Ana Sayfa Eleştiriler Seberg (2019): “Aziz Joan”un Küllerinden Aziz Seberg’e Uzanan Bir Mücadele

Seberg (2019): “Aziz Joan”un Küllerinden Aziz Seberg’e Uzanan Bir Mücadele

Seberg (2019): “Aziz Joan”un Küllerinden Aziz Seberg’e Uzanan Bir Mücadele 6.0
0
Jean Seberg 1960’larda sinema alanında öne çıkan Fransız Yeni Dalga akımının kuşkusuz en önemli figürlerinden biri. 1960 yılında Godard, tarafından çekilen A Bout de Souffle (Serseri Aşıklar) filminde “New York Herald Tribune” tişörtüyle hafızalarımıza kazınan Seberg kısacık saçları, güzel yüzü ve başarılı oyunculuğuyla sadece ABD’yi değil, tüm dünyayı kendisine hayran bırakır. Fakat Seberg, Hollywood’un basamaklarını özgün tarzı ve hayat görüşüyle çıkarken, 1979 yılında Paris’te arabasında ölü bulunur. Geriye ise güzel gülüşlü bu cesur kadının sinemaya kazandırdığı filmler ve tüm kadınlara ilham olan direnişi kalır.

Ülkemizde şu sıralar gösterimde olan Seberg, 2019 yılında Benedict Andrews tarafından çekilen bir biyografi olarak karşımıza çıkıyor. Türü dram ile buluşturan film, Jean Seberg’in tüm yaşamına odaklanmaktan ziyade genç oyuncunun aktivist kişiliği ve bu kişiliğin kariyerine etkisini anlatıyor. Tabii diğer yandan 60’lı yılların politik atmosferini, siyah haklarını savunan radikallere (Black Panther) karşı yapılan FBI’ın kural tanımaz uygulamalarıyla gözler önüne seriyor.

Film, Otto Preminger‘ın Saint Joan (1957) filminde oynayan Seberg’in canlandırdığı Joan karakterinin yakıldığı sahneyle açılır. İngiltere-Fransa arasındaki Yüzyıl Savaşları’nda Fransa için mücadele veren ve aziz bir kurtarıcı olarak görülen Jeanne d’Arc’ın, İngilizler tarafından yakalanıp kötü kalpli bir cadı olduğu gerekçesiyle yakılma hikâyesine odaklanır. Seberg filmi, Aziz Joan’daki bu yakılma sahnesinde yükselen alevler nedeniyle gerçekten yanma tehlikesi geçiren Seberg’i gösterir. Bu dakikadan itibaren yönetmen Andrews, bir bakıma güzel oyuncunun aktivist kişiliğiyle atılacağı ateşin sinyalini vermiş olur.


Bu yazı bu andan itibaren sürpriz bozanlar içerir.

Seberg’in “ateşe atlama”sı, 1968’lerde tüm ezilen sınıfları etkisi altına alan Paris Öğrenci Hareketleri’nin başladığı sırada oyunculuk denemesi için Hollywood’a gittiği uçakta başlar. 60’ların politik ikliminde kendisi gibi aktivist olan ünlü yazar Romain Gary ile evli olan Seberg, bindiği uçakta Hakim Jamal (Anthony Mackie) ile tanışır. Siyah haklarının ateşli bir savunucusu olan Black Panther örgütünün önemli isimlerinden biri olan Jamal, FBI’ın takibindedir. Hava alanında kendisini karşılamaya gelen kameramanlara, Siyah Panterlere katılarak poz veren Seberg, FBI için başlarda sadece sansasyon peşinde olan güzel bir kadından ibarettir. Fakat Seberg’in, bu örgüte maddi ve manevi yardım yapmaya başlaması, odak noktası olmasına neden olur. J. Edgar Hoover tarafından yönetilen FBI, genç kadını topluma örnek olmaması için korkutmaya başlar. Evinin en ücra köşesinden, gittiği otel odasındaki yatağın altına kadar her yere ses kaydı yerleştiren FBI, bu uygulamalarla Seberg’in paranoyaya kapılmasına neden olurken, mahremiyet ilkesini aşarak genç kadını adeta taciz eder.

Bu noktada filmin en büyük kusurlarından biri, başlarda cesur ve korkusuz olan Seberg’i, zamanla kırılgan, zayıf ve korkak göstermesi. Bu denli gözetim ve denetim altındaki bir kadının, hayatından şüphe etmesi anlaşılabilir bir durum iken, odak noktasının Seberg’in, Jamal ile olan ilişkisinin yanı sıra başka insanlarla olan ilişkisine odaklanması Seberg’i başına gelenlerden sorumlu tutacak bir izleyicinin oluşmasına zemin hazırlıyor. Öyle ki, Seberg dahi, bebeğini kaybettiği için kendi aktivist kişiliğini suçlamaya başlıyor. Bu durum, son derece başarılı, yıldız bir oyuncunun ölüme giden yolda, asıl suçlunun üzerini örten bir yaklaşım içeriyor.  Bu yaklaşımı, FBI’a hizmet ederek Seberg’in her anını dikizleyen Jack Solomun (Jack O’ Connell)’un, günah çıkarma sahnesiyle daha da pekişiyor.


Onu adım adım takip ederken, yaptığı işin acımasızlığını düşünerek, kadını Kara Panterler’den uzaklaşması için uyaran ve bu süreçte doktor eşini bile ihmal eden Jack, filmin sonunda çalıştığı kurumun katı düşüncesinden özgürleşiyor. Jack’in, genç oyuncuya ilgi mi duyduğu yoksa yaptığı işin vicdani yüküyle mi karşılaştığı sorusu birbirine giriyor. Adamın Seber’e ilgi duyuyormuş gibi resmedilmesi, izleyicide şu düşünceyi ortaya çıkarıyor: Takip ettiği kişi Seberg olmasaydı, yine aynı tutumu gösterir miydi? Bu değişim, dünyadaki ezilen sınıflarla özdeşleşip, onlara destek vermeyi mi temsil ediyor yoksa genç bir yıldızı ateşe attığı için arınma isteğini mi?

Öte yandan filmden çıktıktan sonra, üzerinizde güzel ve sarsıcı bir etki yaratan en önemli unsur Seberg karakterini canlandıran Kristen Stewart’ın oyunculuğu. Kısacık saçları, mavi gözleri ve giydiği kıyafetlerle Seberg’e çok yaklaşan Stewart, kuralsız mimikleri ve iddialı bakışlarıyla cesur bir aktivisti resmederken, filmin diğer yarısındaki duygu değişimlerinin de hakkından gelmeyi başarıyor.

Yönetmen Andrews, görüntüden sanat yönetimine kadar minimal bir tarzı yansıtırken, Jean Seberg’in ölümüne giden yolun arkasındaki gizemli süreci açığa çıkarması bakımından iyi bir iş çıkarıyor. Kariyerinin zirvesindeyken, politik kimliği nedeniyle yönetim tarafından alaşağı edilen bir kadının yaşadıklarını gözler önüne sermesi hikâyenin Seberg’den çıkarak, daha geniş bir kitleyi içermesini sağlıyor. 60’lı yıllara tuttuğu aynanın bir tarafına siyahları, diğer tarafına Seberg özelinde kadınları koyarak, iki önemli sınıfın sesi hâline geliyor.

Puanlama

6.0

6.0
Kullanıcı Oyu: ( 1 oy ) 9.2

Bir Cevap Yazın