Gölge Oyunu (1992): Mağara* Duvarlarında İzlenilen Raks

Bembeyaz bir atın hayalini kuran adamların evlerine güvercinlerine ekmek serpiştirmeyi unutmuş bir kadının gölgesi vuruyor ve kaybolduğunu öğreniyorlar bu kadını rûya görmeyen şehrin fanileri; camdan bir camiden dikey değil yatay yayılan mavi bir dumanla. Ne gün ışığı ne evleri ışıtan lambalar sadece doğunun uzak bir bir şehrinden gelen ve rûyalarında bembeyaz atlarla yaşadığı şehirlerini terk ettiklerini gören kadınların yaptıkları bir mumun ışığı ile yüzünü görebileceğiniz konuşamayan bu kadın şehrin fanilerinin rûyalarına girip o kaybolan kadının kayboluşunu şöyle anlatmıştı: Bembeyaz bir güvercinin onu gördüğünü hissetti ve kalbi duydu bu şimdi ‘sırrı’ Gül’den yapılmış iki aynanın ortasında müteâl semavi iplerinden kopmuş (Rûyalarından vazgeçmek) çürük sopalarını dayanak yapmış Adem’in isimlerini beyaz inciden yapılmış tanışın içine atıyordu ve isimleri bu fanusa atılan ademler uyandıklarında hep aynı soruyu sormakla cezalandırıldılar sadece kendilerine sordukları değil ya da karşılıklı olarak sorulan: Biz bir rûyada mıyız?
Ağaçtaki sır hayvanlardaki sır su ve havadaki sır dört unsurda bulunan tümevarım olarak değil tümdengelimi bir metod olarak uygularsak ‘varoluştaki’ sır.
Varoluş sahnesinin fani bir aynası olan dünya ve gölgeleri yani ademoğlu olan bizler kimi zaman bir pavyonda kimi zaman kilisede kimi zaman bir camiîde rûyalar görürüz ve tüm bunların bir rüya olduğunu nice rûyalar görerek unuturuz .
Mağara duvarında rakseden gölgeler biçimsiz ve kimlerin gölgesi olduğu belli değil yani özne kişi adem kendini gölgesiyle ‘birleyemiyor’ kah iri kah cüce altı yöne biçim değiştiren bir yabancı sözde nesne ve fakat kişi aynada özne ve nesne olarak kendini ‘birleyebiliyor’ ve sınırları belli ne iri ne cüce, kişinin sınırı aynanın imkanının sınırının dışına taşamıyor. Kişinin bu mağaranın taşlarını okuması tanımlanması ölçüp biçmesi nesneye ve kişiye ‘ratio’ olarak bakması zâhirinin etrafında dolanıp durması mağaranın ve dağın ‘bedeni’ ile meşgul olmak çabası Meşşaî (Aristoteles) yorumu iken aynı mağaradaki aynı taşların ve dahi dağın ‘bütününü ve merkezine açılan kapıyı bulma ve bu mağara ve dağın ‘kalbini’ Bâtınını bilme çabası’ İşarakî (Platon) yorum, bu ruhun ve bedenin külli olarak ifade edilişi.
Rûya sayısız gözle ‘keşf’ makamında tadılan ve dahi şahit olunan ‘hakikatin’ ayna ve aksedilenin birleşmesi misali; mükaşefeden (1) müşahedeye (2) varoluşun merkezine giden yolda noktaların birleştirilmesi. Görülen rûyanın farkındalığı zihinnin matematiksel ölçülebilir (ratio) olanı çözümüne benzer bir bilme edimi ile değil, varoluşun merkezini yani hakikati sabit kılan ‘noktaya’ (3) sürekli yükselen sürekli alçalan bir şehrin yani ‘kalb’in bu minyatür şehrinde sayısız ‘dil’lerde yazılmış kütüphanelerinde elde edileni ontolojik ve epistemolojik merkeze koyularak o farkındalık oluşur.
Evet Funes (4) renkleri an be an solan solmak zorunda olan ‘gerçekliğin’ ve fakat bunu kabul etmeyen bu anlayamayan insanın adıydı . O gerçekliğin markaji altında rûya gör(e)meyen insan adı salt sayısal olanı anlamaya indirgenmiş, her gün aynada kendinden başkasını görmeyenin.
*Platon
1,2 M. İbn-i Arabî
3 M. Nur’ül Arabî
4 J.L. Borges