
Film, bir korku yapımı olarak değerlendirildiğinde yılların eskitemediği bir atmosfere sahip. Özellikle bilimsel çalışmaların yapıldığı mekânın kasabadan uzak bir yerde oluşu, canavarın yaratılış sürecindeki ─ve bir o kadar da gerekli olan─ havanın korkutucu olması sürekli bir ses yığını oluşturmakta, aceleci ve takıntılı profesörün yarattığı gerilimin tırmanmasına neden olmaktadır. Canavarın yaratılma süreci kısa tutulup yönetmenin bize göstermek istediği asıl mesele böylesi bir yaratığın topluma uyum sürecinin olup olmayacağıyla ilgilidir. İşte tam bu noktada Shelley’in Hobbesçu bakış açısı yönetmen Whale tarafından da doğru formülize edilip seyircinin kafasında önemli sorular oluşmasına neden olmaktadır.
Yazarın Leviathan’dan etkilenerek Frankenstein’ı yazdığını belirtmek gerek. Bundan dolayı kısaca bu filozofun yaşadığı zamandaki ortamı ve ona derinden bağlı olarak şekillenen düşüncelerini hatırlamakta fayda var. 17. yy İngiltere’si tıpkı Batman’in Gotham’ı gibi soğuk, kasvetli bir ülke olarak zaten insan psikolojisini yeterince etkiliyordu. Her zaman hayata dair korkuları olan Hobbes, ülkeye hâkim olan iç savaşla beraber insanlığın doğa durumundaki teröre tekrar yönelmeye başladığını tabiri caizse ilkelleştiğini düşünüyordu. Tüm bu savaş durumu onun korkularını ciddi bir biçimde arttırmıştı. Onun için kargaşadan kurtulmanın çözümü tek bir yoldan geçiyordu. O da yapay bir doğa. Filmde başkarakterin motivasyonu elbette aynı şekilde değil. Frankenstein ölüme sınırsız fakat yaşama sınırlı açılardan hâkim olan insanoğlunun sınırlarını yıkma hedefiyle yanıp tutuşan bir manyak. Egoistliği tavan yapmış, Tanrı olmak isteyen bir deli. Hobbes’un Leviathan’ı ve Frankenstein’ın canavarı yaratılış motivasyonları açısından farklı fakat yapılış mantığı neredeyse aynı. Hobbes yapay doğayı yani insan eliyle yapılacak bir toplum sözleşmesiyle oluşturulacak bir devletin doğa durumundaki bilinmezlikten çok daha iyi olacağını ve doğayı aslında insan zekasının kontrol edebileceğini düşünüyordu. Doğayı kontrol etmek isteyen bir başka isimse filmde de gördüğümüz gibi Frankenstein. O bilimsel çalışmalarını yaptıktan sonra yeni gömülmüş ama vücut parçaları pek de sağlam olmayan, iyileştirilmesi ve onarılması gereken bir bedene eklenecek sağlıklı bir beyin ve sinirlerin çalışmasını sağlayacak yeterli enerji kaynağı ile doğayı kontrolü altına almak yani ölüme yenik düşme modasını rafa kaldırmak istiyordu.
Bu noktada Hobbes aynı şekilde bu filmden ve hatta kitap yazılmadan yıllar önce bir ulus inşasında aynı metodu izlemişti. Ona göre bazı yapay parçaların meydana getirilip aynı çatı altında birleştirilmesiyle sağlıklı bir ulusun oluşması mümkündü. Kocaman bir insana ya da direkt olarak Frankenstein’ın yaratığına benzetebileceğimiz bu ulus içindeki devlet beyni, egemenlik yapay ruhu, adalet eklemleri, hukuka boyun eğmek sinirleri ve sınırlar içindekilerin mal ve mülkleri de kas gücünü temsil ediyordu. Hobbes tüm bu elementlerin birleştiği noktada oluşacak ulusun doğa durumundan daha mantıklı olduğunu düşünüyordu. Çünkü en azından dış tehditler ve belirsizlikler ortadan kalkacak ve güvenlik en azından sağlanmış olacaktı. Fakat oluşturulan bu toplama yaratığa verilen yüksek otorite onun kontrolden çıkmasına neden olacak ve kazanılan artı birçok eksiye mal olacaktı. Ulusu oluştururken kullanılan düz mantık rasyonelliği getirmeyebilirdi. İnsanın nasıl en önemli organı beyin ise bir ulusun da en önemli aygıtı devlet olacaktı. Ancak eğer devletin kurucuları yeterli etik değerlere sahip olmayan ve/veya yetenekte olmayan kişiler olduğu takdirde kendi çıkarları adına olsun olmasın, bunun farkında olsun ya da bunun farkına varamayacak kadar geri zekâlı olsunlar; son durumda ellerindeki mutlak otorite halkın acı çekmesine neden olacaktı. İşte Frankenstein’ın yaratığı da aynı bu şekil bir anti-rasyonalist hareket sonucu doğmuş katil bir bebek en nihayetinde. Beyni sanki bir bebeğinki gibi gelişmemiş fakat sahip olduğu güç ve halkın rızası olmasa dahi sağladığı otoritesi yine filmin içindeki birçok karakterin acı çekmesine hatta ölmesine yol açıyordu. Frankenstein bir bakıma aslında aynı Hobbes gibi kontrol manyağıydı. Madem tehditkâr doğaya adapte olmak bu kadar zor, o zaman kendi doğamı kurarım, diyordu. Frankenstein’ın film boyunca Tanrı’yı oynamak istemesi de kontrol takıntısından meydana geliyordu.
Leviathan’ın nasıl bir otorite ve güçle bezendiği ve nelere sebebiyet verdiği açık. Hobbes zamanında tek bir amaç uğruna tüm özgürlüklerini feda etmeye hazırdı. Bir kişi mutlak otoriteye sahip olacaktı ve o kişinin ne tarz yeteneklere sahip olduğu önemli bile değildi. Sadece onun istenilen amaca hizmet edeceğine söz vermesi yeterdi. O noktadan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve sınırsız yetkiye sahip bu kişinin şuurunu kaybetmeden istenileni yapmasını dilemekten başka bir çare olmayacaktı. Aynı şekilde profesörümüz de kendi doğasını yarattı ve birçok açıdan kontrolünü sağlayamayan ve bilinci henüz oluşmamış bir bebeğe otoritesini sağlayabilme gücünü verdi. Bu dengesizlik ve şuursuz olan aşırı güç elbette halkın canının yanmasına ve ayaklanması sebep olacaktı. Hakkında yeteri kadar düşünülmemiş, yaratıcılarının acı çekmesine neden olacak her toplum sözleşmesi nasıl halk tarafından tepki gördüyse filmde Frankenstein’nın kaderi yine halk tarafından tayin edilmiş oldu.