Geçtiğimiz yıl Mart ayından bu yana sinema/festival algımızın mecburen de olsa değişmesinin ardından bir süredir “ev festival’’lerindeyiz. Film çıkışı İstiklal’e, Moda’ya açılan gözlerimizin ardından bu normale alışmak elbette kolay değil ancak aydınlık günlere kadar bir süre daha dişimizi sıkmak durumundayız. Covid-19 tedbirlerine karşı protesto eylemleri yükselen Hollanda’da protestonun en yoğun olduğu şehirlerden biri olan Rotterdam’da sektörün en prestijli festivallerinden birinin ilk ayağı, olağanüstü şartların bu yıl da devam etmesi üzerine çevrimiçi olarak gerçekleşti ve geçtiğimiz günlerde sona erdi. Rotterdam Film Festivali, geçtiğimiz yıl salgının dünya çapında yayılmasından önce sırasını savıp sinema salonlarında yapılabilmiş iki büyük festivalden biriydi(diğeri Berlin). Salgının getirilerinin henüz çözülmediği bu yıl Rotterdam tarihi gelip çatınca bir ayağı çevrimiçi olmak üzere iki ayaklı bir festival takvimi belirledi, eğer mümkün olursa Rotterdam Haziran’da 2.ayağını salon gösterimleriyle gerçekleştirecek. Şimdilik planlanan 2.ayağın içeriği belli değil ancak Rotterdam, kendisi gibi iki ayaklı gösterim planlayan Berlin Film Festivali’nin aksine ana yarışmasını da çevrimiçine açtı.
Her festivalin belirli bir sinema anlayışı vardır ve seçkilerini de buna göre oluştururlar. Rotterdam’ın sinema anlayışı diğer büyük festivallerden, özellikle Cannes ve Venedik’ten epey farklıdır. Locarno ve Berlin’in bazı bölümleriyle beraber en abstract, avant-gard, cesur ve deneysel denemelerin korkusuzca seçkiye alındığı bir festivaldir. Bu yıl, salgının da etkisiyle diğer yıllara göre nispeten zayıf bir seçki olsa da, yine Rotterdam’ın imkan tanıdığı yeni sinemacıları tanıma fırsatımız oldu. Seçki içerisinden 20 uzun metraj film izledim ve bunları genel hatlarıyla sizler için derledim. Rotterdam Film Festivali, Festival Günlüğü serisinin ilk bölümünde; Sexual Drive (Yön. Kota Yoshida), The Cemil Show (Yön. Barış Sarhan), Riders of Justice (Yön. Anders Thomas Jensen) Suzanna Andler (Yön: Benoit Jacquot) ve Mayday (Yön. Karen Cinorre) yer alıyor.
Sexual Drive
Sexual Drive yeme eylemi ile cinsellik ilişkisi arasında düşünen dikkat çekici bir deneysel film. Bu bakımdan Ferreri’nin La Grande Bouffe ve Svankmajer’in Food isimli kült filmlerine benzetmek mümkün fakat Sexual Drive onlardan farklı bir şey yapıyor. Bouffe ve Food hikayeleri içerisinde yeme eylemi ile cinsellik arasındaki ilişkiye yalnızca ufak çağrışımlarla yer verip yalnızca ufak yan konular olarak yer veriyorlar ve bunu asla estetize etmeden yapıyorlardı. Sexual Drive ise bu ilişkiyi hem merkezine alıyor hem de bunu yoğun şekilde estetize ederek bir saatten biraz fazla bir sürede bizlere gösteriyor. İçerisine kurduğu aşk-ihanet üçgeni kurgusunun da desteğiyle şunu soruyor: Cinsel güdüyü tatmin etmenin tek yolu seks midir? Kariyeri boyunca cinsellik üzerine filmler çekmiş Yoshida bir kez daha cesur bir soru soruyor ve bunu hiç pornografik sahne ortaya koymaya ihtiyaç duymadan oldukça başarılı şekilde yapıyor. Tabii bu, pornografiyi ne olarak gördüğünüze göre de değişebilir.
The Cemil Show
The Cemil Show, Barış Sarhan’ın 2015 tarihli kısa filminin uzun versiyonu ve aynı zamanda yönetmenin ilk uzun metrajı. Cemil, bir alışveriş merkezinde güvenlik görevlisi olarak çalışan ancak asıl hayali aktörlük yapmak olan özellikle villain rolde oynamaya takıntılı biridir. Bir gün bir villain rol için seçmelere katılır, rolü alamaz ancak hazırlandığı rolün personası Cemil’in orijinal personasını yutarak yeni bir Cemil yaratır. Her şeyin sonunda Cemil Show; türler arası karma seyreden hikâyesi, derinlikli ana karakteri ve iyi yazılmış yardımcı karakterlerini tam anlamıyla birleştiremese de gelecek vaat eden yeni bir yönetmeni müjdelemekte asla yetersiz değil ve festivalin öne çıkan filmlerinden. Hakeza Ozan Çelik de festivalin en iyi başrol performanslarından birini gösteriyor.
Riders of Justice
Anders Thomas Jensen sinema dünyasında çoktan belli bir isim ve prestij edinmiş yönetmenlerden olmakla birlikte özellikle kara mizah dendiğinde akla ilk gelenlerden. Bu filminde ise daimi aktörlerinden Mads Mikkelsen’i yine eksik etmeden bu kez kendisinin alışık olduğumuz tonundan uzak bir filmle karşımıza çıkıyor. Yine kendine has garip birtakım sahneleri bünyesinde barındırmasına karşın Jensen’in bugüne kadar çektiği belki de en realist çizgideki filmi olan Riders of Justice; Jensen’in Adam’s Apples, Men&Chicken, The Green Butchers gibi işte bu bir Jensen filmi diyebileceğimiz kişilik perspektifine sahip değil. Açıkçası daha da açmak gerekirse onlar kadar yoğun sinema coşkusu ve ilgi çekici fikirlerin yansıma tınısı da bu filminde mevcut değil, hatta yer yer eskimiş ve ağır aksak bir komediye de dönüşüyor ama bu filmi kötü değil yalnızca Jensen’in filmografisinde farklı bir yerde olan ortalama üstü bir deneme yapıyor.
Suzanna AndlerSöz konusu bir Marguerite Duras eserini sinemaya taşımak olduğunda ekstra dikkatli çalışmak zorundasınızdır, ancak kadrosundaki Charlotte Gainsbourg gibi bir isme rağmen Duras’ın aynı isimli eserinden uyarlanan Suzanna Andler bunun en ufak bir zerresini dahi başarabilmiş değil. Filmden Duras gibi büyük bir yazar ve sinemacının kalitesinde karakter derinliği, duygu-durum yoğunluğu beklemeyi pekâlâ haksızlık olarak nitelendirebilmeniz mümkün ancak en azından sinemaya dair herhangi bir parıltı görme isteğimizin haklılığı herhangi bir film için olduğu gibi bu film için de açık. Sinemaya dair hiçbir şey taşımayan, kötü tiyatro oyunlarından hallice akışa bir de yönetmenlik koltuğunda da belli ki kamerayı eline al, vizyonuna dair bir şey göstermeden dümdüz çek mantalitesi oturuyor olunca bu çağdışı, demode yapımı kurtarabilmek için Gainsbourg’un yapabileceği pek de bir şey kalmıyor.
Mayday
Mayday, baş karakterimizin başka bir dünyada kadınlardan oluşan bir orduya katıldığı, yer yer Zack Snyder’ın Sucker Punch filmini hatırlatan gerçek ve alternatif olmak üzere iki farklı dünya sunan bir hikâye. Kurmuş olduğu hikâyedeki sinemasal heyecanı ve yeni bir perspektif sunma arzusu tüm iyi niyetiyle belli olmasına karşın alt metnin çok bilindik ve çoğu yerde göze parmak olması filmi aşağıya çeken en büyük etken. Olmaya çabaladığı feminist mercek özellikle bazı sahnelerde o kadar yavan bir hale gelip barizleşiyor ki, bir yerden sonra bir tür commercial filmine dönüşüyor. Günün sonunda nispeten farklı bir fikir olsa da anlatımında bir şey de göremediğiniz, çıkış noktasına yeni bir şey ekleyememiş, potansiyelini değerlendirememiş keşke filmlerden biri olarak tarihte yerini alıyor Mayday.