Ana Sayfa İnceleme Immortal Beloved (1994): Lanetli Bir Maestro, Hasta Bir Dahi

Immortal Beloved (1994): Lanetli Bir Maestro, Hasta Bir Dahi

Immortal Beloved (1994): Lanetli Bir Maestro, Hasta Bir Dahi 7.6
0
Ludwing van Beethoven… O bir maestro, hasta bir dahi. Çocukluğundan itibaren birçok sıkıntılara göğüs geren bu hastalık koleksiyonerinin trajik hayat hikayesi Immortal Beloved ile bir nebze aktarılabiliyor. Fakat 2 saate sığması mümkün olmayan bir hayat hikayesinin varlığından söz etmek gerek. Buna rağmen yönetmen Beethoven’ın hayatındaki 3 önemli kırılma noktasına değinmeyi ihmal etmiyor ve ilgi çekici bir hikaye anlatımı ve kurgu yöntemi ile seyircinin ilgisini yakalamayı çok iyi başarıyor.

Beethoven’ın yakın arkadaşı Schindler bu hasta dahinin ölümünden sonra onun vasiyetini yerine getirme çabasıyla bir maceranın içine atılıyor. Kısa ve öz vasiyetnamede bahsi geçen ve tüm mal varlığını verdiğini açıkladığı gizemli kadının yani ‘Immortal Beloved’in peşine düşüyor. Bu noktada Beethoven’ın hayatına giren kadınların ve birçok yakınının onla alakalı yaptığı sohbetler ve hatırladığı anılarda biz de Maestro’nun hayatına şahit olma fırsatı yakalıyoruz.

Hemen hemen herkesin Beethoven hakkında bildiği en önemli özelliği sağır olması. Bu sağırlık doğuştan gelen bir hastalık değil. Nedeni hala net bir şekilde bilinmese de yaş ilerledikçe ciddileşen bir beladan bahsediyoruz. Bir lanet gibi adeta. Müziğin dehasının seneler geçtikçe müziğe yabancılaşması veya yabancılaşmama yolunda verdiği mücadele birçok insanın dayanamayacağı türden. Fakat onu müziğin üstadı yapan özelliklerinden biri de işte bu iradesiydi, gerçek tutkusunun farkındaydı. Dış etkenlere rağmen onu bırakmaya hiç niyetli değildi. Birçoklarının tahmin ettiğinin aksine müziklerini nota kağıtlarında besteler ve birçok parçasını özellikle hastalığı ağırlaşmaya başladıktan sonra başka virtüözlere çaldırtırdı. Beethoven’ın romatizma, cilt hastalıkları, çıbanlar, enfeksiyonlar, tansiyon ve damar hastalıkları gibi filmde dile getirilmeyen daha birçok hastalığı vardı. İşte bu noktada filmde karşımıza çıkan hırçın, agresif, sabırsız ve huysuz karakterli bestekarın bu özelliklere sahip olmasının nedenini daha iyi anlıyoruz. Her şeyden önce içine kapanık bir insandı. Sağırlığını kabul etmesi önce uzun sürmüş sonrasında da başkalarına anlatma noktasında en yakın arkadaşlarına bile soğuk davranmıştı. Sağırlığını daha fazla saklayamadığı an ise filmde de gösterildiği gibi şefliğini de yaptığı bir konserinde enstrümanlar arasındaki senkronizasyon ayarını yapamadığı için yani tabiri caizse kendi çalıp kendi söylediği için hayatında ilk kez seyircinin karşısında alay konusu oluyordu. Bu durumu kabullenmesi yine uzun sürüyor, tekrar tekrar denemek istiyor lakin bir noktada o da pes ediyordu. Bundan sonra filmde bahsedilmese de piyano çalmayı oldukça azaltmasına rağmen çaldığı zamanlarda dişlerinin arasına bir çubuk alıp piyanoya dayayacak ve ses titreşimleriyle müziği hissetmeye, müziğe yabancılaşmama konusunda inadını sürdürecekti. ‘‘Ben mutlu olmak için yaratılmamışım.’’ derdi ama her bir parçası iç dünyasındaki yoğun hislerle yoğrulduğu için bunu bir yandan büyük eserlerin cefası olarak görüyordu.


Sağırlığı tahmin edilebilir ama etkili bir yöntem olan ses efektleriyle izleyiciye aktarılmış ve bunun yanında duymakta çok zorlandığı zamanlarda not defterleri dolayısıyla iletişim kurması da yönetmenin gözünden kaçmamış ve filmin önemli bölümünde kullanılmış, hayatının bu ilk kırılma noktasındaki süreçte dramın dozunu iyi arttırmış diyebilirim.

Hayatının 2. önemli dönemeci bir dostunun eşi olduğu sanılan ve adı hiçbir zaman açıklanmayan sevgilisinden ayrılışıdır. Bu kısmın filmde başka şekilde kurgulandığı açık ve meselenin gizemli oluşu yönetmenin hoşuna gitmiş olacak ki asıl dram ve gizem bu ayrılık üzerine kuruluyor. Film boyunca merak edilen ‘o’ kadın filmin sonunda açığa şaşırtıcı bir şekilde çıkıyor, ayrılma sebepleri ise oldukça talihsiz bir araba kazası ve dikkatsizlik üzerine kuruluyor. Bana kalırsa güzel bir küçük hikâye söz konusu, belki biraz daha dramatikleşebilir veya fazla tesadüfler azaltılıp daha gerçekçi hale getirilebilirdi.

3. kırılma noktası ise vekaletini alma noktasında oldukça zorlandığı, üzerine bir hayli düştüğü, önce genç yeğeni olarak tanıdığımız ancak daha sonrasında öz oğlu olduğunu öğrendiğimiz Karl’ın intihar girişimidir. Aslında bu intihar girişiminin en büyük sorumlusunun, baskısıyla onun hayatını şekillendiren Beethoven olması hayatındaki en büyük çelişki ve hatadır. Bu noktada Beethoven’ın çocukluğuna dönmek gerekir. Mozart’ın aksine Beethoven oldukça zor şartlarda büyüyen bir çocuk olarak gelişimini tamamlar. Filmin en can alıcı sahnesi olan 9. Senfoninin sergilendiği sahneyi hatırlayalım. Beethoven son ve en önemli eserinin çalındığı konserin ortasında ama ne şef ne de piyanist. Sadece izliyor, sırtı halka dönük, hissetmeye çalışıyor. Tüm bu kargaşa ortamı ona hayatından önemli anların gözleri önünde geçmesine neden oluyor. O bu noktaya kolay gelmedi. Sadece sağırlık değil, çocukken de zor bir hayat geçirdi. Babası bir ayyaş, annesi erken yaşta ölmüş bir tüberküloz mağduru. O, babanın ve kardeşlerinin geçimini bir yandan sağlamaya çalışırken diğer yandan filmdeki o etkileyici sahnede gördüğümüz gibi babasının dayaklarından kurtulmaya çalışan bir çocuk. Kaderin cilvesi midir bilinmez bu dayakların sebebi de çocuktan yeni bir Mozart yaratma gayretinden kaynaklanıyor. Baba oğlundaki cevheri görüyor ve pratik yapması için onu sabah akşam zorluyor, dövüyor ve doğacak yeni bir Mozart’ın iyi maddiyat getireceğini biliyor. O dönemde Beethoven’ın müzikten nefret etme düzeyine kadar geldiği söylenir. Babası sayesinde başlar, babasına rağmen devam eder. İşte o güzel sahne bu yaşanılanların harika bir özetidir. Beethoven babasının sesini duyunca pencereden kaçar ve durmadan koşar ta ki ay ışığı altında parlayan bir göl görene kadar. Suyun içine girer, sinirlerini gevşetir. Gökyüzü yıldızlarla doludur. Göle yansıyan yıldızlar arasında kamera geniş açıdayken kaybolur, başkalaşır adeta. Bir yıldıza dönüşür. Tüm bunlar bir tesadüf değil elbet. Yönetmen orada çok güzel bir sembolizm sanatı uygular. Müzikten nefret eden, küçükken hayattan bıkan bu genç daha sonra amaçlar farklı olsa da babasının yerinde bulur kendini. Bu sefer kendi evladı hayatına son verme eşiğindedir. Ona küçüklüğünden beri piyano başında sabah akşam pratik yaptıran baba Beethoven, Karl’ın arzularından bihaberdir. Zaten bunun farkındalığının tak ettiği vakit- Karl’ın onu bir daha görmek istemediğini söylediği sahne- hayatındaki 3. darbeyi de yiyecektir. Artık ciddi anlamda yalnızdır ve bestekarlık anlamında da uzun zamandır kısır bir zamana girmiştir. Fakat hayat ona veda etmeden onun, insanlığa 9.senfoni gibi önemli bir sürprizi olacaktır. Filmdeki sahnede de görüldüğü gibi senfoni bitişinde bir alkış ve haykırış tufanı başlar. Ne yazık ki Beethoven sırtı dönük olduğu için geç fark eder ve tepkileri doyasıya duyamaz ama öyle bir dehadır ki müziğe yabancılaşmama serüveninde sağırlığı artarken inadına alkış sayısı ve şiddetini arttıracak kalitede besteler yapmayı sürdürerek direnişine devam etmiştir. Her zaman titreşimi hissetmiştir.

Genel anlamda filmdeki Beethoven müzik tercihlerine baktığımızda Ölüm ve savaş sahnelerinde 5. Senfonisi kullanıldığını ve bunun yanında Moonlight Sonatı, Pathetique Sonatı, Krutzer Sonatı, Fur Elise gibi önemli bestelerin yerli yerinde ve sıkça dinletildiğini görüyoruz. Immortal Beloved, tek başarılı Beethoven filmi olarak şimdilik tarihte yerini alıyor. Çoğunlukla gerçeklere dayanan yapım asıl vurgunu yapmak için kurguya da başvuruyor ve Maestro’nun sanat hayatı için Garry Oldman’in başarılı performansı güzel bir saygı duruşu mahiyetinde.

Puanlama

7.6

7.6
Kullanıcı Oyu: ( 1 oy ) 7.8

Bir Cevap Yazın