Ana Sayfa Eleştiriler Oslo, 31. August (2011): Dahil Olamamak Üzerine Bir Hikâye

Oslo, 31. August (2011): Dahil Olamamak Üzerine Bir Hikâye

Oslo, 31. August (2011): Dahil Olamamak Üzerine Bir Hikâye 7.5
0

İnsanlar kendilerini çaresiz, başarısız, sözüm ona “hiçbir halta yaramayan biri” gibi hissettiklerinde, başkalarının hayatı nasıl yaşadığını daha fazla merak eder. Onları gözlemler. Algıları daha açıktır, yan masada kahve içen insanların sohbetlerine. Çocuklarıyla birlikte gezen çiftlere daha dikkatli bakar. Çünkü insan gerçekten yalnızlığı hissettiğinde, başkalarında da bir yalnızlık yakalamaya çalışır. Kısacası, yaşadığını hissetmediği hayata, dışarıdan dâhil olmaya çalışır. Oslo, 31. August hem kendi benliğine, hem de yaşama dâhil ol-a-mama öyküsünü anlatıyor.

Fransız sinemasının önemli yönetmenlerinden biri olan Louis Malle’nin Le Feu Follet (1963) filminin 21. yüzyıl uyarlaması olarak karşımıza çıkan filmin yönetmeni, Reprise (2006) ve Thelma (2017)’dan tanıdığımız Joachim Trier. Günümüz Norveç sinemasının önemli temsilcilerinden biri olan Trier, Thelma’da doğaüstü güçleri olan bir kıza odaklanırken, bu kez yaşadığı hayata karşı bile hiçbir gücü kalmamış, yitik bir karaktere uzanıyor. Bir klinikte madde bağımlılığından kurtulmak için tedavi gören Andres ve onun kendisiyle olan mücadelesi filmin ana temasını oluşturuyor.

Yönetmen bir röportajında*, Louis Malle’nin, Le Feu Follet filminin kendisini derinden etkilediğini söyler. Filmi, “sinemada gördüğüm en iyi yalnızlık tasvirlerinden biri” şeklinde yorumlayan yönetmen, “bir sinema salonunda oturmak ve etrafınızdaki herkesle yalnızlık duygusu paylaşmak konusunda ilginç bir şey var, biliyor musunuz?” der. İlgisini çeken bu yalnızlığı, ne istediğini bilen ve ailesi tarafından desteklenen net bir insan olmasına rağmen, bir bağımlının hayata tutunmayı başaramaması üzerinden anlatıyor..

Film, Oslo’ya dair geçmişteki anılarını hatırlayan insanların sesleri eşliğinde resmedilen kent manzaraları ile açılıyor. Geçmiş ve anılar üzerine tasarlanan bu açılış, hem bir kentin öncesi ve sonrasına dair bir betimleme olarak karşımıza çıkıyor, hem de insanın hayatın akışı içerisinde nereye, kim olarak sürüklendiğini sorguluyor. Filmde mekân olarak Oslo’nun tercih edilmesi, kentin sürekli bir değişim içinde olmasından ileri geliyor fakat yönetmen filminin bir Oslo hikâyesi değil, evrensel bir hissiyata işaret ettiğini söylüyor. İlk bisikletimizi sürdüğümüz, “ilk kez denize girdiğimiz”, “çılgın bir partiye gittiğimiz” o küçük yer, büyüdüğümüz ve bizi biz yapan içinde yaşadığımız kentler… Günlük yaşamımız içinde o an fark edemediğimiz her sıradan ayrıntının, gelecekte anımsanacak bir hasret ya da melankoliye dönüşmesi kuşkusuz her insanın yaşadığı evrensel bir duygu. Geçmiş, sürekli değişen “şimdi”nin karşısında duran bir süreklilik ve aitlik aslında. Dolayısıyla geçmişten ve o yerden kopuş, kişinin tüm aitliğini kaybetmesiyle el ele yürüyor. Nitekim Andres, ait olamıyor, dâhil olamıyor hayata çünkü yaşadığı tüm güzel şeylerin yalnızca uzak bir anıdan ibaret olduğunu ve unutulacağını biliyor.

Filmin ilerleyen dakikalarında Andres, sabaha karşı sevgilisi ile uzandığı yataktan kalkarak dışarı bakıyor ve bir göl kenarına gidip intihar etmeye kalkışıyor. Uzun uzun baktığı pencereler, genç adama akıp giden hayatla arasındaki mesafeyi hatırlatıyor. Ve belki de bu yüzden tamda o anda intihar etmeye karar veriyor.

Madde bağımlılığı nedeniyle tedavi gördüğü kliniğe geri dönen Andres, bir dergide editör yardımcısı olmak için iş görüşmesine gitmek üzere 31 Ağustos’da bir günlüğüne izin alıyor. Ve hikâye, Oslo’ya geri dönmesiyle başlıyor. İş görüşmesinde son derece özgüvenli ve mantıklı eleştiriler yapan genç adamın madde bağımlısı olduğu öğrenildiğinde, kısa süreli duraksamalar araya giriyor. Bu duraklar ve donuk bakışlar, Andres’in zaten sürekli çatışma halinde olduğu ruhunun iyice çökmesine sebep oluyor ve kâğıtlarını yırtarak oradan ayrılıyor.

Bu dakikadan itibaren Andres’in tıpkı kendisi gibi rehabilitasyon görmüş ve şimdi evli, çocuklu bir akademisyen olmuş arkadaşı Thomas’la yaklaşık yarım saat sürecek sohbeti başlıyor. Her ikisi içinde pek iç açıcı olmayan bu sohbet, büyük ölçüde Thomas’ın, yardım etmek istediği arkadaşına kendini ve kötü yerlerde olan kimseleri örnek göstermesiyle geçiyor fakat bu uzun konuşma yer yer yanlış anlaşılmalarla sonuçlanıyor. Yönetmenin de dediği gibi, “insanlar ne kadar zeki olurlarsa, bazen o kadar kaçınmaktan kaçınırlarsa, o kadar çok dil onları tuzağa düşüyor ve anlam kaçıyor”. Standart ve tekdüze bir hayatı olan Thomas, düzenli bir işi ve ailesi olmasına karşın, Andres’e olmak istemediği bir pozisyonu hatırlatıyor adeta. Genç adam ne olmak istemediği konusunda oldukça net olmasına karşın, ne olmak istediğini bilmiyor. Katıldığı partide, gittiği gece kulüplerinde karşılaştığı insanlar, hayatın gelip geçiciliğini ve heyecansızlığını anlatıyor ona. Bir yandan Iselin adındaki eski sevgilisiyle tekrar barışmak ve düzenli bir hayat kurmak istediğini söylese de, diğer yandan kurduğu bu hayale bile dışarıdan bakıyor. Başka deyişle kendi hayaline, kendisi bile dâhil olamıyor. Bu nedenle, tekrar içki içmeye ve madde kullanmaya yelteniyor.

Yönetmen, uzun planlar, uzun diyaloglar, karakteri dışarıda bırakan çerçeveler ve zamanı donduran bakışlarıyla Andres’in Oslo’nun ve hayatın bedenen içinde olmasına karşın dışarıda duran ruhunu kayda alıyor. Yarım kalan sohbetler, yarım kalan aşklar, yarım kalan hayaller ve yarım kalan piyanoların ortasında başarısız olduğuna gönülden inanan Andres, gülmeyi bile kendine yakıştıramıyor. İzleyici ise, her şeyin tanığı olarak bu dâhil olamamaya uzaktan bakıyor.

Yalın ve derin anlatımıyla Oslo, 31. August, unutulmayacak bir gözlemin yeniden uyarlanması şeklinde sinemanın metinlerarasılığının hakkından başarıyla geliyor.

 

Röportaj*: https://www.filmcomment.com/blog/interview-joachim-trier-director-of-oslo-august-31st/

Puanlama

7.5

7.5
Kullanıcı Oyu: ( 4 oylar ) 8.3

Bir Cevap Yazın