biçime dair sinematik içerik olabilir.
Üçüncü ve dördüncü kısımları ardışık olarak ele aldığımızda, silikleşen anılar ve kimliksizleşen karakterlerin iç içe geçmeye başladığını görüyoruz. Pauline Kael’in, John Cassavetes’in A Woman Under the Influence (1974) için yaptığı eleştirinin bire bir aynısı, en son ismi Yvonne olan ‘’Genç Kadın’’dan işitiliyor. Bu tıpkı, bir kitaplıkta tasnif edilmeden duran kitapların rastgele açılıp, gelişigüzel bir şekilde pasajlarının okunması ya da o an izlenilen bir filmin akla gelip, birden akış içerisinde kendine yer bulabilmesi gibi. Eklektik bir zihin karmaşası içinde, sürekli yeniden üretilen farklı anıları yaşayan karakterlere denk geliyoruz.
1.33:1 görüntü formatının bir zihnin içindeki sıkışmışlık hissini desteklediği film, alan derinliğinin kullanıldığı noktalarda bu hissiyatı kuvvetlendiriyor. Yer yer rastlanılan pastel tonlar ise bu hissiyatı bir kontrast oluşturarak destekliyor. Buckley başta olmak üzere tüm kadronun oyunculuklar konusunda hikâyeye önemli ölçüde katkı yaptıklarını söylemek mümkün. Kitaba göre, oldukça gelişmiş kültürel yönü kırpılmış olan Jake’e hayat veren Plemons; karmaşayı sadece izleyen, mat bir kuklacı edasıyla konumlanıyor.
I’m Thinking of Ending Things, referans zengini içeriği ve doğrultusu kestirilemeyen anlatısıyla oldukça talepkâr bir yapıt. İzleyenlerin, kendilerini bir beynin kıvrımlarında bulduğu film, elinde harita olmadan gezilmeye çalışılan bir zihnin iz düşümü.