The Last Family (2016): “Biraz Gerçek, Biraz Kurgusal”
birdunyafilm.co
Rating: 7 / 10
The Last Family (2016): “Biraz Gerçek, Biraz Kurgusal”
7.0
“Her aile, karşılıklı bağlılık ile özgürlük biricik bağları olduğu ölçüde, küçük bir toplum haline geldi; iki cinsin o zamana kadar bir olan hayat tarzı arasındaki ilk ayrım o zaman meydana çıktı”[1]
Eserleri oldukça beğenilen ünlü bir ressama ve ailesine odaklanan orijinal adıyla Ostatnia Rodzia (2016) filmi, Polonyalı Jan P. Matuszynski’nin yönetmenliğini yaptığı dram türünde bir film olarak karşımıza çıkıyor. Efsanevi ressam Zdzislaw Beksinski, karısı Zofia ve oğulları Tomasz’la birlikte “anormal” bir aile ilişkisine odaklanan film, aynı zamanda yaşamda bireye biçilen rolleri ve değerleri de sorgulatıyor. Polonya sinemasında alışık olmadığımız bir tarzda ironi ve dramı bir araya getirmesi açısından Matuszynski, teknik kusurlara rağmen hikâyesiyle dikkat çekmeyi başarıyor.
Beksinskiler eski zamanların alışık olduğumuz geleneksel aile kalıplarını, postmodernizmin dağınık ve bireysel kodlarıyla alt üst eden Polonyalı bir ailedir. Duygusal bağlar ve ilişkilerden ziyade doğmak, büyümek ve ölmek üzere dünyaya gelen bir insanın, üremesiyle meydana gelen küçük bir bileşen olarak sahnelenir bu aile. Öyle duygusuz bir bileşendir ki bu yatakları ayrı olan bir çiftin “aile hayatının bütünlüğü”nden bahsetmesi “anormal” gelmiyor izleyiciye. Resmedilen aile, daha ziyade kişilerin saygı çerçevesinde bir araya geldiği bir yapı olduğu için, ayrı yataklarda yatan çiftin “aile bütünlüğü”nden söz etmesi çelişkili bir hal almıyor. Zira “…Hiçbir yerde ailedeki insanların birbirini eşit derecede sevip sevmeyeceği belirtilmez (…) çocukken anneni ve babanı çok seversin, bir süre sonra onları dövmek ister gibi bir hisse kapılırsın”.
“Dahi bir baba ve dahi oğlu…” gibi görünen baba-oğul hikâyesi filmin merkezini oluşturuyor. Görünüşte bu ünlü ressamın, film dublajı ve müzikle uğraşan sanatçı oğlu birbirinin devamı niteliğinde olması beklenirken, aralarındaki ilişki aşılması zor bir duvarla çevrilidir. Aynı kadraja dahi sığamayan bu uzak baba-oğul için eve gelen ilk yabancı, muhteşem bir sanat uyumuyla birlikte, kusursuz ve sıradan bir ilişkinin ve ailenin içine girdiğini zannediyor. Tıpkı kültür ve gelenek gibi. Kültür, yasalar, gelenekler, aile olmak, mutlu yaşamak, edepli olmak gibi bir yığın kuralla çevrili sıradan ve kusursuz dünya, buz dağının sadece görünen yüzüdür. Tanrı’nın ve devletin görmek istediği yüzüdür.
Thomazs’ı da intihara sürükleyen işte bu kusursuz dünyanın –kusurlu- gerçeğidir. Thomazs herşeyin kusursuz olduğunu zannederken, kusursuzlukla yüzleşip yaşamak istemeyen kafası karışık bir gençtir. Kusursuzluk fikrine kitaplardan, müziklerden, filmlerde gördüğü kusursuz dünyayı, reel yaşamında arayan bir genç. “iyi her zaman kazanır, herkes mutlu ve kucak kucağa…”. Ama asıl gerçek dünya odasında plaklarının önünde asılı olan “kendini kandırma, kimse bir şey görmüyor” yazısıdır. Bu yazı, insanların içsel kavgasına, hayatla olan mücadelesine, oynanan rollere, neden yaşadığını bilmeden yaşadığı hayata bir gönderme niteliğindedir.
Karakterler genelde evin içinde konumlanması; ister apartman, ister müstakil, ister manzaralı ister kötü bir sanayi mahallesinde olsun ailenin, bir mekânda ve bir arada yaşamak zorunda olan bireylerden oluştuğu fikrini uyandırıyor. Bu postmodern ailenin durumu, günlerini nasıl geçirdiklerinden ziyade, diyaloglarla ve her birinin kendi dünyasında ne hissettiği ile anlatılıyor. Anlatı “biraz gerçek, biraz kurgusal” ifadesindeki gibi babanın yaptığı ev-çekimleriyle, gerçek hayatın iç içe geçmesi şeklinde ilerliyor. Filmin bu tekniği biraz karmaşık kullanarak, kafa karıştırdığını söylemem mümkün.
Birde sanatın ve sanatçının rekabetçi kapitalizme boyun eğdiği anda sanat olmaktan çıkma meselesi vardır filmin arka planında. Özgür ruhlu, yaratıcı ve şahane tablolar yapan bir ressamın ayda on iki bin dolara anlaştığı bir iş teklifiyle, yaratıcılığına ket vurma riski tartışılır. Zidzslaw Benkinski, tablolarını ailesiyle dahi tartışmayan, ısmarlama tablo yapamayacak bir ressamdır. Ölüm, mutsuzluk, intihar gibi hisler doğal bir şekilde içimizde bulunuyorsa, aynı şekilde yaratıcılıkta dışarıdan bir müdahaleyi kabul etmeyecek kadar diptedir.
Filmin sonunda Zofia (anne) ölür, Thomazs “her gün filmlere kaçarak” acılarını bastırdığını söylese de son yaptığı film dublajında, “bunun 1990’ların son görüşmesi olacağının farkında mısınız? Bu bizim son görüşmemiz olabilir” dediğinde anlaşılır ki acılarını yaşamına son vererek nihayet bastırır. Aile bireylerinin sırayla ölmesi, aile kurumunun mekanik doğasının ve gelip geçiciliğinin de bir göstergesi. İnsanlar bir araya nasıl geliyorsa, öyle de dağılıyorlar.
[1] Jean Jacques Rousseau, (2010), İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Say Yayınları: Ankara
Puanlama
7.0