A Man Escaped (1956): Ölüler Evinden Kaçış
Film, yönetmenin, “Bu, gerçek bir hikâyedir. Yaşananları tüm çıplaklığıyla anlattım.” notuyla başlar. Hapishane duvarındaki yazıda
Fransa’nın, Naziler tarafından işgal altında olduğu dönemde 10 bin tutuklunun 7 bininin öldüğü yazar. Filmin çekildiği yıldaki duvar görüntüsünden, polislerin ve bir mahkumun olduğu bir arabanın içine geçiş yaparız. Özgürlüğüne düşkün karakterimiz arabanın durduğu anda hemen kaçmaya çalışır ve tekrar yakalanır.Dostoyevski’den fazlaca etkilenen yönetmenin filmi, Ölüler Evinden Anılar‘ı (1862) anımsatır. Mahkumun hücresine girdiği andan itibaren yazdığı günlüğüne benzer şekilde ilerler. Mahkum öncelikle bir yıkım yaşar, hastalanır, toparlanması kolay olmaz. Kendine geldikten sonra da kaçma planları yapmaya başlar. Fontaine isimli mahkum, kaçışını usul usul düşünür, planlar, gerçekleştirir. Oldukça soğukkanlıdır. Hatta bir arkadaşının kaçış denemesini bekler, arkadaşı başarısız olur, bu denemenin tecrübesini planına ekler.
Filmin büyük kısmı, Fontaine’in hücresinde geçer. Onun duygularını, düşüncelerini kendi iç sesinden izleriz ve film bir günlüğe dönüşür. Kullanılan yöntem filmi roman yetkinliğine ulaştırır ve akla İvan Denisoviç’in Bir Günü (kitap 1962’de basılmıştır, dolayısıyla Bresson’dansa, Aleksandr Soljenitsin‘in filmden etkilenmesi mümkündür fakat Soljenitsin’in Kazakistan’da sürgünde olduğu dönemde bu filmi izlemiş olması imkansızdır) gelir. Filmin açılışında ve kapanışında çalan Mozart (Great Mass in C Minor, No.16 (K.427) – Kyrie) dışında müzik kullanılmaz. Holywood’un gerilim ustalarını hayran bırakacak bir filme imza atar Bresson. Kaçış heyecanını film süresince hissederiz. Öykü, aynı zamanda Nazilere ve faşizme karşı bir kişisel isyan mücadelesidir. Diğer mahkumlar Fontaine’in mücadelesini faydasız görür, kaçamayacağını düşünürler. O ise planını bir an bile aklından çıkarmaz ve mücadeleyi bırakmaz.
Hapishanedeki diğer mahkumları, Fontaine’in hücresinde geçmeyen bölümlerde seyrederiz; günlük rutin işlerini yaparlar, Nazi askerlerinden gizli bir şekilde konuşmaya çalışırlar. Hapishanedekiler ümidi tükenmiş, yaşamdan beklentileri yitmiş insanlardır. Fontaine için de aynı şekilde hapishane ölüm demektir, özgürlük ve dolayısı ile yaşam dışarıdadır. Fontaine’in farkı doğuştan gelen özgürlüğe açlığıdır, onun için demir parmaklıkların gerisinde bir varoluş söz konusu değildir, varlığı kaçıştan başka bir yol görmez. Karakter ile yakınlık kuran seyirci de film boyunca özgürlük istenci ile dolar.
François Leterrier‘nin sade ama güçlü oyunculuğu, filmin klasikler arasında yer almasında önemli bir etmendir. Filmlerinde amatör oyuncular kullanan ve repliklerin düz bir şekilde okunması yöntemini tercih eden yönetmen için istisna bir durumdur. Film, özellikle son 20 dakikasında soluksuz bir seyir sunar. Fontaine’in son aşamada duraksaması, Bresson’un gerçekçiliğe hizmet eden bir eklemesidir. Kararsızlık, başaramama ihtimali, Fontaine çoğu engeli aştıktan sonra karşısına çıkar. Bu boşluğu bekleyerek alt eder.
Film, Bresson filmografisinde, yönetmenin kendi sinema dilinden uzak, istisnai bir örnek olarak yer edinir. Direkt gösteren, direkt söyleyen bir sinema anlayışına sahip yönetmen, bu filmde hissettirme, tecrübe yaşatma, katharsis yolunu seçmiştir. Filmin çoğunluğuna hâkim olan gerilim duygusu, Avrupa sinemasındansa Holywood’un klasikleşmiş yöntemlerini hatırlatır. Film bu açıdan bakıldığında, Amerikan sinemasında bir dönem çok fazla işlenmiş ve hâlâ da işlenmeye devam eden ‘hapishaneden kaçış’ temasının Le Trou (1960) filmi ile beraber öncülerinden, esin kaynaklarından sayılır.
Yorum(1)